ABD’de İran-Suudi anlaşması tartışması: Kendi kalemize gol attık

Per, 16/03/2023 - 11:47

Barış planı büyük bir anlaşmadır ve Çin’in buna aracılık etmesi de tesadüf değil...

Welayet News  - Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, 14 Mart 2023 günü ABD’nin etkili yayınlarından Foreign Policy’de Stephen M. Walt tarafından kaleme alındı. Walt, daha önce de yine aynı sayfalarda Washington’a ‘çok kutupluluğu kabul etme’ çağrısı yapmıştı. Çin’in arabuluculuğunda yapılan İran-Suudi Arabistan anlaşmasının, en azından ABD politika yapıcılarının bir kısmında şok etkisi yarattığı kesindir; Biden yönetimi Pekin’in rolünü azaltıcı açıklamalarla süreci az hasarla atlatmaya çalışsa da, ‘yeni dönem’e uyum sağlama çağrılarının artması tesadüf değil. Konu sadece Çin değil, İran’ın Ortadoğu’da hangi ittifak mimarisi içine yerleştirileceği de bir tartışmadır ve bölgeyi yeni bir savaşla karıştırma yönündeki eğilim de, özellikle Pentagon cenahında, büyümektedir. Walt’ın çağrısı, geç olmadan ABD’nin yeni uluslararası düzene ‘barışçıl’ bir şekilde uyum sağlaması içindir; elbette bu, dünyanın yeniden paylaşımı meselesini arka planı atmamaktadır. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.

Çin’in kolaylaştırıcı bir rol oynadığı Suudi Arabistan ve İran arasındaki yumuşama, Richard Nixon’ın 1972’de Çin’e yaptığı ziyaret, Enver Sedat’ın 1977’de Kudüs’e yaptığı gezi ya da 1939 Molotov-Ribbentrop Paktı kadar önemli değildir. Öyle olsa bile, eğer anlaşma devam ederse, bu oldukça büyük bir olaydır. En önemlisi, Biden yönetimi ve ABD’nin dış siyaset kurumlarının geri kalanı için bir uyarıdır, çünkü ABD’nin Orta Doğu politikasını uzun süredir sakat bırakan, kendi kendine empoze ettiği handikapları ortaya çıkarmaktadır. Aynı zamanda Çin’in kendisini, ABD’nin son yıllarda büyük ölçüde terk ettiği, dünyada barış için bir güç olarak sunmaya çalıştığının da altını çizmektedir.

Çin bunu nasıl başardı? Riyad ve Tahran arasındaki tansiyonu düşürme çabaları bir süredir devam ediyordu, fakat Çin devreye girerek iki tarafın anlaşmaya varmasına yardımcı olabilirdi çünkü dramatik ekonomik yükselişi ona Ortadoğu’da büyüyen bir rol verdi. Daha da önemlisi, Çin, İran ve Suudi Arabistan arasında arabuluculuk yapabilirdi çünkü bölgedeki ülkelerin çoğuyla samimi ve ticari ilişkilere sahip. Çin’in tüm taraflarla ilişkisi var ve iş yapıyor: Mısır, Suudi Arabistan, İsrail, Körfez ülkeleri ve hatta Suriye’de Beşar Esad. Büyük bir güç, nüfuzunu bu şekilde en üst düzeye çıkarır: Başkaları sizinle çalışmak isterse onlarla çalışmaya istekli olduğunuzu açıkça ortaya koyarsınız ve daha başkalarıyla olan bağlarınız onlara başka seçenekleriniz de olduğunu hatırlatır.

Buna karşılık ABD’nin Ortadoğu’daki bazı ülkelerle ‘özel ilişkileri’ var, diğerleriyle ise, özellikle de İran’la, hiçbir ilişkisi yok. Sonuç olarak Mısır, İsrail ya da Suudi Arabistan gibi bağımlı devletler, ABD’nin desteğini çantada keklik sayıyor ve ister Mısır’daki insan hakları, ister Suudilerin Yemen’deki savaşı ya da İsrail’in Batı Şeria’yı sömürgeleştirmek için yürüttüğü uzun ve acımasız kampanya söz konusu olsun, ABD’nin kaygılarını üstü kapalı bir şekilde küçümsüyor. Aynı zamanda, İslam Cumhuriyeti’ni izole etmeye ve devirmeye yönelik çoğunlukla nafile çabalarımız Washington’a İran’ın algılarını, eylemlerini veya diplomatik yörüngesini şekillendirme konusunda esasen sıfır kapasite bıraktı. American Israel Public Affairs Committee [AIPAC], Foundation for Defense of Democracies [FDD] vb. kuruluşların gayretli çabalarının ve Arap hükümetlerinin iyi finanse edilen lobi faaliyetlerinin bir ürünü olan bu politika, günümüz ABD diplomasisinde kendi kalesine gol atmanın en açık örneği olabilir. Washington bölgede barışı ya da adaleti sağlamak için fazla bir şey yapamayacağını göstererek Pekin’e meydanı boş bırakmış oldu.

Suudi-İran anlaşması aynı zamanda Çin-Amerikan rekabetinin önemli bir boyutunu da ortaya koyuyor: Washington mu yoksa Pekin mi diğerleri tarafından gelecekteki dünya düzeni için en iyi rehber olarak görülecek?

Amerika Birleşik Devletleri’nin 1945’ten bu yana üstlendiği küresel rol göz önünde bulundurulduğunda, Amerikalılar çoğu devletin, yaptıklarımız konusunda çekinceleri olsa bile, bizim liderliğimizi takip edeceğini varsaymaya alışmışlardır. Çin bu denklemi değiştirmek istiyor ve kendisini daha olası bir barış ve istikrar kaynağı olarak göstermek bu çabanın önemli bir parçası.

Kural olarak, dünyadaki çoğu hükümet barış ister ve yabancıların işlerine karışmasını ve onlara ne yapmaları gerektiğini söylemesini istemezler. Son 30 yıl veya daha uzun bir süredir ABD, diğer hükümetlerin bir dizi liberal ilkeyi (seçimler, hukukun üstünlüğü, insan hakları, piyasa ekonomisi ve diğerleri) benimsemeleri ve ABD öncülüğündeki çeşitli kurumlara katılmaları gerektiğini defalarca beyan etmiştir. Kısacası, ABD’nin ‘dünya düzeni’ tanımı doğası gereği revizyonistti: Washington yavaş yavaş tüm dünyayı müreffeh ve barışçıl bir liberal geleceğe doğru yönlendirecektir. Demokrat ve Cumhuriyetçi başkanlar bu hedefi ilerletmek için çeşitli araçlar kullandılar ve zaman zaman diktatörleri devirmek ve süreci hızlandırmak için askeri güç kullandılar.

Sonuçlar pek hoş değildir: maliyetli işgaller, başarısız devletler, yeni terörist hareketler, otokratlar arasında artan işbirliği ve insani felaketler. Bu listeye Rusya’nın Ukrayna’yı yasadışı işgali de eklenebilir, zira Rusya’nın saldırı kararı en azından kısmen ABD’nin Ukrayna’yı NATO’ya dahil etme yönündeki iyi niyetli ama kötü düşünülmüş çabalarına bir yanıttı. Bu hedefler soyut olarak ne kadar arzu edilir olursa olsun, önemli olan sonuçlardır ve çoğunlukla felaketle bitmiştir.

Çin farklı bir yaklaşım benimsemiştir. 1979’dan beri gerçek bir savaşa girmemiştir ve tekrar tekrar ulusal egemenlik ve iç işlerine karışmamaya bağlılığını ilan etmiştir. Bu tutum, Çin’in berbat insan hakları uygulamalarına yönelik eleştirileri saptırdığı ölçüde açıkça kendi kendine hizmet etmektedir ve Çin’in egemenliğe olan retorik bağlılığı, onu haksız toprak iddialarını ilerletmekten veya çeşitli yerlerde sınır çatışmalarına girmekten alıkoymamıştır. Pekin ayrıca eleştirilere karşı yersiz bir sertlikle tepki göstermiş ve diplomaside giderek artan bir kızgınlık ve direnişe yol açan kavgacı bir yaklaşım benimsemiştir. Kimse Çin’in, liderlerinin başarı şansının yeterince yüksek olduğunu düşünmesi halinde statükoyu değiştirmek için asla güç kullanmayacağını da varsaymamalıdır.

Öyle olsa bile, dünyanın dört bir yanındaki otokratların Çin’in yaklaşımından, ABD’nin ağır silahlarla ahlak dersi verme eğiliminden daha rahat olduklarını hayal etmek kolaydır. Otokrasilerin sayısı hala demokrasilerden fazladır ve bu fark on yıldan uzun bir süredir artmaktadır. Öncelikli amacı iktidarda kalmak olan yozlaşmış bir diktatör olsaydınız, dünya düzenine kimin yaklaşımını daha uygun bulurdunuz?

Ayrıca, dünyadaki çoğu ülke savaşın çoğunlukla iş yapmak için kötü olduğunu ve kendi çıkarlarını olumsuz etkilediğini bilmektedir. Büyük güçler arasındaki rekabetin kontrolden çıkmasını istemiyorlar çünkü bir Çin-Amerikan çatışmasının kendileri için olumsuz sonuçları olacağına inanıyorlar. Eski bir Afrika atasözünde söylendiği gibi, “filler tepişirken çimenler ezilir.” Dolayısıyla önümüzdeki yıllarda pek çok devlet, barış, istikrar ve düzeni desteklemesi daha muhtemel görünen büyük gücün arkasında toplanmayı tercih edecektir. Aynı mantıkla, barışı bozduğuna inandıkları büyük güçlerle aralarına mesafe koyma eğiliminde olacaklardır.

Bu eğilimi daha önce görmüştük. ABD 20 yıldan uzun bir süre önce Irak’ı işgal etmeye hazırlanırken, Almanya ve Fransa’daki müttefikleri BM Güvenlik Konseyi’nin güç kullanımına izin vermesine karşı çıktılar çünkü Ortadoğu’daki büyük bir savaşın eninde sonunda geri tepeceğini ve kendilerine zarar vereceğini düşünüyorlardı (nitekim öyle de oldu). Çin, Güney Çin Denizi’nde yapay adalar inşa ettiğinde ve Tayvan’ı güç gösterileriyle sindirmeye çalıştığında, komşuları bunu fark ediyor, Çin’den uzaklaşıyor ve birbirleriyle ve Washington ile daha yakın işbirliği yapmaya başlıyorlar. Başkaları sizi çözümün bir parçası olarak görmek yerine sorunun bir parçası olarak görürse, diplomatik konumunuzun aşınması muhtemeldir.

Biden yönetiminin çıkarması gereken bariz ders, dış siyaset başarısını kaç savaş kazandığımız, kaç terörist öldürdüğümüz ya da kaç ülkeyi dönüştürdüğümüzle tanımlamak yerine gerilimleri azaltmaya, savaşları önlemeye ve çatışmaları sona erdirmeye daha fazla önem vermektir. Eğer ABD, Çin’in güvenilir bir barış yapıcı olarak, başkalarıyla ilişkilerinde yaşamaya ve yaşatmaya istekli bir büyük güç olarak itibar kazanmasına izin verirse, başkalarını bizimle aynı hizaya gelmeye ikna etmek giderek zorlaşacaktır.

Suudi Arabistan ve İran arasındaki gerilimin azalması, stratejik bir bölgede ciddi bir çatışma riskini azaltan olumlu bir gelişmedir. Dolayısıyla bu yeni yumuşama, takdirin bir kısmını Pekin toplasa da memnuniyetle karşılanmalıdır. ABD’nin uygun tepkisi sonuçtan üzüntü duymak değil, daha barışçıl bir dünya yaratmak için aynısını ya da daha fazlasını yapabileceğini göstermektir. 

Stephen M. Walt / Foreign Policy - Çeviri: Erman Çete / Harici.com.tr



Yeni yorum ekle