İSLAMİ KELAMDA AKILCILIK VE NASCILIK (1)

Sat, 04/03/2017 - 13:42

Nascılık anlayışında olanlar umumiyetle ilahi bilgiyi açık seçik olduğunu kabul eder ve bu hususta tartışmaktan uzak dururlar. Bunun aksine mutezile, sadece çıkarsama ve nazari bilgiyle Allah’ın tanınabileceğine inanır

İSLAMİ KELAMDA AKILCILIK VE NASCILIK

Bu makalede Müslüman kelamcıların geniş kapsamlı bir konu olan vahiy ve akıl meselesi ile ilgili ortaya koydukları yaklaşım biçimi, kısa bir bakış içinde ele alınmıştır. Böylesine geniş, kapsamlı ve son derece karmaşık olan bir konuyu, üstelik kısa bir makalede ele almak, özellikle bu alanda yapılan araştırmaların az sayıda olması hesaba katılırsa, büyük cesaret ister. Yazarın mesuliyetini zorlaştıran nokta da budur. Bu yazı tarihsel bir takririn ötesinde, baştan itibaren hatırlatmasını uygun gördüğüm birkaç temel mesajı içermektedir.

Nitekim ileride göreceğimiz üzere, akıl ve vahiy meselesinin çözümüne dönük çalışmalar, dindarlık ve akılcılık arasında uzlaşma sağlama çabaları, ister dini konuları bilmede akla önem atfedenler olsun ister dini, aklın verilerinin ötesinde oturtan ve dini anlama hususunda aklını tümüyle muaf tutan kimseler olsun, bütün Müslüman düşünürlerin ilk ve en önemli zihinsel meşguliyeti ola gelmiştir. Her iki tarafta bu konuyla yakından uğraştıklarını göstermiştir ve bu soru, fikirsel huzuru sonuna kadar onlara deyim yerindeyse haram kılmıştır.

Akıl ve din arasındaki çekişme, dertli ve özgür insanı kolayca bırakacak bir şey değildir. Eğer aklın kökleri insanın özünde ve cevherinde saklıysa, din ise insanın en temel ve en nihai hakikatı ve tutkusu ile ilintilidir. Dini, beşeri akıl ve deneyimin dar çerçevesine hapsetmek, aklı birkaç genel ölçüye indirgemek kadar saflık ve basit düşünmeye kaçmaktır. Bu makalede sadece küçük bir kısmına değindiğimiz Müslüman alimlerin akıl ve din arasındaki uzlaşı hususunda yaptıkları geniş çalışmalardan öğrenebildiğimiz nokta, basit bir çözüm yolu ve genel bir hükümle, maceralar ile dolu bu kıssaya son noktayı koymanın mümkün olmayışıdır.

Bu tarihsel incelemenin bir başka sonucu da, akıl ve din hususunda geliştirilen rasyonel eğilimler islami düşüncenin ilk asırlarında dahi sürekli ve her yerde aynı anlamı paylaşmadığı ve aklın dinle ilişkisinin bütünüyle farklı şekillerde tersim edilmiş olmasıdır. Bu görüşleri tek tek yeniden gözden geçirip değerlendirmek ve bu düşünürler ile daha fazla gönüldaşlık kurmak belki bir dereceye kadar bu muammanın kör düğümlerini açar ve yeni bir çözüm yolunun bulunmasına katkı sağlar.

Bu mesele hakkında islami düşünce tarihinde önerilen çözüm yollarının genel olarak ifrat ve tefrite kayarak aşırılığa düştüklerini göreceğiz. İlk fikirsel akımlardan günümüze kadar Müslüman düşünüler arasında genellikle iki karşıt eğilimle karşılaşırız. Rasyonel eğilime inananlar, dini önerileri akla dayanarak tevil edip yorumlama arayışı içinde olmuş ve mecal buldukça dini inançları has felsefi kalıplara sığdırmışlardır. Diğer yandan dini metinlerdeki nassları temel alan ve iman eksenli düşünürler aklı değersiz kabul etmiş ve dinin alanına dehalet etmesine şiddetle karşı durmuşlardır. Bu nokta, özellikle Kuran’ın bu konudaki dengeli üslubu dikkate alındığında, ilginç görünmektedir. Elbette din ve akıl arasındaki uzlaşmayı sağlama ve dengeyi koruma saiki ile yola çıkan düşünürlerde olmuştur ancak, en sonunda ya bir yöne savrulmuş ya da çeşitli düşünceler arasında sürekli gidip gelmeleri, onları kapsamlı bir görüşü ortaya getirmekten alıkoymuştur. Kanaatimize göre Gazzali, bu son gurubun bariz bir örneğidir. [1]

Şii ve Sünni kültüründe bunun örneği yeksan şekilde vardır. Elbette bu genel benzerlik bizi, bu iki dini havzanın farklılıklarından gafil etmemesi gerekir. Ehl-i Beyt yolu ile nakledilen rivayetlerin taşıdığı özellik nedeniyle, imamiyye mezhebinde ortaya çıkan nascılık anlayışı Sünni dünyada bilinen selefilik anlayışından somut bir şekilde farklılık gösterir. Nitekim Şii kelamcılar, Ehl-i Beyt’in maarifinden istifade ederek Sünni kelamcılardan büyük bir farkla ayrılırlar.

Bu girişin sonunda şuna işaret etmekte faydasız olmayacaktır: Bu araştırmanın tarihsel boyutu ve kapsamı bir istisna hariç, en fazla hicri altıncı yüzyıla kadar devam etmiştir. Beşinci yüzyıla kadar islami kelam takriben felsefe ve tasavvuf akımlarından bağımsız ve ayrı gelişti. Ondan sonra, bu üç akımın arasında giderek artan etkileşim ve karşı karşıya gelme neticesinde birbirinden etkilenmeleri ivme kazanarak daha da gelişmişlerdir. Bu aşamadan sonra, felsefe ve irfanı dikkate almadan ne Gazzali düşünebilirdi ve ne de İbn Rüşt kelam ve irfanı görmezlikten gelebilirdi. Akılcılık bu dönemden itibaren giderek karmaşık ve girift bir hale geldi ve tahlil edilmesi daha fazla araştırmaya ihtiyaç duymuştur. Buna göre, Gazzali’nin görüşlerini gözden geçirerek ve İbn Rüşt hakkında kısa bir takrir sunarak bu yazıyı bitirmiş olacağız ve bahsin devamını başka bir mecale bırakıyoruz.

Ehl-i Hadis Ve Nascılığın Doğuşu

İslam’da zuhur eden ilk genel fikirsel akım, nasscılık akımı olmuştur. Bu olgu elbette İslam dinine mahsus değildir. Bütün dinlerde ilk eğilim, vahyi ve dini sünnetleri korumaya yönelik olmuştur. Henüz Peygamberin huzurunun verdiği sıcaklığın hissedildiği ve yer yer vahyin ahengli sesinin duyulduğu bir toplumda, dışarıdan gelen düşünce ve yöntemlerin sönük kalması ve karşıt seslerin boy gösterme olanağını bulmayışı veya hemen sönüp kaybulması son derece doğaldır.

Nascılık ilk başta kelami bir mezhep olmaktan ziyade, çeşitli düşüncelerin içinde türediği bir bakış ve kültürel zemindir. Mürciye, cebriye, haricilik ve benzeri onlarca başka türden düşünceler bu zemin üzerinde yeşerdi ve meydana getirdiği dalgalar asırlarca islami düşünceyi etkisi altına aldı. Bu fikirsel akım giderek bağımsız bir düşünceye dönüştü ve Ehl-i Hadis, Hanbeli, Haşeviye ve Selefiye gibi türlü isimlerle anıldı.

Bütün bunlarla birlikte, nascılık anlayışının ilk islami yıllarda galip gelmesini sadece doğal bir olgu olarak görmek doğru değildir. Bu akımın korunması ve güçlenmesinde siyasi hakimiyetin etkisi inkar edilemez. Dönemin hilafeti, bir yandan Peygamber’e (s.a.a) yakın sahabeyi ve nebevi sünnete doğrudan tanık olanları baskı altı almış ve diğer yandan Peygamber’in (s.a.a) hadislerinin nakledilme ve yayılma işini halkın elinden almış ve küçük bir gurubun tekiline vermiştir. Böylelikle dindar kesimlerin dini düşüncelerini kendi kontrolü altında tutmuştur. [2] Böyle bir ortamda sorgusuz ve sualsiz bir şekilde “kontrollü sünnete” eğilim göstermek ve mezhepsel ayinler üzerinde donup kalmak dönemin siyasi hakimiyeti için ne oranda ve ne kadar faydalı olduğu açıktır.

Müslüman toplum arasında giderek aşırı nascılık anlayışına tepkisel olarak bir diğer akım gelişti ki daha sonra nihai formunu mutezile fırkasında buldu. Bu iki gurup arasındaki çekişme, her ne kadar başta “cebir ve ihtiyar” ile “teşbih ve tenzih” konuları etrafında olmuştur ancak bu çekişme artarak büyüdü ve ortaya çıktı ki ihtilafın aslı, dini metinlere yaklaşım tarzından ileri gelmektedir. Ehl-i Hadis, Kuran ve hadislerdeki lafızların zahirini dini anlayışlarının temeline koyarken mutezile ise aklı, dini anlayışının temeline yerleştirmiş ve akıldan yardım alarak dini metinleri yorumlama ve tevil etme yolunu açmıştır.

Akılcılık Akımının Çıkış Etkenleri

Tefekküre yönelimin köklerini, her şeyden önce İslam’ın kendisinde aramak gerekir. Kuran, Yahudilik ve Hıristiyanlığın dini metinlerinin tersine sürekli akla ve tefekküre vurgu yapmıştır.[3] Yahudilik, şeriat ve tarih dinidir. Hıristiyanlık ise, iman ve ahlak dinidir. İslam bunların ötesinde öncelikle insanı, insanoğlunu ve evreni tanımaya davet eder ve varlık, tarih, şeriat ve ahlak karşısında net ve açık bir bakış edinmesine çağırır.

Bununla birlikte akılcılık akımının dış faktörlerden etkilendiği kesindir. İslam’ın yayılması ve Müslümanların diğer kültürlerle karşılaşması islami düşüncede iki önemli etkisi olmuştur: Bir yandan yabancı düşünceler ve ilimler giderek İslami toplumun zihniyetini etkisi altına aldı ve diğer yandan Müslüman alimleri, muhalif dinlerin ve felsefelerin karşısında dinin temellerini savunmak için harekete geçirdi. [4] Eğer mutezilede akılcılık anlayışı bazen aşırılığa kaymışsa, son faktörün etkisiyle olmuştur. İslam’ın ilk yüzyılını nascılık akımının hakimiyet dönemi olarak kabul edersek, hicri ikinci ve üçüncü yüzyıllarını ise akılcılık akımının gelişip çiçeklediği dönem saymalıyız. Ancak akılcılık akımı, en tepeye çıktığında dahi, genel olarak toplumdaki elit azınlık tarafından temsil edilmiş ve dindar kitle dini taabbudu ve imanı, akli sorgu ve yargılamalara tercih etmiştir. Bu yüzden Ehl-i Sünnet mezhebi, sürekli ve her yerde dini geleneğe eğilim göstermiş ve din sahasına aklın müdahil olmasını hoş karşılamamıştır.

Mutezili düşüncenin zirveye çıkmasıyla birlikte bu fırka içindeki kelami ihtilaflar artmaya başladı ve aklın aşrı şekilde meydan bulması nedeniyle dinin cevheri ve özü – olan iman ve Allah’a kulluk ve teslimiyet – önemsiz hale geldi. Bir taraftan akılcılık akımının gelişmesi ve diğer taraftan Hambelilerin yozlaşması ve katı anlayışı Ehlisünnet alimlerini, klasik görüşleri gözden geçirip ıslah etmeye sevk etti. Aslında hicri ikinci ve üçüncü asırları, nascılık anlayışının akılcılık anlayışının ilerlemesine karşı direndiği, baskılardan ve taassubun çıkmazlarından sıyrıldığı dönemdir. Dördüncü yüzyılın başlamasıyla birlikte nascılık akımı yeni bir aşamaya girdi. Ehlisünnet’in önde gelen iki büyük şahsiyeti, birbirinden bağımsız olarak dini düşüncenin ihyası ve yenilenmesi ve mutezilenin bazı kelami öğelerini cezp etmek için kolları sıvadılar; Basra da, Ebul-Hasan Aşari ve Horasan da, Ebu Mansur Maturidi bu yönde çaba göstermişlerdir. Şu farkla ki, Maturidi bütünüyle mutezileye yaklaştı ve Aşari ise Hambelilerin temel görüşlerini yeni kalıplar içinde korumaya çalıştı. Bu nedenle Aşari, mutezile ile ehl-i hadis arasındaki orta halka ve Maturidi ise, Aşari ve mutezile arasındaki orta halka olarak bilinir. Böylece dördüncü yüzyılda nascılık ile akılcılık akımını birbirine bağlayan halkalar tamamlandı ve bu iki akım arasındaki ilk yakınlaşma şekillendi.

Aşarilik Ve Maturidilik

Bu iki fikirsel akımla mutezile arasında kısa bir karşılaştırma, her ikisinin önemine vakıf olmak açısından faydalı olacaktır ve bundan önce, ehl-i hadis ile mutezilenin tutumunu gözden geçirmeliyiz. Akıl kavramının, ilk baştan itibaren Müslüman düşünürler arasında nazari ve amali yönleri ortaya çıkmıştı ve mutezilenin ehl-i hadis ile olan ihtilafını her iki yönde görebiliriz. Her ne kadar bu ayırım ilk başta netleşmiş değildi ancak gerçekte, o dönemin iki önemli meselesi olan teşbih ve tenzih konusu ile cebir ve ihtiyar meselesi aklın bu iki yönünün tecellisiydi. Ehl-i Hadisin akidesine göre, Allah’ın sıfatları ayetler ve rivayetlerde belirtilen zahiri manasıyla kabul edilmelidir ve aklın, sorgulama, yorumlama ve tevil etme hakkı yoktur. Malik b. Enes’in, Allah’ın arş üzerinde “istiva” etme hakkında soran kimseye verdiği yanıt, belki de bu gurubun düşünce tarzının en açık ifadesidir: “İstivanın anlamı belli, keyfiyeti meçhul, ona iman etmek vacip ve ondan sormak bidattır.”[5] Aşari de, ehl-i hadisi şöyle tavsif etmiştir: “Onların Allah hakkında söylediklerinin tamamı, Kuran ve hadislerden alınmıştır ve bunun dışında söyledikleri bir şey yoktur.”[6]

Ehl-i hadisin teorik akıl noktasında aldıkları tutum budur. Öte yandan onlar, insanın mecburiyetine ve onun fiillerini yaratanın Allah olduğuna inanmışlardır. Onların bakışına göre Allah, insanı işlemediği fiilden dolayı cezalandırabilir ve hiçbir neden olmaksızın çocukları cehenneme atabilir. Allah’ın fiilini sorgulamak reva değildir (La yus’el amma yaf’alu) ve bu konularda aklın yargılaması kabul edilemez. Akıl, eşyanın güzelliğini ve çirkinliğini anlama gücüne sahip değildir. İyilik ve kötülük fiillerin özünde yoktur ve failin gayesine bağlı olarak değişir.

Mukabilinde, mutezile aklın yargısını hem akli bilgilerde hem de akli hükümlerde kabul etmiştir. Onlar açısından: “Bütün bilgiler, akılla makul ve aklın bakışıyla vaciptir. Güzellik ve çirkinlik fiillerin özünde vardır ve nimet verene şükretmek, sem’i hüküm gelmeden önce vaciptir.”[7]

Nazzam gibi bazı mutezili kelamcılar daha da ileri giderek aklın bütün fiillerin güzelliğini ve çirkinliğini idrak ettiğini iddia etmiştir. Genel olarak mutezile kelamcıları, vahyin rolünü daha çok aklın hükmüne irşat ve teyit etmekle sınırlı tutmuşlardır. Şehristani, Ebu Ali Cübbai ve oğlu Ebu Haşim’in akidesini beyan ederken söylemiş olduğu şu ibare, hakikatte mutezile kelamcıları arasında hakim olan akılcılık anlayışının belirleyici özelliğidir: “Her ikisi (Cübbai ve Ebu Haşim), Allah’ı tanıma, nimet verene şükretme, çirkinlik ve güzelliği bilmenin aklen vacip olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Onlar akli bir şeriat kurdular ve nebevi şeriatı itibari hükümlere ve aklın idraki dışında kalan belirli ve geçici ibadetlere indirgiyorlardı. Yine her ikisine göre, aklın ve hikmetin bir gereği olarak zorunlu varlık olan Hakk tealanın itaatkar kimseyi ödüllendirmesi ve asi olanı cezalandırması vaciptir meğer ödüllendirme ve cezalandırmanın geçici ya da ebedi oluşu sem’i hükümle bilinmiş olsun.”

Allah’ı tanıma, ‘nazari ve kesbi bir mesele midir yoksa insan aklı ve fıtratının zorunlu olarak idrak ettiği ve delile ihtiyaç duymayan bir meseledir’ konusu, ehl-i hadis ve mutezile arasındaki ihtilaflardan bir diğerini teşkil eder. Nascılık anlayışında olanlar umumiyetle ilahi bilgiyi açık seçik olduğunu kabul eder ve bu hususta tartışmaktan uzak dururlar. Bunun aksine mutezile, sadece çıkarsama ve nazari bilgiyle Allah’ın tanınabileceğine inanır. Mutezileyi kelam ilminin tesisine ve Allah’ı, sıfatlarını ve fiillerini tanımanın ilke ve kurallarını tanzim etmeye iten de bu inanç olmuştur.

Aşari, fanatik bir Sünni ailede büyüdü. Babası ehl-i hadisin alimlerinden sayılırdı. O, ilk başta mutezile fırkasına katıldı ve özellikle Ebu Ali Cübbai olmak üzere bu gurubun alimlerinin derslerine giderek kelam ilmini öğrenmeye koyuldu. Ancak zamanla mutezilenin inançlarının zayıflığını ve Ehlisünnet mezhebiyle bağdaşmadığını fark etti ve sonunda mutezileden ayrıldı. Aşari, Hambelilerin (ehl-i hadisin) düşüncesinin çerçevesini kabul etti. O, aklın nazari boyutu ile ameli boyutunu birbirinden ayırdı. Aklın nazari idraklerini onayladı ama aynı zamanda fillerin güzelliği ve çirkinliğinin akılla derk edilemeyeceği üzerindeki vurgusunu sürdürdü.

Aşari, aklın iki boyutu arasında yaptığı ayırımla ehl-i hadisi bir adım akla yaklaştırdı ve buradan hareketle kelam ilminin – ki o zaman kadar mutezilenin inhisarında idi – yaygınlaşmasını ve genel kabul görmesini sağlayabildi. Aşari, “İstihsanu’l-Havdi Fi l-Kelam” risalesinde bu düşüncenin temellerini ortaya koydu ve ehl-i hadisin kelam ilmini yasaklayan görüşünü eleştirmiştir. O, ilk olarak “el-İbane An Usul’i-Ddiyane” kitabında, daha sonra da “el-Lum’a” kitabında Ehlisünnet’in akli kelamını kurmuştur. Aşari ve eserlerinin önemini kendisinden sonra gelen üç büyük kelamcı olan Bakıllani, Ebu İshak İsfarayani ve İmamu’l-Harameyn Cuveyni üzerinde bıraktığı etkide aramak gerekir. Bu kelamcılar, Aşari’nin meydana getirdiği ortamdan iyice istifade ederek akidevi konulara aklın daha fazla mudahil olma zeminini oluşturdular.

devam edecek

Nurullah Akpınar



Add new comment