İMAM MEHDİ (a.f)

Pt, 06/03/2017 - 17:14

Felsefi ve İrfani bir bakış açıdan Mehdeviyyet inancı... 

İMAM MEHDİ (a.f) 

Sonsuz bir kainat deryası içinde yüzmekte olan dünya gemisinin kaptan kulesi, kaptansız olması akıl sahipleri tarafından kabul edilmesi mümkün olmadığı gibi; kaptanla birlikte gemi mürettebatınında olmasının zaruretine inanır. Zira her akıl sahibi; evrenin yaratıcısı olan Halık-ı Layezal’ın yarattıklarını kendi haline bırakmadığını ve evrenin içinde yüzdüğü deryanın her bir gezegeninin maddi ve manevi sorumluluk yüklenmiş ilahi görevlilerinin olduğuna inanır. Çünkü yaratılmış kainatın sahip olduğu değerlerin korunması için, her maddenin kendisinde var olan özü ve hakikatı korumakta olan bir tabakayı dikkate alarak dünya gemisinin kainat deryasında yüzerken belirlenen hedefe varabilmesi için sahibi tarafından görevlendirilmiş memurların olması; yaradılış kanununun kaçınılmaz bir ilkesi olarak kabul edilir.

Gelişi güzel ret veya kabul etmek, insanın yaradılış felsefesine aykırıdır. Zira insanı yaratan Allah, insanın aklını muhatap alarak kainattaki esrarı Hakk’ın gelişi güzel bir yaradılış olmadığına dikkati çekerek ve bir şeyin ret ve kabulünü ona göre ister. İnsan denilen varlık diğer varlıklardan farklı yaradılışı düşünen, tefekkür eden ve aklederek karar veren bir varlık olduğunun kanıtı yaratan Allah; onu muhatap alarak kainat üzerindeki görevini ona beyan eder ve şöyle der:  ‘’(Resulüm!) Biz; seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik .’’ 21/107

Ayetin metnine bakarak alacağımız ilham, bizleri evrenin her bir gezegenine götürerek insanın ne kadar geniş bir sahada görevlendiğini “vahyin” ışığında görme daveti yapılmaktadır. İlahi bir görevlendirme ile görevlendirilmiş olan Hz. Muhammed (s.a.a) özel bir imtiyazla insanlık alemine öncü bir nur olarak getirmiş olduğu Kur’an-i Mecid’le evreni tanıtarak insanların bu evrende üstün bir görevle “melekut aleminin” fevkinde bir yere sahip olduğunu gösterir.

Peygamber mektebinde eğitimini yapmış ve ilahi bir görevlendirme ile “velayet” görevine atanmış olan İmam Ali (a.s) asumanlar hakkında şöyle beyanda bulunur: ‘’Ben gök yüzündeki haritayı  ve yol güzergahını dünya haritası ve yol güzergahından daha iyi bilirim.’’

Bu mucizevi söz; insanı uzay gemisine bindirerek insanın varmış olduğu noktada ki ayak izini görmesini ister. Zira insanın derununda var olan hakikat nuru, kainatın işleyişinde ilahi bir görevlendirme ile görev yaptığını ve yapmakta olduğu manevi geziyle müşahede etmiş olacaktır. Çünkü insandaki bu hakikat meleklerin Adem’in (a.s) önünde secde etme emrine uyarak secde etmiştir. Evrenin bir parçasında gerçekleşmiş olan bu olay Adem’le Havva’nın üstün bir kimlikle evrenin en güzel veya evrenin tamamını kapsayan cennet misali olan bir mekanın kendilerine tahsis edilmiş olmasına işaret edilmektedir. Bu işareti Bakara suresinin 35. ayetinin metninden alınacak ilhamla kanıtlanmış olacaktır.  Ve dedik ki: ‘’Adem! Eşinle birlikte cennete yerleşin, oradaki nimetlerden istediğiniz şekilde bol bol yeyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer yaklaşırsanız zalimlerden olursunuz.’’

Dikkatle ayetin metnine bakacak olursak, Adem’in (a.s) derunundaki var olan hakikat baz alınarak; ona uygun bir yer tahsis edilmiştir. Tahsis edilmiş bu mukaddes mekandan öğretilmiş “ESMA” ile insan evrendeki görevini yerine getirmiş olsun; bu zaviyeden bakıldığı zaman  meleklerin; Adem’in ilmi karşısında aciz kalmaları Adem’in ilminin evrensel olduğunu kanıtlamaktadır. Çünkü melekler sadece yeryüzünde vuku bulacak ilme sahip olduklarından dolayı Adem’in kan dökücü ve fitne çıkarıcı boyutunu gördükleri için tahammulsüzlük yaparak itirazda bulunmuşlardır. Adem (a.s) Allah’tan aldığı öğretiyle meleklere yönelince; melekler şaşkınlık içinde hayretle ademin ilmi karşısında (bizim ilmimiz yoktur ancak Allah’ın öğrettiği kadar ile birazcık ilme sahibiz) derler. Ve Ademin evreni kuşatan ilmi karşısında acziyetlerini beyan ederler. Ve Adem’de var olan ilmi güç karşısında saygılı bir duruş sergileyerek Allah’dan emir gelince Adem’e secde ederler.

Bu oluşumların dünya gezegeninde olmadığı, ayetlerin zımnında gizli olan mana ile evrenin tamamına hükmeden bir mekanda olduğuna işaret ederek madde ile mananın iç içe olduğunu kanıtlar. Adem, melekler ve iblis üçlüsünün gerçekleştirmiş oldukları sahneden başarı belgesini alan Adem (a.s) “Velayet, Nübuvvet ve Risalet” görevini yapmak için dünya gezegenine dönmek için hazırlığını yapar ve emrin gelmesini bekler. Nihayet Bakara Süresinin 38. Ayetiyle bulundukları yeri terk etme emri gelir. ‘’Dedik ki: Hepiniz oradan inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de  her kim hidayetime tabi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.’’

Evet! İniş mekanı dünya havaalanı! Yeryüzünün bütün canlı varlıkları istikbal ediyor tayini yeryüzüne yapılmış Allah’ın halifesini; bazıları manevi bir gözle meleklerin onun önünde secde ettiğini görür ve ona karşı saygın bir duruş sergiler; bazılarıda yasaklanmış ağacın meyvasını yiyince düşmüş olduğu çirkin perdeyi görünce onun  yer yüzünde kan dökücü ve fesat çıkarıcı olarak görür ve ondan tiskinir. Nihayet yeryüzü insanoğlu için ana merkez üstü olarak kullanılmaya başlar. Bazen insan bu zeminden “uruc” (Yükselerek) ederek “Sidre-i Muntehada” miracını gerçekleştirir; bazen de azar, kan dökücü sıfatıyla dünyayı kana boyar ve fesat çıkarır. Bu iki insan; evrenin okyanusunda hareket etmekte olan yer küresinin içinde ger-çekleşir ama geminin kaptan kulesinde oturmakta olan kaptan sabırla taşımakta olduğu yolcusunu hedefine doğru hareketini devam ettirir. Bu hareket “madde ile mananın birleştiği” noktada yeni bir aleme kapı açılır ve gemiden ayrılma saati gelenler burada indirilir.

Yaratıcı Allah (c.c); Yaratmadan önce yaratacağının tüm ihtiyaçlarını yaratır. Yaratılmış her şey bir diğer yaratılmışın ihtiyacını karşılamak için yaratılmıştır. Her şey insan için yaratılmıştır; insan ise, Allaha karşı kainattaki görevini yerine getirmek için yaratılmıştır. İnsan özündeki özüyle tanıştığı zaman hem maddede hem de manada, hem dünyada hem de evrende görev yapma şansını elde etmiş olur. Buna kanıt olarak Kur’ani Hakim’den alacağımız ilhamla insanın evrende nasıl görev yaptığını görmüş olacağız.

‘’Allah o yüce zattır ki, içinde emri ve izni ile gemiler akıp gitsin, lütfundan nasiplerinizi arayıp şükredesiniz diye denizleri hizmetinize vermiştir. Hem göklerde ve yerde ne varsa, hepsini kendi tara-fından bir lütuf olarak hizmetinize veren de O’dur. Elbette bunda düşünecek kimseler için ibretler vardır.’’  54/ 12-13

Evet! Kainat ve insan!... Uçsuz bucaksız masmavi denizler ve okyanuslar; diğer bir yandan  masmavi gök kubbesi, ikisi arasında görevli bulunmakta insan! Emrine verilmiş ve insanın hizmetine sunulmuştur arz ile  sema; Bu insanın üstün yaradılışının ve güçlü kabiliyetinin ve azimli bir iradesinin olduğuna işaret  ettiği gibi, manevi değerlerle donatılmış melekler aleminin fevkinde “Seyr-i Sülük” yapma kabiliyeti de verilmiştir. Bunu kanıtlayan Rahman suresinin 33. Ayeti şöyle der: ‘’Ey cin ve ins topluluğu! Yapabilirseniz haydi göklerin ve yerin hududundan geçin bakalım! Ama geçemesiniz, ancak üstün bir güç, kuvvetli bir delil ve ilimle geçebilirsiniz.’’ Ayetin metninde insanın dünya hudutlarının dışında görev yapabilme kabiliyetine sahip olduğu görülmektedir. Bu kabiliyetler işleme konulduğu zaman insan evrende görev yapma şansını kazanmış olur. Dünyada sınavını başarıyla verenler kendi çaplarına göre evren içinde Allah’ın izniyle görev alır. Bu tezi kanıtlayacak deliller Musa (a.s)’ın kıssasıyla başlayarak Kur’an ayetleriyle ispatı yapılmış olacaktır. Rahman suresinin 33. Ayeti açık bir kanıttır şartlar tahakkuk ettiği zaman.

‘’Bir vakit Musa, genç adamına demişti ki:’’ Durup dinlenmeyeceğim; ta iki denizin birleştiği yere kadar varacağım, yahut senelerce yürüyeceğim.’’18/60

Manevi bir yolculuğun hazırlığında olan Musa (a.s) iki denizin birleştiği yere kadar yürüyeceğinin kararını alır. Hz. Musa (a.s) bu yolculuğa çıkmasındaki  mana, Allah tarafından, kendisinden daha bilgili olan ve evrende görevli bulunan Hızır (a.s)’ın haberi verilince  onunla buluşmak için yola çıkar. Yanındaki gençle birlikte iki denizin birleşeceği nok-taya doğru hareket ederler. Ayette geçen  iki  denizden maksat; müfessirler farklı yorumlar yapmışlardır. Ama Musa (a.s)’ın bu kıssasında var olan gerçek dünyadaki denizler olmadığına işaret edilmektedir. Zira kıssa içindeki gelişen hadiseler, dünyadaki teşri-i kanunlarla örtüşmemektedir. Ayrıca Musa (a.s)’ la Hızır (a.s)’ın arasındaki ilmi farkın “mana aleminde” tescili yapılmaktadır.  Ayrıca mana alemindeki görevli bulunan Hızır ile Musa’nın yapmış olduğu  manevi yolculukta vuku bulan hadise; Musa’yı şaşkına uğrattığı gibi beraber yürüyemeyeceklerinin de haberi verilir.

Musa (a.s)’la Hızır (a.s) ‘ın ibret veren kıssası: ‘’Her ikisi, iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuturlar. Balık, denizde (manada) bir yol tutup gitmişti.’’ 18/61

Derin bir tefekkürle insanı anlamaya zorlayan oldukça emik ve pur mana ve oldukça düşündürücü bir sahne koyuyor ortaya! Oldukça manidardır; buluşma noktasına gelindiği halde ve mucize olan balığında kayıp olmasına rağmen farkında olmayıp geçip gidilmesi epeyi düşündürücüdür. İnsanoğluna verilen büyük görev; madde ile manayı iç içe yaşatarak mucizeler yaratma gücüne sahip kılınmışlardır. Musa’nın hayatında insanlığın aklına durgunluk veren mucizelerin tahakkuk etmesine rağmen kendisinden daha üstün birinin göstereceği mucizevi ilimden istifade etmesi için yola çıkması; evrende ki  görevliyle tanışıp onun yüklediği görevi bilmek, öğrenmek ve tanışmak için Rabb’isinin emriyle yola çıkmıştır. Buluşma noktasını geçmeleri ve balığın mana alemine geçmesini fark etmeyişleri görevin ağırlığının vermiş olduğu yorgunluk ilk seansı kaybettirmiştir.  İz  takip ederek geri dönmesi ise evrende ki görevliyle tanışma arzusudur. Zira yer küresinin “Hücceti” evrenin tamamında görev yapmakta olan görevlilerden biriyle tanışıp onlara verilmiş ilimden istifade etmek için aynı noktaya geri dönüş yapar. Bu iz takibi ve dönüş

(Buluşma yerlerini) geçip gittiklerinde Musa genç adamına: Kuşluk yemeğimizi getir bize. Hakikaten bu şu yolculuğumuz yüzünden başımıza sıkıntı geldi, dedi.’’ (Genç adam) Gördün mü! dedi, kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı. O, şaşılacak bir şekilde denizde (manada) yolunu tutup gitmişti. ’’Musa: İşte aradığımız o idi, dedi. Hemen izlerinin üzerine geri döndüler. ’’Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. ‘’Musa ona: Sana öğretilenlerden, bana, doğruyu  bul-mama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı? dedi: ’’dedi ki: Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin.’’ (iç yüzünü) Kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabr edersin? Musa: İnşaallah, dedi, sen beni sabreder bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem.’’ (O kul) Eğer bana tabi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiç bir şey hakkında bana soru sorma! dedi: 18/62-70

Evet! Ayete yüklenmiş manaya doğru hareket edildiğinde Allah’ın insana vermiş olduğu  güç ve kabiliyetlerin nasıl işlediğini görmemek nankörlük ve körlükten başka bir şey olamaz. Bir yandan insan asumanları dolaşacak kadar ilime, hikmete ve marifete sahip iken diğer bir yandan ayağının önünü göremeyecek kadar kör olan insan, evrendeki var olan bu hakikatı inkar eder.

Evet! Musa (a.s) la Hızır (a.s)’ın bir araya gelmesiyle başlayan yolculuk esnasında Hızır (a.s) tarafından sahneye konulan üç olay; alemi manadan alemi maddeye sunulan ve ders alınması gereken ibretamiz  üç sahnedir, bu üç sahne üç tane önemli dersi insana vermektedir. Zalim ve diktatörlerin mazlumların mallarını nasıl  gasp ettiklerini ve mazlumun yanında olmayı gösteren sahne; İkinci sahnede; neslin korunması ve temiz nesil yetiştirip insanlık camiasına bırakılması; üçüncü sahnede; toplumun en zayıf ve güçsüz olanlarının hukukunun korunması ve teminat altına alınması.

Evet! Musa’nın öğretmeni Hızır (a.s). Bu pencereden iyice bak !.. Evrende ki işleyişe!.. Ne gizli sırlar var ve işliyor. Liyakat sahibi olanların arasında, insan ve evren ne kadar iç içe bir kavram. Bir bütünü ifade ediyor bakıldığında ayette ki manaya, evren ve insan birbiriyle adeta yarış halinde (EHED) diyorlar toplu halde tek bir noktada. Görmek mi istiyor insan, dikkatli okuması gerekir Hızır’la Musa’nın kıssasını, ölüm ve dünyadan ayrılma; yok olma veya irtibatını kesme anlamına gelmiyor, belki liyakat sahibi olanlar; Allah’ın izniyle irtibatlarını devam ettiriyorlar  dünyada ki ehli hal olan insanlarla, işte Musa (a.s)’ la Hızır (a.s)  açık delildir görmek ve inanmak isteyen insanlara.

 Süleyman (a.s) hayvanlar alemine hükmederek, rüzgarı da emrine alması ve bunu aşarak cinler alemine hükmederek emrine alıp dünya işlerinde onları çalıştırması; İsa  (a.s)’ ın ölmüş insanların, Allah’ın izniyle ruhlarını geri çevirmesi ve onlara yeniden hayat vermesi, ayrıca Allah’ın onu gaybi aleme alması ve tekrar dünyaya dönmesinin haberini vermesi alemlerin iç içe yaşadığını ispatlayan en açık delillerdir.

İsa (a.s)’ın mana alemine alınışını ve tekrar geri dönüşünü açık bir ifade ile Kur’an-i Hakim şöyle beyan eder:

Ve ’’Allah elçisi Meryem oğlu İsa’yı öldürdük‘’ demeleri yüzünden (onları lanetledik). Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar, fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu husus zanna uymak dışında hiçbir sağlam bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öl-dürmediler. Bilakis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir. Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de O, onlara şahit olacaktır. 4/ 157-159

Allah (c.c) bir kez daha sonsuz kudretini bu ayetlerle beyan ederek İsa (a.s)’ın kesin öldürülmediğini açıkça beyan ederek onu mana alemine aldığını  beyan ederek tekrar döneceğinin haberini de Nisa Süresinin 159. Ayetiyle vermektedir. Her ne kadar bazıları buna inanmasalar da ve farklı yorumlar getirseler de ayetin açık ifadesiyle tekrar geleceği açıkça ifade edilmektedir. Zira Ehl-i Kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de o, onlara şahit olacaktır. Artık bu kadar açık olduğu halde anlamamak veya tevile gitmek körlüğün alameti olur.

Bu kadar yıl nasıl yaşayabilir denilecek olunursa; Allah’ın kudretine gölge düşürülmüş olunur; eğer Allah’ın iradesi onun geri dönmesi ve görev yapması ise onu yaşatacak olan ve geri gönderen de yine Odur.

Niçin?.. Mana alemine alındı ve neden tekrar gönderilsin? Allah’ın verdiği haber üzerinden yorum yapılmaz; eğer O, dilemiş ise hikmetini de O bilir. Bize düşen ona inanmaktır. Şunu bilmek gerekir ki Allah (c.c) hiç bir şeyi muğlak bırakmamıştır; belki bizler aklı; nefsin esaretine mahküm ettiğimiz için anlamamaktayız; veya misyonerlerin oyununa gelerek kitabımızdaki verilen ilahi habere karşı çıkıyoruz. Halbuki insan aklını kullanacak olursa evren boş ve beleş yaratılmamıştır. Eğer biz evrenin tamamını bir nokta olarak alacak olursak onu   kuşatan müessir bir gücün ona hükmettiğini, his duyguyla kavrar ve işleyen bir düzenide müşahede ederek akılla onu onaylarız. Zira yaratan bizi şöyle haberdar eder: (İnne rehmeti ve siet kulle şey)” Benim rahmetim, her şeyi kuşatmıştır” fermanı gereğince işleyen kainat düzeninde rahmetiyle görevli kıldığı her şey bir şey için yaratılmıştır; bir şey de her şey için yaratılmıştır. Öyle ise yaratılmışlar birbirini tamamlayarak görevlerini yerine getirirken  “Eşref-i Mahlukat” olan insan; bunları murakebe etmesi ve düzenli hareketlerinde görevli bulunması ve verilmiş ilahi velayet görevinin de yerine getirmeleri aklın bunları onaylamasına mani olacak hiç bir gerekçe olmadığı da kabul edilir. İsa (a.s)’ın mana alemine alınması evrende yeni bir görevin verilmesi akla muhalif değildir. Tekrar dünyaya dönmesi “İlah-i Kudretin” kainatta ne kadar müessir bir güç olduğu ve dilediği şekilde tasarruf yapma hakkının zatında olduğu kabul edilerek akıl sahibi için teslim olmaktan başka çaresi yoktur. Seçtiği bazı kullarını mana aleminde bazılarını da maddi alemde ve bazılarını da hem mana aleminde ve hem de maddi alemde görevlendirmesi ve zatınında onlar üzerinde hakim olması kainatın işleyişinin dengelerini oluşturmaktadır. Nasıl ki farklı görevlerle dünyada ki işleyişe farklı  görevliler gerekiyorsa evreninde işleyişinde farklı görevlendirmelerin olması da akla uygun ve kabulü da zaruridir.

Hakikatın aynası; kainatın efendisi enbiyanın serçeşmesi alemlere rahmet peygamberi Muhammedi’nil Mustafa (s.a.a) yürümüştü  Rabb’isinin izniyle arzdan semaya; bu bir yürüyüşten daha fazla mana alemiyle maddi alemi iç içe yaşayarak evrende görev yapabilmeyi öğretmek ister insana; şuna dikkati çekmekte, insanın bir başka alemlerde de yaşama ve görev yapabilme ve çok kısa bir ara ile her ikisinde görünebilme ve görevini yerine getirebilme yaradılışına sahip olduğu kanıtlamaktadır. Bunun en açık ve bariz delili İsra Suresinde haberi verilen mirac olayıdır. Olayın metni Kur’an-i Kerim’de şöyle beyan edilir:

‘’Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O; gerçekten işitendir, görendir.” 7/1

Ayetin bu şekilde beyanı düşünen ve tefekkür eden akıl sahibi insanlara yaptığı çağrı liyakatli ve seçkin insanların evrenle nasıl iç içe olduğunu ve evreninde her bir yerinde güçlüğe uğramadan bi iznillah görev yapması insanın Allah’ın halifesi olduğunun açık delilidir.

Makalemize başlık olarak aldığımız, İmam Mehdi (a.s)’ın Şaban ayının onbeşindeki doğumunu anma, kutlama ve manevi feyzinden istifade etmek için bir araya gelerek bir konferans hazırlanmıştır.

Alemlere rahmet olarak gönderilmiş son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.a) soyundan imamların on ikincisi olan Muhammed Mehdi (a.s)’ın hakkında İslam ümmeti üç ayrı akideye ayrılmış bulunmakta!..

Bazıları Mehdi inancına bir şahıs olarak değil bir tefekkür olarak inanır; Mehdeviyet inancını ret eder.

İkinci grup Mehdi (a.s)  inancını kabul eder fakat kıyamete yakın bir tarihte doğacağına inanır.

Üçüncü grup ise; Resul-i Ekrem’in (s.a.a) kızı Fatime-tuz-Zehra’nın ve Ali-y-el Murtaza’nın sülbundan on iki imamın sonuncusu İmam Hasanel Askeri’nin oğlu olarak dünyaya geldiğini ve beş yaşlarında iken gayb-i aleme çekildiğine  ve bir gün tekrar geleceğine ve Ceddi Muhammed’in (s.a.a) dinini yer yüzüne hakim kılacağına inanırlar.

Birinci grubun hedefinde dinin özüne ve hakikatına saldırı vardır. Bunlar genelde batılılaşma sevdası içinde aydın geçinen insanlardır. Genelde manevi değerlere önem vermeyen ve inanmayan bu zatlar, dini kendilerine göre yorumlayarak; ya keskin çizgiler meydana getirerek,  manevi değerlere önem veren ve inananları şirk ve küfürle suçlayarak peygamber çizgisinde olanları kafir veya müşrik ilan ederler. Mehdeviyet inancına da bu gözle bakarlar; tekfir cemaatını oluştururlar. Bunlarda kendi aralarında üç kısma ayrılırlar; kravatlı takım elbiseli “Grand Tuvalet” yazar çizer takımı; ikinci kısmı ise uzun sakallı kesik bıyıklı kısa paçalı garip  giyimleriyle Ehl-i Beyt’i Resul’ün taraftarları olanları öldürmeyi vacip bilenler ve cihad ilan edenler; ve üçüncü grupları ise alimler kısmıdır; bu zatlar peygamber evlatlarının taraftarları olanları  müşrik olarak görür ve  öldürülmelerine fetva verirler; bunların programları ingilizler tarafından verilir,  maddi finansı ise Suudi Arabistan ve diğer kraliyetle idare edilmekte olan Arap ülkeleri tarafından karşılanmakta.

Tarih boyunca savaşla Müslümanlarla başa çıkamayan İngilizler; kurmuş oldukları misyoner okullarıyla İslam Ümmetini bu hale getirdiler. İngilizler tarafından kurulan misyoner okullarının açılışının üç tane hedefi vardır: Önce Allah’ın, Kur’an-i Mecid’te övdüğü İslam Peygamberi Hz. Muhammed’i (s.a.a), sıradan biri veya bir postacı olarak İslam toplumunun gündemine koyarak “Din-i Mubin-i İslamı” değersiz hale getirmek ve “olsa da olur olmasa da olur” düşüncesini İslam toplumuna kazandırmak. Ve peygamberle olan manevi irtibatı da şirk olarak inandırıp, peygamberle olan irtibatı kesmek. İkinci hedefte var olan ise; imamet ve velayet inancıdır. İslam toplumunu canlı tutan bu inancı beyinlerden silip demokrasi adı altında batının kabul gördüğü bir beyin mekanizması oluşturmaktır. Böylece insanları manevi yönden canlı tutan “Mehdeviyet” inancını şirk ve küfür olarak İslam Ümmetinin gündemine koyarak kendilerine hizmet etme kimliğini İslam adına onlara verirler. Üçüncü hedefte; İslam dinini; tahrif edilmiş batıl dinlerle aynı seviyeye getirerek tahrif etmektir. Bu nedenle dinler arası diyaloğu İslam Ümmetinin gündemine getirerek ve bu zaviyeden İslam dinini vurmak isterler. Bunlar “Gayb-i Alemlere” inanmayan ve Allah’ın şu ayetine muhalif hareket eden kimselerdir: ‘’Huden lil muttekin. Ellezinehum yuminune bil gayb’’ İçinde şüphe olmayan Kur’an-i Hakim; muttakiler için yol göstericidir. Muttakiler o kimselerdir ki gaybe inanırlar. Gayp; lugat olarak gözle görülmeyen ama varlığından şüphe edilmeyen ve var olan her şeye inanmak manasını taşımaktadır. Mesela: yedi kat sema, melekler, ahiret alemi, cinler alemi ve evrende var olan yaşamlarını Allah’ın emriyle sürdüren şehitler ve bu mertebede olanlar bizce görülmese de varlıklarını ve yaşamlarının devam ettiğini Allah haber vermekte: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rabb’lerinin katında yaşarlar, rızık-lanırlar. Allah’ın lütfundan ihsan ettiği nimetlere kavuşmaktan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine kavuşmayan müstakbel şehitlere, ‘’kendilerine hiçbir korku olmayacağına ve üzüntü hissetmeyeceklerine’’ dair de müjde vermek isterler. 3/ 169-170

Yüce İslam Peygamberi; Uhud savaşında şehid olanların varmış oldukları makamları görünce şöyle der: Keşke!.. kardeşlerim şu âli makamı görselerdi ve cihattan kaçmasalardı Allah (c.c) ‘’Ben onlara bu makamın haberini veririm demiş ve bu ayet nazil olmuştur.

Yukarda ki ayet ve hadisten alınacak ders; gaybi alemde yaşamlarını en güzel şekilde devam ettiren şehitler, elde etmiş oldukları makam ve nimetleri kendilerinden sonra gelecek olanlara haber verip müjdelemek isterler. Bu isteklerini maddi alemde olanlara Rahmet peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a) sağlar. Zira her iki alemde salahiyet sahibi olan Allah Resulü; maddi alemle mana alemini iç içe yaşayabilme liyakatini Allah ona vermiştir. Bu hakikatları görmeyenler zannediyorlar ki yoktur; sen görmüyorsan, bu alemler yoktur anlamına gelmez!

İslam ümmetinin bir kısmı da Mehdi inancına inanırlar, fakat henüz doğmamış ancak ahir zamanda doğacaktır inancını taşırlar.

Üçüncü gruba gelince; bunlar Mehdi (a.s)’ın doğduğuna ve hala yaşadığına inanırlar bizlerde bu inancı taşıyan mü’minlerdeniz.

Sorun şu: Önce Ben-i Ümeyye’nin kurmuş olduğu Süfyani okullarda, sonradan İngilizlerin kurmuş oldukları misyoner okullarında Ümmetin manevi ve maddi değerlerinin koruyuculuk görevini yüklenmiş imamet ve velayet inancına gölge düşürerek, onları mana aleminden ayırarak maddi alemin saltanatçı İslam’ına mahküm etmektir. Bunun karşıtında ilahi görevlendirme ile peygamberin mirasını yüklenen “İmamet ve Velayet” makamına inananlar bunların karşısında durarak peygamberin emanetini sahiplenmişlerdir. Bu iki cephe arasında fikri savaş olduğu kadar kanlı savaşlarda olmuştur. Misal: Cemel, Sıffin, Nehrevan ve Kerbela hak ve batılın savaş tarihi olmuştur ve hala devam etmektedir.

İkinci Sorun: Mehdi (a.s)’ mın bu kadar uzun yaşaması sorunudur. Yukarıda da beyan ettiğimiz gibi evren içinde yer almış ve hareket halinde olan dünya gemisinin hedeflendiği noktada hareket halinde olması bir kaptanın mürettebatıyle birlikte onun organizasyonunu yapması zarureti vardır. Zira her alem için bir “Hüccetin”, dünya içinde  Mehdi (a.s)’ın hüccet olarak görevlendirmesi ilahi kudretin Rabb’lık sıfatının tecellisidir. Çünkü  Allah; yarattıklarına farklı görevler vermesi; O’nun azametinin beyanıdır. Misal olarak: Allah (c.c) bizim tüm amellerimize şahit olmasına rağmen “Kiramen Katibini” bizim amellerimizi yazmaya görevlendirmiştir ve bizim onları görmeyişimiz onların  yokluğuna delil olamaz; biz görmüyorsak onlar yoktur anlamına gelmez; çünkü görmeyenler bizleriz  ama onlar hakikatte varlar ve haberini de Allah vermektedir. Mehdi (a.s)’ında dünya gemisinde görevli olması Allah’ın kudretine bir halel değildir, belki onun kudretinin onda tecelli etmesiyle  kainatın düzeni işlemektedir. Uzun ömürlü olması almış olduğu görevin iktizasıdır. Zaman dilimleri dünya standartlarına göre ayarlamış olursak büyük bir yanılgıya düşeriz; zira her alemin kendisine has zaman dilimi vardır. Onların bir günü: bizim altı ayımız kadar olduğunu haber veren peygamber mana alemindekilerin hayatta olduklarının uyarısını yapar. Mehdi (a.s)‘ın dünya gemisinde görev yaparken mana ile maddeyi iç içe yaşamaktadır; Hızır (a.s) gibi mana aleminde hayatı şekillenen Mehdi (a.s)’ın dünya gemisinde görev yapması ilahi azametin aynasından yansıyan görüntü, bizleri “Gayb-i Aleme” iman etmeye davet etmektedir. (Ellezine yüminune bil ğayb) fermanına inanarak mü’minlik kimliğini ortaya koymaktayız.

Gaybe iman; sadece “Zat-i Akdesi” ilahinin zatına iman etmek manasını taşımaz; zira ayet zata münhasır değil belki oldukça geniş manalar taşımaktadır; çünkü alemlerin varlığına iman O’nun zatına imandır. Zira var olan her şey O’nun Zatı’nın eseridir. Varlık alemin de ki görevlilerde zatın emir ve iradesiyle görev yapmaktadırlar. Mehdi (a.s)’ın gaybet aleminde olmayışını red etmek Allah’ın iradesine müdahale etmektir. Kainatı nasıl idare edeceğini ve kime görev vereceğini O bilir; zira bizim O’nun bilgisi hakkında bir bilgimiz yoktur; Maddi alemden gaybi aleme, gaybi alemden maddi aleme gidip gelen bir çok ilahi görevliler vardır; Kura’n-i Kerim bunun haberini şöyle verir: ‘’O gecede, Rabb’lerinin izniyle melekler ve Ruh her iş için iner dururlar. O gece esenlik doludur. Ta fecrin doğuşuna kadar. 97/4-5

Ayetin verdiği haber, mana aleminden bir görevi yapmak için maddi aleme iniş yapan melekler Ve Ruh; ta fecre kadar görevi yapmak için kaldıklarının isbatını yapar. Aynı zamanda maddeden manaya “uruç” eden ve mana alemindeki harikülade işleyişi elçisi Hz. Muhammed’e (s.a.a) göstermek ister.

‘’Bir gece, kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu  Muhammed’i (s.a.a) Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren O zatın şanı ne yücedir! Bütün nok-sanlıklardan beridir O! Gerçekten her şeyi işiten, her şeyi gören O’dur. 17/ 1

İsra Süresinin birinci ayeti şunu kanıtlıyor ki, Maddi alemden mana alemine  götürülen ilahi elçi, oradaki “Esrar-ı Hakk’ı” ve işleyişi seyreder ve kainatta ki görevlilerle tanışır. Bu tanışma faslından sonra “Sidre-i Munteha’ya” yükselerek İmam-ı Sakeleyn” görevini alır. Maddi dünyada görevini tamamlamak için tekrar evrendeki yüzen dünya gemisine dönüşünü yapar. Bu ayetlerin verdiği haberle Mehdi (a.s)‘ın gaybeti daha rahat anlaşılmış olacaktır.

İlahi bir görevle gaybete alınan imam Mehdi (a.s) gaybet süreci içinde yapılmasıyla yükümlü kılındığı görevini tamamladıktan sonra, imamet görevinin sürecini tamamlamak için ilahi bir irade ve izniyle zuhuru gerçekleşir. Bu zuhur; öyle bir dönemde  gerçekleşecektir ki insanlar akli buluğa ermiş ve mesajı alabilecek ilmi, ahlaki bir kemalete ermiş bir topluluk oluşturduğu zaman imamın zuhuru da gerçekleşmiş olacaktır.

Makalenin tamamını özetleyecek olursak kainatın tamamı bir bütün olarak birbirine bağlantılı işler. Evrenin her bir parçasında görevlendirilmiş görevlilerin birbiriyle irtibat halinde emrolundukları gibi görev yaparlar. Dünya da bu evrenin bir parçası olduğuna göre Mehdi (a.s)‘ın bu kürede “gaybetle şuhud” arasında kendisine verilmiş görevi yerine getirmesi akl-i selim olanlar tarafından kabul edilir; buna binaen maddecilerle maneviyata inananların arasındaki çizgi manevi alemde ki görevli bulunanlara inanmaktır.

Muhammed Avci



Yeni yorum ekle