Mizanü-l Mevazîn
Peygamberler akıllardaki (gömülü) defineleri ortaya çıkarmak, aktif hale getirmek için gönderilmişlerdir (İmam Ali (a)).
Men la akle leh, la dine leh / Kimin aklı yoksa dini de yoktur (İmam Bakır (a)).
Kuran’ı Kerim’deki ayetlerin birçoğu, “akletmez misiniz..akletmezler...aklı çalıştırmıyanların üzerine gökten habaset yağar...yer yezünde yürüyen canlıların Allah katında en şerlisi akıllarını kullanmayan sağırlar, dilsizlerdir...yada yine akılla yakından ilişkili olan tefekkür, şuur/bilinç, tefekkuh/derinleşme, tedebbür, nazar/bakış vs. gibi aklı çalıştırma biçimleri veya değişik işlevleri sayılan: efela yettefekkerûn, efela yeş’urûn, la yetefekkerûn, la yeş’urûn, la yefkehûn, efela yetedebberûn, efela yenzurûn vs.” şeklinde ibarelerle biter. Bu ibarelerle biten ayetler, aslında hem muhatabı aklını çalıştırmaya davet eder hem de sorunların temelinde aklın kullanılmaması, akıllardaki hazinelerin, definelerin harekete geçmemesi ve gömülü, mencur/metruk halde bırakılmasının yattığını vurgular. Aslında ilahi kelam mehcur/metruk bırakılmışsa ondan önce akıl (ve ondaki defineler) metruk bırakıldığı içindir; yoksa ilahi kelam, aklı metruk durumdan çıkarmak için yukardaki ifadeleri kullanmazdı. Dolaysıyla aklımızı ne kadar faal kılarsak, ne kadar çalıştırırsak ilahi ayetlerden de o kadar faydalanalabiliriz ve faydalandığımız orada da aklımız o kadar faal hale gelir. Yani akıl ile ilahi ayetler arasında karşılıklı tetikleme, dayanışma ve yardımlaşma ilişkisi vardır. Akıl ilahi ayetlerin, ölçülerin anlaşılmasına ne kadar yardımcı olursa o kadar ilahi nüsreti hakeder ve hatalara yenik düşmez. Tabi birinci adımları her zaman (batınî hücett olan) aklın, (zahirî hücett olan) ilahi kitaba doğru atması şarttır; önce senden hareket gelecek ki O’ndan bereket gelsin; yoksa, ‘sen bana yardım edersen ancak ben sana yardım ederim’, ‘sen bana bir adım yaklaşırsan ben sana on adım yaklaşırım’ veya ‘sen beni unutmasan ben de seni unutmam’ mealindeki tabirler ve benzerleri ilahi kitapta yer almazdı.
Zaten ilahi hikmet ve irade birinci adımları atacak şekilde cerayan etmiş olsaydı insanın hata yapma yolu kapanırdı ve ‘imma şekûra ve imma kefûra’ diye de buyurmazdı ve insan yeryüzündeki ve gökyüzündeki diğer varlıklar gibi isteyerek ve istemeyerek ilahi kanunlara teslim olmak zorunda kalırdı. ...Lehu esleme men fis semavati vel erdi tav’en ve kerha...(Ali İmran 83). “Tav’en” kökünden gelen “itaat” terimi, Kurani bir kavram olarak, yine Kurani bir terim olan “ikrah” kavramının zıddıdır ve özgür iradeyle, bilinçli olarak gönüllü teslimiyet demektir, isteyerek ilahi ölçülere uymaktır. Onun için dinde itaat vardır ama ikrah yoktur. Dolaysıyla Allah Teala ilahi imtihan gereği insanı diğer varlıklardan farklı olarak muhtar/özgür yaratmıştır. İnsan kendisine yüklenen akla, akla hitap eden ilahi emirlere aykırı daranıp davranmamasında özgürdür ama örneğin bir hayvanın kendisine yüklenen güdülere veya bir cismin kendisine yüklenen ilahi kanun ve mukadderata aykırı davranma gibi bir durumu söz konusu olamaz. Onun için insanın kaderini belirleyen diğer konularda olduğu gibi tekvinî ve teşriî ayetleri anlama ve faydalanma noktasında da aklı kullanıp kullanmayacağı veya ne kadar kullanacağı yine kendisine bağlıdır.
Şimdi, ayetlerde işlevi bunca vurgulanan, hadislerde batınî hüccet diye nitelenen ve bazı Müslüman düşünürlece mizanü-l mevazin (tartıların tartısı) olarak tanımlanan akıl nimetini çalıştırmadan, önemini kavramadan ve metruk bırakarak, tekvinî ayetlerden veya teşriî ayetlerden kendi hayatımıza faydalı olacak ilmi kanunlar keşfetmek veya ilahi ölçüler istimbat etmek/çıkarmak mümkün mü? Tabi ki aklı devre dışı eden böyle bir yaklaşımın bize bir faydası olmaz, aksine zararı olur. ‘Dileyen onunla hidayete, dilemeyen de onunla delalete varır’ mealindeki ayette bu gerçeğe işaret eder. Onun için Kuran kendini “hablul-metin” yani kopmaz ip olarak tanımlamıştır; akletmeyenlerden olursan bu iple kuyunun dibine de inebilirsin ve akledenlerden olursan onula Yusuf misali kuyunun dibinden arşa da yükselebilirsin. Tamamen sana kalmış bir şey.
Allah’ın zatı dışındaki her şey birer ayettir (ya tekvinî ayettir ya teşriî ayet; ya enfüsî ayettir ya afakî ayet) ve ayet olma hasebiyle aklın makulu olabilir; yani akıl o ayeti okuyarak, üzerinde düşünerek kendisine ne tür bir mesaj vermek istediğini anlayabilir. Akıl tek başına bir işe yaramıyor ama akıl olmadan da hiçbir şey bir işe yaramıyor. Başka bir deyişle, işlerimizi elimizdeki ölçülerle, tartılarla ölçüp tartarız. Peki o ölçü ve tartıların doğru işleyip işlemediğini neyle ölçüp tartacağız? Akılla değil mi? Yani ölçülerin ölçüsüyle, mizanü-l mevazinle? Dikkat edin: Dükkanda bir şeyi tarttığınız sırada eğer aklınız başka yerde olursa, yada bilimsel bir test sırasında aklınız orada hazır olmazsa veyahut bir ayeti okurken aklınız başka bir alemde seyrediyorsa o tartının, o testin ve o ayetin sizi götürdüğü sonuçtan –doğru mu yanlış mı diye- emin olabilir misiniz? Başka bir analoji üzerinden gidecek olursak, mesela aklımız maddi alemdeki varlıklarla beş duyu organımız üzerinden ancak temasa geçebilir; bire bir asla temasa geçemez; her zaman aklımızla maddi varlıklar arasında duyularımız vardır ve aklımız duyuların yolladığı tasavvurlar üzerinde faaliyet yaparak çeşitli kavramlar üretir ve böylece dış alemi makul ve malum hale getirir. Burada akıl o tasavvurlarla bire bir temas halindeyken (ilm-i bizzat/dolayımsız bilgi) o tasavvurların dış alemde tekabül ettiği nesnel gerçekliklerle de duyular vasıtasıyla temas halindedir (ilm-i bilaraz /dolayılımlı bilgi). Ve duyularda ( suya düşmüş düz bir çubuğu eğri olarak veya uzaktaki büyük bir cismin küçük olarak aktarılması gibi) bir hata olursa bunu düzeltecek olan yine akıldır. İşte aklın bu işlevi diğer ölçüler, tartılar için de geçerlidir. O halde, aklın tatile çıkması veya bozulması diğer ölçülerin de işlevsiz kalmasını veya bozulmasını bareberinde getirir. Akıl nimeti bize verilmeseydi ne tekvinî ayetlerden ne de teşriî ayetlerden işimize yarayacak hiçbir ölçü, kanun ve ilke çıkartamazdık, nerde nasıl kullanacağımızı bilemezdik.
Akıl olmasaydı gözlerimiz yine bakardı ama görmezdi; kulaklarımız yine işitirdi ama duymazdı; bornumuz yine duman kokusunu alırdı ama o yakınlarda bir ateşin olduğunu farketmezdi; beş duyu organımız yerinde olurdu ama her biri bir takım genel kanun ve ilkelerden oluşan hiçbir bilim olmazdı; hiçbir birikim oluşmazdı; aklın deruni nutkunun (konuşmasının) dışa vurumu olan dil olmazdı ve buna benzer daha birçok şey olmazdı. Aklın bütün bunlarla böylesine hayati bir ilişkisi vardır; kanla beden ilişkisi gibi. Bedenin bir uzvuna kan gitmezse çürümeye mahkum olur.
O nedenle, aklın hakkını vermek bir tercih değil, bir zorunluluktur. Hatta akılla savaşanlar bile yine akılla, aklı kullanarak savaşmak zorunda kalmışlardır. Zaten cehalet akla bürünmeden akılla savaşamaz; batıl hakkın kılıfına girmeden hakla çatışamaz. Batıl ve cehalet sahte mal gibi kendini hakka benzeterek, hakkın kılıfına girerek hem kendini gizlemiş olur hem de hakkı halkın gözün gizli/şüpheli hale getirir ve böylece ancak mevcudiyetini sürdürebilir.
Nurullah Akpınar
Add new comment