HAKİKAT AYNASINDA MEHDEVİYET

Sa, 07/03/2017 - 14:38

HAKİKAT AYNASINDA MEHDEVİYET

İnsanın varlığının ana sütunu maneviyattır. İnsanoğlunun manevi boyutu, fiziksel boyut ve maddi yaşamının gayb âlemiyle irtibatını sağlar. Bu irtibat sayesinde insan, kendi öz benliğini hakikat aynasında müşahede eder. Çoğu zaman bu ayna maddi ve dünyevi bağ ve aidiyetlerin hicabıyla perdelenir ve insan kendi öz hakikatini göremez olur. Bu itibarla gayba iman, insanın mana âlemlerine yönelişi ve bu âlemlerde kat edeceği tekâmül seyrinin ilk adımıdır. Yüce Allah, hidayet yolunda yürüyen bir insanın en başlıca özelliği olarak “gayba iman” vasfını zikreder:

“Elif Lâm Mîm. İşte o (yüce) Kitap (Kur'an), hiç şüphesiz takva sahipleri için bir hidayettir. Onlar, gaybe iman ederler...”

Bu iman, insan hayatında iki farklı yöne bakan iki pencerenin açılmasını gerekli kılar: Mana alemine açılan ve bu alemle irtibatı tanzim eden “Salat” penceresi ve madde alemi ve insanın tekamül beşiği hükmündeki toplumsal hayata açılan “infak” penceresi. 

 “…Salât’ı ikame ederler ve kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda İnfak ederler…”

Bu ayet-i celile, düşünmesini bilen ve tefekkür edenler için insanoğlunun hem gayb âlemi hem de maddi âlemde bir yaşam alanı bulunduğunu ve her iki âlemde de bir yol göstericiye ihtiyaç duyduğunu bildirir. Bu yol gösterici ve “Hidayet” kaynağı ise Kur’an-ı Kerim'dir:  

“O Kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler için bir yol göstericidir/bir hidayet rehberidir”

Gayba iman, maddi dünyada yaşamakta olan insanın mana âlemindeki hakikat aynasında var olan esrar-ı Hakk ile irtibatını sağlar. Ne var ki bu irtibatın sürekliliği önünde bir takım mânialar vardır. En başta gelen tehlike “dünya sevgisi” yani maddi âleme bağlılık ve bağımlılıktır. İnsanoğlu her daim bu tehlike ile yüz yüzedir. Dolayısıyla insan, madde ile mananın birleştiği noktayı ve kendi öz hakikatinin gerektirdiği konumu tespit ve muhafaza etmek zorundadır. İşte burada Rabbimizin lütuf ve inayeti imdadımıza yetişir ve Sünnetullah’ın iktiza etmiş olduğu “Peygamberlik” ve ilahi öncülük müessesi vesilesiyle bizlerin fıtrata uygun bir şekilde hareket etmemize olanak sağlar.

“Onlar, sana indirilene de inanırlar, senden önce indirilenlere de...”

 Bundan sonraki yol güzergâhında erişilebilecek bütün tevfik artık insanın kendi çaba ve gayretine kalmıştır: 

‘’ Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.” 29/69

Evet, Sünnetullah gereği Allah Teâlâ, görevlendirmiş olduğu elçileri vasıtasıyla kullarına hem saadet yolunu hem de inhirafi yolları gösterir. Bu elçi ve öncülerin mana âlemi ile madde âleminin birleştiği noktada Hakk mihverinden sapmaları muhaldir. Zira onlar zaten bu iki âlem arasında bir berzah hükmündedirler ve onların kalpleri mana âlemlerinden tecelli eden hakikatlerin birer aynasıdır. Hatta öyle ki onların maddi varlıkları dahi o âlemlerin nuraniyetine mazhardır. Rivayet edilir ki Peygamber Efendimiz (saa) vahiy nazil olurken rengi değişir ve çevresindeki herşey ve herkesle irtibatı kesilirdi. Demek ki OHazret'in o lahzalardaki yaşamı tamamıyla mana âleminin rengine bürünür ve tüm varlığı hakikat aynasından yansıyan esrar-ı hakkın cazibesine kapılırdı. Bu gerçek, bütün Peygamberler'in farklı farklı şekillerde yaşadıkları birer manevi tecrübedir. Bu tecrübeyi, Peygamberler dışında salih kullar ve Allah yolunda şehidolanların da yaşayabilecekleri Kur’an-ı Kerim'de beyan buyrulmuştur. Gayb âlemiyle irtibat ve bu manevi tecrübenin nasıl elde edilebileceğinin bir örneği şu ayet-i celilede izah buyrulur:

’Hani Mûsâ, genç arkadaşına, ben demişti, iki denizin kavuştuğu yere dek durmadan, dinlenmeden gideceğim, yahut da yıllarca bu uğurda uğraşacağım.’ 18/60

Ayetin metninden alacağımız ilk ders, insanın varmak istediği hedefe doğru yürürken nihai derecede azimli olması gerektiğidir. Her insanın hayat yolculuğunda bir hedefi vardır. Bu hedef, ya maddi âlemdeki yaşamıyla ilgilidir ya mana âlemindeki hakikatlere kavuşmaktır yahut hem maddi hem de manevi âlemdeki tecelliyat-i ilahiye varmaktır. Musa’nın (as) hedefi, madde ile mananın birleştiği noktayı tespit etmektir ve yanındaki genç adama, bu yolda durup dinlenmeden yürümek için azimli olduğunu ibraz eder. Bu noktaya erişmenin alameti, yanına almış olduğu kurutulmuş balığın hayat bularak mana denizinde kaybolmasıydı. Nihayet Musa (as) ve yanındaki genç adam buluşma noktasına gelirler. Onlar burada istirahat edip oyalanırken, balık mana denizinde yolunu almaya başlamıştır bile. Ama onlar bunu fark edemezler ve yollarına devam ederler. Yolculuk uzun ve zahmetli olduğu için kuşluk yemeğini yemek için tekrar istirahata geçerler:‘’ Oradan geçtikten sonra Mûsâ, genç arkadaşına kuşluk yemeğimizi getir dedi, gerçekten de şu yolculuk, yordu bizi.’’18/62

‘’ Arkadaşı, gördün mü dedi, kayanın üstünde oturduğumuz zaman balığı unutmuştum; onu bana unutturan ve sana söylememe mâni olan da ancak Şeytan'dır; balık, şaşılacak bir sûrette denizde bir yoldur tuttu, dalıp gitti.’’18/63

“ Mûsâ, buydu aradığımız işte dedi ve kendi izlerini izleyerek geri döndüler.’’18/64

“Derken kullarımızdan bir kulu buldular ki biz, katımızdan ona rahmet ihsân etmiştik ve katımızdan ilim belletmiştik.’’18/65

Evet, mürsel bir Peygamber, gaybi âlemle maddi âlemin birleştiği noktayı tespit etmek için yola çıkar. Doğrusu,Peygamberler'in hayatında gerçekleşen bütün harikulade olaylar ve mucizeler, beşeriyetin hayatında yeni ufuklar açmak, ilmi araştırmalara ve bilimsel çalışmalara kapı aralamak ve esrar-ı Hakk'ın gizli hazinelerine doğru bir yol bulmalarını sağlamak içindir. Musa’nın (a.s) bu yolculuğu da insanoğlunun madde ile mananın birleştiği noktaya varabileceği ve her iki âlemde de tasarruf yetkisine sahip olabileceğini gösterir.

Musa’nın (a.s) bu yolculuk kıssasıyla bizlere verilmek istenilen mesaj şudur: Hakikat âlemi, şu dünya hayatından ibaret değildir ve madde âleminin ötesinde cereyan eden çok daha engin bir hayat vardır. Bu gerçeğin tespiti ile birlikte zihinlerde var olan şu sorunun cevabı da verilmiş olur: Gaybi âlemde yaşam imkânı var mıdır? Varsa, bu âlemde yaşayanlarla maddi âlemde yaşayanlar arasında irtibat kurulabilir mi?

Buluşma yeri

Evet, Tevrat’ın sahibi mürsel bir Peygamber: “Her türlü meşakkate katlanıp bütün çabamı ortaya koyacağım, yorulup da yılmayacağım, iki denizin birleştiği noktaya varıncaya kadar gerekirse bir ömür yürüyeceğim” diyerek büyük bir azimle yola çıkar. Demek ki burada bir ömre değer bir hakikat söz konusudur. Peki, bu iki deniz, birleşme noktası ve bu birleşmenin gayesi nedir? Konuyla ilgili ayetlerin verdiği mesaja bakacak olursak, burada bir kıssadan öte tüm beşeriyetin dikkatinin bir noktaya çekilmek istendiğini görürüz. Her şeyden önce, insanoğlunun varlığından bihaber olduğu ya da şüphe duyduğu mana ve gayb âleminin hakikatine bir vurgu söz konusudur. Madde ile mana âlemlerinin birleşebileceği bir noktanın varlığı ve bu noktaya ulaşılabileceği hatırlatılmaktadır. Musa (a.s) ulaşmak istediği noktaya geri dönüp geldiğinde karşısında buluşmak istediği zatı bulur:

“Derken kullarımızdan bir kulu buldular ki biz, katımızdan ona rahmet ihsân etmiştik ve katımızdan ilim belletmiştik.”

Bu zatın Hızır (a.s) olduğuna dair elimizde muvassak ve tevatür derecesinde rivayetler vardır. Buna göre Hızır (a.s) gaybi âlemde yaşamakta ve maddi âlemde de vazife ifa etmektedir.

Gayb âleminde bir hayatın cereyan halinde olduğu ve o âlemlerde yaşayanların madde âlemiyle irtibat içersinde olabilecekleri hakikati hususunda herhangi bir itiraza mahal kalmaması için Al-i İmran suresinin 169. Ayeti de delil olarak gösterilir:

‘’Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup Rablerinin katında yaşarlar, rızıklanırlar.’’3/169

Bu ayet-i celile,  gayb âlemine dair gayet canlı bir tablo resmetmektedir. Buna göre Allah yolunda ve Allah için can verenler hayattadırlar ve Rabbimizin katında güzel nimetlerle süslenmiş bir yaşam sürdürmektedirler. Bu minvaldeki Ayetlerin metnindeki manaya bakıldığında, bu dünyanın maverasında bir başka âlemin varlığı ile ilgili hiçbir kuşkuya yer kalmaz. Peki, bu âlem nerededir? Özellikleri nelerdir? Bu soruların cevabını verebilmek için Musa Kelimullah, Muhammed Habibullah olmak yahut en azından o silsileye bağlı muttakiler ve sadıklar sınıfında yer almak gerekir. Muttakilerin emiri ve sıddıkların piri İmam Ali (a.s) şöyle buyurur: “Ben göklerdeki yolları yeryüzündekilerden daha iyi bilirim!” Burada göklerden murat, mana ve gayb âlemleridir. Demek ki İmam’ın (as)  gaybi âlemde ki tasarruf yetkisi maddi âlemden daha çoktur. Bir Hadis-i şerifte şöyle rivayet edilir: İmam Ali (a.s) Hayber savaşında rüyasında nurani bir zatı görür. O zat, Ali’ye (a.s) savaşa başlarken şu zikri okumasını tavsiye eder: Ya hüya men hu ya men la hüve illa hü” İmam Ali sabahleyin rüyasını Peygamber Efendimiz'e anlatır. Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “O gördüğün nurani çehre Hızır’dır (a.s) ve bu rüya, fethin senin elinle gerçekleşeceğinin müjdesidir.” Nitekim Hayber Kalesi’nin kapısı gaybi âlemden gelen ilahi bir medet vesilesiyle sökülür ve fetih gerçekleşir.

Musa’nın (a.s) kavuşmak istediği ve görmek için büyük bir gayret gösterdiği maksat, işte bu ayetin beyan ettiği makam, yani şehidlerin yaşadığı ve rızıklandıkları makama varmaktı. Bu makam, madde ile mananın birleştiği âlemdir. Bu âlemde Hızır, İsa ve bazı Peygamberler'le birlikte İmam Mehdi (a.s) da yaşamaktadır. Musa’nın (a.s) buluşmak istediği zatın bu makamda olduğunu şu ayet beyan buyurur: “ Mûsâ, buydu aradığımız işte dedi ve kendi izlerini izleyerek geri döndüler.’’18/64

“Derken kullarımızdan bir kulu buldular ki biz, katımızdan ona rahmet ihsân etmiştik ve katımızdan ilim belletmiştik.’’18/65

Bu ayette maddi âlem olan dünyanın dışında ama dünyayla da irtibat halinde olan diğer bir âlemin varlığından bahsedilmektedir. Ölüm bir yokluk olmadığına göre, yaratılmışlar yer değiştirerek yeni bir âlemin yaşam kurallarına göre yaşarlar. Rivayet edilir ki Peygamber Efendimiz, kabirleri ziyaret eder, kabir ehlini selamlar ve onlarla şöyle konuşurdu: ‘’ Selamun aleykum ey ehli kubur, bizlerin sizlerle birleşeceğimiz yer/âlemdir burası!” Sahabeler sorarlar: “Ey Allah’ın Resulü, onlar bizi duyarlar mı ki?”  Peygamber Efendimiz: “Evet, ama biz onları duyamayız” diye buyurur.

Hazreti Meryem’in hayatı, mana ile madde âleminin irtibatını apaçık bir şekilde gözler önüne seren bir tablodur. Mabette ibadetle iştigal eden Hz. Meryem gözleri kamaştıran ve o mevsimde o bölgelerde görülmesi mümkün olmayan meyve ve diğer çeşitli nimetlerle ikram olunur. Bu durum, Zekeriya’yı (as) hayretlere düşürür.  Zekeriya (as): “Bunlar nerden geliyor?” diye hayretle sorar. Meryem oldukça sakin ve saygılı bir ifadeyle: “Rabbim tarafından” der. Aynı zamanda oğlu İsa’da(a.s) mana âlemlerinden maideler (sofralar) nazil olur ve o hazret havarileri ile birlikte bu nimetlerden nasiplenir. Tüm bunlar, apaçık ayetlerle sabittir. Burada dikkat çekilmesi gereken soru şudur: Bu sofraları getirenler kimlerdir ve nerden gelmektedir? “Meleklerdir” denilecek olursa tekrar sormak icap eder: Peki, melekler yeme ve içmeden beri değil midirler? Yine eğer “cennetten getirilmiştir” denilecek olursa, sormamız gerekir: “Peki, cennetin varlığı kıyametten sonra değil midir?” Bu ayetleri anlayabilmemiz için Kıyamet gününden sonra mevzu bahis edilen Cennet'ten gayri cennetlerin de var olduğuna inanmamız gerekir. Bunun bir kanıtı da bu dünyadan göçen herkesin kabir âleminde yaşadıklarını ifade eden rivayetlerdir. Bu âlemle ilgili Allah Resulü şöyle buyurur: “Kabir âlemi ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.” Demek ki Kıyamet sonrası için vaat edilen cennetten gayri diğer birçok âlemde de cennetler vardır.  Bu cümleden şehitlerin ağırlandığı ve güzel nimetlerle taltif edildikleri cennetler de örnek gösterilebilir.

Buradan yola çıkar ve salim bir düşünce ile meseleye bakacak olursak,  Kur’ani öğretinin dünya ile iç içe var olan mana âlemlerine dikkat çekmek istediğini apaçık görebiliriz. Yine Kur’ani nassların ışığında bu âlemlerle dünya hayatını yaşayanlar arasında bir irtibatın sübutu ve bu âlemler arasındaki irtibatı sağlayanların her iki âlemde de tasarruf hakkına sahip oldukları ortaya çıkmaktadır. Hz. Meryem ve Hz İsa’ya Allah’ın izniyle maidelerin inmesi bu hakikatin bir zuhurudur. Hiç kuşkusuz manevi sofraların nüzulü, sadece Hz. Meryem ve Hz. İsa’ya mahsus olmayıp birçok peygamber ve Allah Velisi'nin hayatında da tahakkuk bulmuş ve her daim tahakkuk bulması imkân dâhilindedir.

Mehdeviyyet inancını bu Kur’ani hakikat ışığında ele alacak olursak, onun gaybette olması kolaylıkla anlaşılır. Zira “gaybet” yani gayb âleminde bulunmak, yokluk anlamına gelmez. Dahası her gaip olan, illaki bir gün şühud edilecektir. Elbette Zat-ı Akdes-i müteal müstesnadır. O’nun dışında tüm masiva; gaybi diye nitelendirdiğimiz herşey bir gün gayb perdesinden arınacak ve meşhud olunacaktır. Ancak bu süreç belli merhalelerden sonra aşama aşama gerçekleşecektir. Ahiret âlemi dahi gaybi bir âlem olmasına rağmen nihayet bir gün şühud olunacağına göre –ki bu âlem bu dünyada dahi basiret gözleri açık olanlar için müşahede olunabilmektedir- daha nice âlemler gaybetten şühuda dönüşecektir. Yeter ki insanlar gaybi âlemde nasıl yürüyebileceklerini öğrene bilsinler.

Mehdeviyyet inancı ve Mehdi’nin (a.f) varlığı ve gaybi âlemdeki yaşamı hakkında şüpheler oluşturan veya inkârına gidenler, manevi âlemlerin varlığı ve bu âlemlerde görevli Allah kulları ile irtibatın mümkün oluşu hakikatini idrak edemeyenlerdir.

Allah Teâlâ, gaybi âlemde görevli kulları ile ilgili şöyle buyurur:

“Sonra Allah, Resulü ile müminler üzerine sekinetini (sükûnet, huzur ve rahmetini) indirmiş sizin görmediğiniz askerler göndermişti de kendisine inanmayan o kâfirleri azaba uğratmıştı.”9/26

“İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır.’’48/4

Allah, kendi indindeki gaybi kuvvetlerin varlığını bildirerek dünyada görev yaptıklarını haber vermekte ve bu elçilerin Mazhar-ı Hak’ta kaydını yaptırmış sadık müminlerle irtibat kurabildikleri ve yardımlaştıklarını beyan etmektedir. Buna binaen yaratılmışlar arasında üstün bir kimliğe sahip olan insan da rabbinin izniyle her iki âlemde görev yapma kudretine sahiptir. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurur:  

“Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenlere elbette muvaffakıyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.”

Bu ayet-i celile Allah için mücahede, cihad ve çalışmayı bütün manevi tevfiklerin kaynağı olarak göstermektedir. Tabi ki Allah için olmak, Allah yolunda bulunmak ve Allah için gayret göstermek her şeyden önce köklü bir marifet ve kulluk bilincinin bir eseridir. Bir anlamda burada insanla rabbi arasında manevi bir akit ve ahit söz konusudur. Her ahitleşmede tarafların uhdedar olduğu sorumluluklar vardır. Buna göre, yukarıdaki ayet mucibince kul, Allah için çalıştığı oranda ilahi tevfik için liyakat kazanır. Allah Teâlâ da kulunun çabasına karşılık tevfik ve hidayet bahşedeceği vaadini verir.  Binaenaleyh bu şuura sahip bir insan, aslında her daim ilahi ve mukaddes bir görev ile iştigal etmektedir. Dolayısıyla da ilahi tevfik ve hidayet; yani gaybi bir inayet ve irtibat için her daim amadedir. Nefsini ilahi terbiye okulunda eğitmiş bir insan için şahadet âlemi ile gaybet âlemi arasında hiç bir fark yoktur. Bir insan-ı kâmil, her iki âlemde rabbani tevfike mazhar ve ilahi hidayetin cereyanı için bir mecra olabilir.  Tabi ki tüm varlığıyla İlahi iradeye teslim olmuş “mutmain bir nefsin” bütün tasarrufları, tamamen bi-iznillah (=Allah’ın iznine mazhar bir surette) cereyan eder.  

İMAM MEHDİ’NİN (AF) HAYATI

Mehdeviyetle ilgili gündeme getirilen eleştirilerden biri de İmam Mehdi’nin (af) gayb âleminde bulunması ve uzun yaşamıyla ilgilidir. Gayb âleminde hayatın imkânı ile ilgili şüphesi olanlar, aslında yukarıdaki ayetleri asla anlamamışlardır. Ayrıca Allah Teâlâ, kitabında böylesi bir hayatın imkânının yanı sıra tahakkuk ettiğini de beyan buyurur. Kur’an-ı Kerim,  bazı Peygamberler'in ölmeden önce mana âlemine alındıklarından bahseder. En bariz örnek İsa (a.s) dır.

Ve «Allah elçisi Meryem oğlu İsa'yı öldürdük» demeleri yüzünden (onları lânetledik). Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. 4/157

“Bilâkis Allah onu (İsa'yı) kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” 4/158

Bu ayetler, Yahudiler'in Hz. İsa’nın ölümüyle ilgili bütün şaibeli haberlerinin cevabını vermektedir. O, ne öldürülmüş ne de asılmıştır. Allah, onu kendi katına, yani hayatını idame ettirebileceği başka bir âleme aldığını ve o âlemde cismen ve ruhen yaşamakta olduğunu haber vermektedir. Hiç kuşkusuz “İzzet ve Hikmet” sahibi olan Allah’ın kudreti her şeye yeter.

İsa (a.s) ölmediğini ve onun ilahi ve manevi bir âlemde ve manevi bir mekânda yaşadığını ve hayatta olduğunu beyan eden bir diğer ayette Nisa Suresi 159. Ayettir:

“Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de o, onlara şahit olacaktır.”

Burada üzerinde durulması gereken asıl mesele Hz. İsa’nın (a.s) hayatta olup olmadığı meselesidir. Yukarıdaki ayetlerden yola çıkacak olursak şu kati sonuçlara ulaşırız:

Bir: Kesin olarak İsa (as) öldürülmemiştir.

 İki: Allah Teâlâ, onu kendi katına yükseltmiştir.

 Üç: Ehl-Kitap'tan hiç bir fert kalmayacaktır ki Hz.İsa’nın ölümünden önce ona iman etmemiş olsun.

Bu üç ayette ki ifadeler Hz. İsa’nın hayatta olduğuna delil olarak yeter.

Ayrıca Hz.İsa hakkında Hz. Muhammed’ten (s.a.a) rivayet edilen mütevatir hadisler, o hazretin ahir zamana doğru nüzul edeceğini ve İmam Mehdi (af) ile buluşacağını bildirmektedir.

Bizim burada asıl üzerinde durmak istediğimiz konu “Gayb âleminde” yaşam ve yaşayanların olup olmadığı meselesiydi. Özetleyecek olursak, gaybi âlemlerin varlığını inkâr etmek hiçbir akli delile dayandırılamaz. Kur'an mektebine göre gayb âlemleri mevcuttur ve o âlemlerde hayat cereyan etmektedir.

Yine Kur'an mektebine göre, bütün âlemler ve yaratılmışlar insan için yaratılmıştır: “Sizin için yarattım.”  Bütün her şey insanın emrine verilmiştir: “Sizin emrinize verdim/musahhar kıldım.” Dolayısıyla Allah’ın, dilediği salih kullarını bu âlemlerde yaşatması ve insanlığın hidayet ve saadeti için vazifelendirmesi önünde hiçbir bir mani yoktur. Bilakis bu âlemlere iman, Allah’ın azamet ve kudretini idrak için bir vesile ve O’na hakkıyla marifet diyarına açılan bir penceredir.

Muhammed Avci



Yeni yorum ekle