Dinin Kaynağı

Pt, 20/02/2017 - 14:10

DİNİN  KAYNAĞI

Dinin kaynağı ve menşeinin ne olduğu konusu dini araştırmalar ve din felsefesi kapsamında tartışılan diğer bir çok konu gibi modern dönem insanının  dine ve dinsel inançlara yönelttiği sorular ve kuşkulardan doğmuştur. Bu bağlamda düşünsel bir çaba içerisine giren bir çok düşünür ve teorisyenin ilgi odağı,  bu soruları yanıtlamak  olmuştur. Bu doğrultuda çaba sarfeden düşünürler, bir yandan bilimselliği  ve akılcılığı temel alarak din ve dinsel inançların gerçeklik temelinden yoksun olduğunu varsayarken, diğer  yandan kendilerini insan hayatında  geniş bir yer  kapsayan bu inançların tarihsel etkinliği ve derinliği karşısında görürler. Bu durumda  şu soru bütün çıplaklığıyla kendini gösterir ; Nasıl olurda   bazılarınca   çoçuksu bir tevehhüm ve sanıdan başka anlam ifade etmeyen birşey  insanın ruhunda böylesine kök salarak hayatının her alanını bu düzeyde derinden etkileyebilir? Bilim  ve bilinç geliştikce dinsel inancın tedricen zeval bulacağı beklentisine  rağmen, insanın maddi ve manevi hayatının önemli bir kısmının bu inanç ve değerlerin etki alanında oluşu ve hatta gitgide ilerleme kaydetmesi bu problemi daha bir karmaşık hale getirir.

Yukardaki sorunun yanıtını bulmak için herkes kendi kanısına ve uzman olduğu bilim dalına göre bir şeyi dinin kaynağı olarak tanıttı ve bütün dinlerin kaynağının sadece ondan olduğunu belirtti. Bu bakışın  belirgin örnekleri sayılan Marx, Freud ve Durkheim’in yapmış oldukları analizlere değinmek mümkündür. Bu yaklaşım tarzı dinin tahlili analizinde son asırların özellikle 19. yüzyılın başlarında dini başka şeye indirgeyerek açıklamasını sağlayan yöntem olarak tanılmıştır. Adı geçen yöntemin izleyecileri söylenen varsayımlara dayanarak dinin başka bir şeyin göstergesi ve yansıması olduğunu söylüyorlardı. Diğer bir deyişle dinin ontolojik bağımsızlığına inanmayıp onu sosyal ya ruhsal ve biyolojik bir temel etkene inidirgenen bilinen bağımlı bir değişken şeklinde görmüşlerdir. Bu fikri akım sonralarda bir çok araçtırmacı tarafından özellikle fenomenolojik yöntem izleyicileri yönünden eleştiriye tabii tutuldu ve giderek bu son yöntem üstün çıktı.

Dinin kaynagı konusunda ileri sürülen görüşlerden ve bunların temsilcilerinden bir kacını biraz daha yakından tanıyalım.

SOSYOLOJİK BAKIŞLAR

August Comte(1798-1857)

Pozitivist felsefe ve sosyoloji biliminin kurucusu fransız filozof ve sosyolog August Comte’dur. O kendi dönemindeki deneyselci ve ampirist akımın etkisinde kalarak 20.yüzyıla damgasını vuran mantıksal pozitivizme ön zemin sayılabilecek pozitivist felsefeyi kurdu. Onun geliştirdiği pozitivist bakışa göre, evreni tanımak sadece bilimsel bir metoda yani deneyime ve tecrübeye dayanarak mümkündür. Buradan yola çıkarak  deneye ve  tecrübeye tabii tutulma olanağı olmayan olgu ve değerlerin tanınmasını imkansız görür. Comte, bu metoda “pozitivizm” ya “doğrulama yöntemi” adını verir. O’na göre pozitivist yöntem, insan zihninin değişim ve gelişiminin  en nihai aşaması sayılan pozitivst zihnin bir ürünü ve  bu güne kadar kullanılan yöntemlerin en gelişkinidir.

Üç Aşama

Comte bu konuyu açıklarken insan zihninin kat ettiği üç aşamaya ilişkin ünlü görüşünü ele aldı ; bu teoriyi göre insan zihini gösterdiği gelişim sürecinde üç aşamadan geçmiştir:

1-Teolojik aşama,

2- Metafizik aşama,

3-Pozitiv aşama

Aşamaların her birinde insan zihni olgulara, nesnelere karşı tutumu ve onların anlaşılması için özel bir yönteme baş vurmuştur. Teolojik aşama beşeri düşüncenin ilk gelişim dönemidir, bu dönemde insan varlıkları kendisi gibi güçlere benzeterek anlamaya çalışır. Comte’a göre bu aşamada üçe ayrılır; a- birinci dönem animizim diye bileceğimiz dönemdir. İnsan bu dönemde canlı cansız her şeyi kendisine benzer bir karaktere ve kişiliğe sahip olduğunu düşünür. Onun bakışında ağaçlar, taşlar, canlılar ve tüm şeylerde insanda olduğu gibi anlamak, irade etmek, sevmek, nefret etmek ve diğer insansal özellikler vardır. Evren insanımsı varlıklarla dolu ve tanınmaya elverişli sayılır.

b- ikinci dönem çok tanrıcılık ya şirk devresidir. Bu devrede türsel güçler ve ruhlar kişisel ruhların yerini alarak varlıkların dışında durur onları yönetirler. Örneğin her ağaçın kendi içinde bir ruhu barındırması yerine tüm ağaçların ötesinde kalarak onların hepisine eğemen olan ağaç türüne özgü bir ruhun varlığına inanmak giderek şekillendi. Böylelikle şirk dönemine has çok tanrıcılık inancı oluştu. İnsanlar dünyanın çeşitli bölgelerinde değişik tanrılara gerek bireysel gerek topluca taparlardı. Onların karşısında yakarışta bulunup övgüler yağdırarak problemlerinin çözümü için meded ve yardım isterlerdi. Tanrıların muhtemel azabı ve gazabına karşıda emanda kalmayı talep etmişlerdir. İnsanlarla tanrılar arasında vasıta işlevini üstlenen kahinler sınıfı ortaya çıkmıştır.

c-üçüncü dönem ise büyük dinlerin ortaya çıktığı tek tanrıcılık dönemdir. Önceki dönemi

çeşitli tanrıların her birisi bir türün ya da evrendeki güçlerin bir kısmının temsilcileridiler. Bu tanrılar zamanla gitgide birbirinde eriyerek kaynaşarak bir tek tanrının değişik özellikleri nitelikleri ve boyutları olarak algılanmıştır.

2-Metafizik aşama

Bu aşamada belirgin tanrıların ve ya tanrının yerini felsefenin soyut ve genel kavramları alır. Evren ve evrendeki her şey ilk neden , ilk hareket ettiren, akıllar zinciri ve buna benzer soyut fizik ötesi kavramlarla açıklanır.

3-Pozitiv aşama

Zihinin gelişerek geldiği nihai aşamadır. İnsan bu dönemde olguları gözlemekle ve onların arasındaki düzenli ilişkileri bağları bulup belirlemekle yetinir. Bu aşamadaki insan olguların nedenlerini bulmayı görmezlikten gelir ve olgulara hakim olan kuralları belirterek bununla iktifa eder.

Bunu yapmanın amacı sadece merak yada gerçeği arama duygusunun doyurulması değildir, belki doğal kaynaklardan yararlanmak ve zihnimize düzen vermek için daha çok güçlü olmaktır. Böyle bir hedefe kavuşmanın yolu gözlem ve deneydir. Bu yöntem bütün bilimlere uygulana bilinir. Tüm bilimler metafizik ve teolojik aşamaları geçerek pozitiv aşamaya ulaşacaktır. Ancak bu geçiş aynı zamanda ve bir şekilde değildir bazı bilimlerde pozitiv aşama daha erken gerçekleşmiştir. Söz konusu olan yöntem hatta günümüzde ilahiyyat ve metafizik alanına ait zeminlere genelleştirilebilinir. Doğa üstü varlıklara ve soyut nedenlere dayanarak açıklanan olguların bu yöntemle araştırılmaları gerekir. Ancak bu şekilde yani teolojik düşünce yönteminin pozitiv yönteme dönüşmesiyle gerçek sosyal reform meydana gelir.

Bu görüşe göre August Comte mevcut dinlerin hamisi yada onların bekasından yana olamazdı. Zira var olan dinler insan zihninin gelişimine özgü bir aşamanın ürünüdürler ve şu an o aşamanın zamanı bitmiştir. Mevcut bilimsel zihin ve düşünce artık soyut, fizik ötesi varlıkları, olguları ve tanrısallığa iman edemez. Bununla beraber August Comte insan için dinin varlığını gerekli görüyordu ve din olmadan toplumun buhrana ve çöküntüye düçar olacağını söylemiştir. Bu ikili düşünmenin sonucunda o geleneksel dinleri red etmesine rağmen pozitiv çağda aynı rolu ve işlevi görebilecek başka bir dini aramaya koyuldu aynı insanın birliğe ve olgunluğa olşan ihtiyacını karşılayacak, bireylerin duygularını , düşüncelerini dengede tutarak toplumda dengeyi sağlayacak ve aynı zamanda doğru bilimsel ilkelerin üstüne oturtulacak bir dinin peşindeydi. Comte’a göre bu yeni din insanlık dinidir. Bu yeni dinde kutsanan ve tapınma konusunu oluşturan insanlığın kendisi ya da insanların kalıcı özellikleri olgunlukları ve kazanımlarının bütünüdür. Yeni dinin kahinide sosyologtur. Sosyoloji ,toplumsal birlik ve beraberlik temellerinin anlaşılmasıyla ilgilenen bir bilim dalı olduğu için yeni dininde bir tür işlevsel sosyoloji olması ve sosyologunda bu yeni oluşan dünyevi dinin baş kahini olması gerekir. Bu yönüyle Comte izleyicilerinin çoğundan farklıdır, çünkü onların bir çoğu modern ve rasyonel bir toplumda dinin bütünüyle ortadan silineceğini söylemişlerdir. Onlara göre akıl tek başına insanların davranışına hakim olacaktır.

Araştırma ve eleştiri

1-Zihinin üç aşamadan geçme teorisi Comte’un açıkladığı biçimiyle bütün toplumlara uyarlanacak güçte görünmüyor. Başka bir deyişle toplumlar üzerine yapılan sınırlı bir araştırmadan elde edilem sonucları tüm toplumlara genelleştirilemez.

2-Comte’un yaptığı analizde bir tür dar görüşlülük var. Göze çarpan bu dar görüşe göre olaylara teolojik bakma onlara bilimsel yaklaşma ile çelişir ve bir arada toplanamaz. Şimdi şu soruyu sorabiliriz; Hangi kanıtla üç bilgi alanı oluşturan din, felsefe ve bilim bir arada toplanamaz? Gerçekten bilimsel, felsefi ve hem teolojik olan bir analiz olaylarla ilgili elde edilemezmi?

3-Çağdaş insanın yaşadığı tecrübe dini inanca, düşünceye olan eğilimi ve 20. yüzyılın sonunda dinsel hayata ve metafizik kavramlara değer vermesi Comte’un ileri dönük yapmış olduğu öngörü ve analizindeki tutarsızlığı ortaya çıkardı. Özelliklede bu durum deneysel bilimlerin zirveye çıktığı bir zamanda modern bilim uzmanları ve öğrencileri arasında meydana gelmiştir.

Emile Durkheim(1858-1917)

Fransalı ünlü bir sosyolog olan Durkheim dindar bir yahudi ailede doğdu ve katolik bir öğretmenin yanında eğitim gördü. Din üzerine araştırma isteği olmuşsada kişisel olarak “agnostik” birisiydi. Gitgide toplumsal araştırmalar alanında meraklı olmaya başladı ve araştırmalarını o alana odakladı. Yaptığı araştırmaların devamında ilk toplumsal bilimin, eğitim ve öğretim kürsüsünü kendi vatanının, üniversitelerinin birinde kurdu. Onun genelde tartışmaya yol açan çeşitli eserleri yayınlandı. Nihayet o, ömrünün son yıllarında teolojik araştırma sahasıyla ilgili en önemli ve ünlü eserini yayınladı. “Dinsel hayatın ilkel formları” adını alan bu kitap Durkheim’ın dinsel inançlar ve geleneklerin kaynağı hakkındaki ünlü teorisini kapsamaktadır. Bu kitap onun adını , din sosyolojisine en çok etkisi ve katkısı olan birisi olarak, teori üreten sosyolojinin en önemli isimleri arasına kaydetti.

Durkheim’ın teorisinin temeli insan hayatının önemli boyutlarını oluşturan kanunlar, ahlak, iş, eğlence ,aile, birey, bilim, kültürün ve bunlardan önemlisi dinin toplumun ürünü olmasıdır. O, adı geçen kitabında, toplumun dinsel inançların ve geleneklerin doğuşu ve şekillenmesinde nasıl rol oynadığını göstermeye çalışmasıdır. Onun görüşüne göre din hayali ve vehmi bir şey değildir, belki bütünüyle bir gerçektir ancak bu gerçek dindarların tasavvur ettikleri şey değildir. Dinin hakikatını anlamak için onun sembolik bir mahiyete sahip olduğu göz önünde tutmak gerekir. Ondan sonra sembollerin arkasından hakikata giden yolu buluruz. Böylese dinin gerçeği hangisidir? Çeşitli dinlerdeki farklı sembollerin arkasında varolan nedir? Durkheim’ın bu soruya vediği yanıtı anlamak ve onun bu konudaki teorisini aydınlatmak için öncelikle be teorinin varsayılan tanımları ve temel ilkeleriyle aşina olmamız gerekir.

 Durkheim dini şöyle tanımlar:

1-“Din kutsal şeylerle ilgili davranışlardan ve inançlardan meydana gelen bir bütünlük düzenidir. Yani diğer şeylerden farklı düşünülen, haramlar bölümüne giren şeyler ve onların etrafındaki inançlar, davranışlar , kendileriyle amel eden ve kayıtlı kalanların tümünü tek bir ahlaksal  toplulukta dayanışma içinde tutar.”

 Durkheim bu tanımda vurgulamak istediği şey “kutsal şeyler” kavramıdır. Ona göre dinsel düşüncenin temeli bu kavramdır. Dinsel inançların asıl özelliği metafizik değilidir, belki evrendeki şeyleri kutsala ve kutsal olmayana bölmektir.

2-Durkheim’ e göre toplum bireylerin işlevinden ayrı bir işlevi ve bağımsız bir kimliğe sahiptir. Toplum yalnızca zihinsel ve kavramsal bir şey değildir, belki değerler ve düşünceler , örfler, adetler, kanunlar ve dil gibi unsurlardan oluşan gerçek bir varlıktır.

Toplumun varlığı bireyden öncedir. Doğarken kendini bize gösterir, olgunlaşırken bizi  şekillendirir ve yaşam boyunca bize  önderlik ve yol göstercilik eder. Ölümden sonrada bekamızı sağlar. Toplumun kendi özllikleri, amaçları vardır.  Hedeflerine varmak için bireye baskı yapacak bir güçtedir. Bu amaçların bireyin amaçlarıyla uyuşması, ahenk içinde olması zorunlu değildir. Hatta çoğu zaman bireyin çıkarlarına ve isteklerine terstir. Toplumun birey üzerindeki hakimiyyeti maddi ve fiziksel baskı yoluyla değildir, belki toplumun ahlaki güçüne dayalıdır.

Toplum bireylerin duyarlı olmasına muhtaçtır. Bireylerden, toplumun birliği, beraberliğinin sağlanması, kurulması için bireysel isteklerini bırakarak toplumun istediğine  ve çıkarına teslim olmasını ister. İnsanlarda genel itibariyle isteğine boyun eğerler. Bunun nedeni ve toplumun üstünlüğü , değerliliği ve biryerde uynan saygı gösterme duygusudur.

3-Durkheim, dinin sabit, değişmez olan temel özelliklerini kavramak ve dinin asıl gerçeğini tanımak için dinin en yalın ve ilkel biçimlerini ele almanın gerekli olduğuna inanarak ve onların incelemesiyle dinin sonradan gelişmiş, ilerlemiş formlarında ve bir çok sembollerin arkasında gizlenmiş olan temel gerçeklerine varabileceğimizi ve bu yoldan büyük dinler konusunda bir teoriye ulaşabileceğini belirtmiştir. Onun din hakkındaki teorisi tam olarak bu yöntemin temeline ve Avusturalya nın ilkel kavimlerinin inançları ve gelenekleri üzerinde yapılan tahkik ve incelemeye dayanmaktadır.

4-Durkheim’in düşüncesinde Toteme tapma dinin en eski ve en yalın biçimidir. Diğer dinlerin tümü ilkel olan dinlerden ilkel olmayan büyük dinlere kadar ondan kaynaklanmıştır. Böylece Toteme tapmanın analizini ederek  dinin hakikatını ve doğasını anlayabiliriz. Bu din eskiden dünyanın bir çok bölgesinde varlığını sürdürmüş ve 18.,19. yüzyıllara kadar Avusturalya yerlileri arasında  varlığını sürdürmeye devam etmiş ve Spenser’in inceleme konusu olmuştur. Spenser’in araştırmaları Durkheim’in yaptığı incelemelerin asıl kaynakları arasında yer alır. Yüresel bir kelime olan Totem kuzey Amerika yerlisi olan bazı kabilelere ilişkindir. İlkel topluluklar nezdinde özel bir kutsallığı olan bu sözcğün anlamı her hangi bir bitki, canlı ve ya doğasal bir varlıktır. Totemist kavimler onun sayesinde bir tür akrabalık ve ait olma duygusunu yaşamışlardır. Totemi öldürmek  haram veya tabu bilinirdi. Onun resimleri kabilenin duvarlarına çizilerek kabilenin bir tür nişanı ve sloganı olmuştur. Totem’le ilgili veya onun rolünü oynayan her şey bu ilk topluluklar nezdinde kutsal ve saygın algılanmıştır. Onların dinsel törenleri ise Totem’in simgesi etrafında düzenlenirdi.

Durkheim’in dinin kaynağıyla alakalı analizi

Bu açıklamalardan sonra Durkheim’in dinin kaynağı hakkındaki teorisini açabiliriz:

Onun bakışına göre küçük, büyük olan tüm dinlerin kaynağı Totem’e tapmaktır. Toteme tapma ise topluma tapmanın simgesidir. Öyleyse bütün dinlerde tapılınan ve kendisine doğa üstü özellikler nisbet edilen varlık toplumdan başka bir şey değildir. O bu süreci açıklarken şöyle söyler: “ Totem’e  tapınma yüzeysel biçimde göze görünenin tersine bir canlıya ve ya bitkiye tapmak değildir. Onun gerçeği bundan başka bir şeydir.

Totem’e tapınma bu varlıkların her birisinde bulunan ve onların hiç birisiyle birleşmeyen belirsiz, isimsiz bir güce tapınmadır. Hiç bir varlık bütünüyle ona sahip değildir belki her şey onda ortaktır.”

Bu güç bireylerden önce vardır ve onlardan sonrada bâki kalacaktır. Ardarda gelen kuşaklara güç vermiş, verecek olanda o’dur. Eğer söze musamahayla devam etmek istersek diye biliriz ki; Durkheim’in Totemden kast etmek istediği sayısız şeylere yayılan ve evrenin içinde duran tarihsiz, isimsiz ve kişilikten yoksun bir tanrıdır. O bu belirsiz, nişanesiz ve ölümsüz güce Totem ilkesi adını verir ve onca bu güç çeşitli geleneklerde kültürlerde değişik isimlerle adlandırılan şeyin kendisidir.

Bu gizemli ve ölümsüz gücün gerçeği nedir? Neden kutsanır? Durkheim’e göre  totem ilkesi bitki ve ya herhangi bir canlı biçiminde algılanmış ve belirginlik kazanmış olan toplumun kendisidir. Ancak toteme tapanlar sorunlarını çöze bilecek isteklerine yanıt verebilecek olan evren üstü bir varlığa taptıklarını sanmışlardır.

Toplum elinde tuttuğu gücün sayesinde tanrısal duyguyu uyandırmak için gereken tüm şeylere sahip olması bu kutsama ve itaat etmenin nedenidir. Çünkü tanrı’nın kendisine tapanlara aşıladığı haletin aynısını toplum kendi üyelerine aşılar. Nasıl ki tanrılar kendilerine tapanların düşüncesinde onlardan üstünse, onlarda bağımlılık duygusunu icat ederek itaat etmeye çağrıyorsa toplumda aynı şekilde bireylerin itaatlerini ister. Her kesin bireysel çıkarları, istekleri bir kenara bırakarak toplumun emirlerine ve isteğine uyması, toplumun kurulması, birliği ve beraberliliğin gereksimidir. Bundan dolayı toplum tüm tanrısal özelliklere sahiptir. Daha doğru bir deyişle bu nitelikler asıl olarak toplumundur, ancak insanların düşüncesinde evren ötesinde olan tanrısal ve kutsal bir varlığa yansıtılmıştır.

Durkheim yansıtma sürecini şöyle açıklar; insanlar normal koşullarda ve kişisel hayatın gündelik davranışlarında bu tür özellikleri yakalayamazlar. Ancak duyguların galayana gelmesi kabilevi toplanmalar ve bayramlar gibi özel şartlarda birey  hiç bir zaman tek başına elde edemeyeceği duyguları ve etkinlikleri yakalayabilir. Böyle şartlarda bireyi öyle bir çoşku tutar ki artıkkendisini tanımaz ve dışsal bir güçün eğemenliğinde olduğunu hissederek bireyliğini toplumun dalgalı denizinde bırakarak normal yaşamdan çok farklı bir yaşam alanına girer. Bu tecrübeler tekrarlayınca giderek bireylerde iki ayrı sahanın var olduğu düşüncesi oluşur. Biri heyecan ,çoşku, neşe ve enerji dolu toplumsal coşku sırasında bireyleri içine alan sahadır. Diğeri sınırlı, eksik ve yorucu olan maddi ve günlük yaşamın gerçeklerini içine alan saha’dır. Biri kutsal şeylerin alanı diğeri kutsal olmayan şeylerin alanıdır. Bu ikili bakış evreni kutsal ve kutsal olmayan  iki saha’ya ayrımak daha önce işaret edildiği gibi dinsel davranış ve inancın temelidir. Durkheim bu sürecı şu ibarette özetler: “ Dini düşünce, toplumsal heyecan ve çoşkudan doğar.”

Durkheimin ortaya koyduğu teori şu satırlarda özetlemek mümkündür; nihayi tahlilde dinsel gelenekler ve inançlar toplumsal gerçeklerin sembolik açıklamasıdır. Böylece dinin gerçek amacı rasyonel değil belki sosyal ve toplumsaldır. Din insanları derin çoşkular ve duyguları ibraz etmeye kadir kılan simgeleri ve töreleri ortaya çıkarır. Din beyan edilen bu duygular ve heyecanlar yoluyla insanları toplumla kaynaştırarak onun sağlam ve dinamik kalmasına yardımcı olur. Bundan dolayı Durkheim’in nezdinde dinsel gelenek ve görenekler dinsel düşünce ve akidelerden daha çok önemlidir.

Durkheim düşüncesinde bazı dinsel inançlar ve davranışların tahlili

Ortaya koyduğu teorisine dayanarak durkheim’in açıklamaya çalıştığı dinsel temel davranış  ve inançlar arasında ruh inancı, ruhun ölümsüzlüğü, dinsel riyazetler, perhizler ve adaplara değinebiliriz. Ona göre ruh inacı toplumsal ruhun refleksidir. Nasıl ki toplum bireylerin zihninde ve onların yoluyla var olduğu yolda bireylerden üstünse, ruhun da kendisine inananların düşüncesinde maddeden üstün ve maddeye eğemen bir gerçek olmasıyla birlikte onda yer edinmiştir. Hakikatte ruh bireyin öz vicdanıdır ve onu topluma karşı olan görevlerine vakıf kılan onun içindeki toplumun sesidir. Ruhun ölümsüzlüğü ise toplumun kalıcı olduğunu gösteren bir nişane ve simgedir. Bireyler ölür ama toplum kalır onlardan önce var olduğu gibi onlardan sonrada var olacaktır. Dinlerde görülen riyazet çekme eylemleride toplumdaki düzen ve dinamikliğin kalıcı olması için bireyin kişisel isteklerini bir yere kadar sınırlı tutması gerektiğinin sembolik bir ifadesidir. Dinsel gelenekler, göreneklerde toplumsal bir özelliğe ve kavrama sahiptir. Öncelikli işlevleri bireylerin onların kanalıyla toplumla kendi aralarındaki mîsakı yenilemeleridir ve onların topluma, toplumun da onlara ait olduğunu hatırda tutmaları gerekir, ancak bu şekilde toplumsal birlik ve dayanışma kurulmuş olur.

Araştırma ve Eleştirme

Durkheim’in dinin kaynağıyla ilgili geliştirdiği teoriye günümüze değin bir çok eleştiri yöneltilmiştir. Burada onlardan bir kısmına değinmek istiyoruz :

1-Durkheim’in görüşleri  Spenser’in Avusturalya’daki bazı kabileler üzerine yaptığı incelemelere dayanır. Bu husuta ilk olarak söylenmesi gereken özel bir deneye dayanan sonuçların genelleştirilmemesi ve dinin temel gerçeğini o deneye göre belirtilmemesidir. İkinci olarak Spencer’in yapmış olduğu deneylerin sonucuyla  Durkheim’in bu deneylerin sonucu üzerine oluşturduğu teoriler arasında tutarsızlık görükürse bu teorilerin altı oyulmuş, temelsiz  kalmış olur. Nitekim yukardaki her iki zeminde kuşkular doğmuş ve Durkheim teorisinin bir bölümünü oluşturan totemizimle ilgili  kanıtlar ve yorumların  büyük bir kısmı sosyologlar ve antropologlar tarafından red edilmiştir.

2-Durkhem dini tanımlarken bütün toplumlarda dinin kutsal şeyler ve kutsal olmayan şeylerin ayrımından başladığını hatta dinin metafizike inanma olmadığını açıkca beyan eder. Çünkü ilkel insanlar için metafizik fizikten ve doğadan ayrı değildir. Durkheim’e yanıt olarak şunu belirtmek  gerekir. Bedevi insanların metafiziğe ilişkin hiç bir tassavura sahip olmamaları doğru değildir. Her ne kadar onlar bizim metafizikten  elde  ettiğimiz tassavurun tıpkısına, aynısına sahip olmasalarda, olaylardan elde ettikleri sezgisel ve metafiziksel algılar bizim bu günkü algılarımıza yakındır. Buna ilaveten ilkel insanlar özellikle Durkheim’in belirttiği şekilde kutsalı kutsal olmayandan ayırmazlar.

3-Durkheim toplumsal ve tanrısal özellikler arasındaki benzerlikleri, dinin temel konusu olan tanrısallığı toplumdan başka birşey olmadığına kanıt gösterir, ama şu soruyu sormak yerinde olsa gerek ; yalnızca bu ikisinin arasındaki  benzerliklerden  hareket etmekle bu sonuca ulaşılabilinir mi? Bunun ötesinde Durkheim yalnızca kendi amacıyla uyuşan  ve hedefiyle aheng içinde olan  bazı toplumsal özelliklere değinmiştir.

4-Durkheim’in geliştirdiği terorinin temel sorunlarından biride indirgemedir. O, toplumsal yapıyı temel ve gerçek olduğunu  dinin ise  yalnız bu yapının tecellisi ve yansıması olduğunu söyler. Toplum belirleyicidir, din ise belirlenendir. Böylelikle  dini onun dışında  kalan bir şeyi yani toplumun ihtiyaclarına ve zorunluklarına indirger. Dinsel gelenek ve inançlar çeşitli toplumsal işlevlerle sahip olmaları kuşkusuzudur, ancak dinin sahip olduğu amaçlar  ve sonuçlarının kenarında toplumsal bir işlevinin olduğunu söylemekle onun sadece sosyal bir işlevi gördüğünü söylemek arasında çok fark vardır. Dine bir boyutla yaklaşmak saptırıcıdır.  Çünkü dinin diğer boyutlarından gâfil kalmaya yol açmaktadır.

5-Başta peygamberler olmak üzere bir çok büyük insanın toplumun karşısında durması yalnızca toplumun din ve ahlak yapısını icat etmediğinin bir göstergesidir. Belki dinsel inaçlar toplumun din ve ahlaktan daha çok bireyleri etkiler. Gerçeğe bakılırsa dini inançlar toplumun ürünü olmasından ziyade toplum onların ürünüdür.

6-Durkheim din ve dinsel türeleri toplumun birliğini sağlayan ve koruyan bir etken olarak bilir, halbuki dinlerin farklı olması ve değişik fırkaların ortaya çıkması aynı şekilde toplumsal birliğin bozulmasında neden teşkil edebilir.  

Kuran’ın dinin kaynağıyla ilgili beyanı:

Her nekadar ele aldığımız konu temel olarak akılsal bilginin konularından sayılsada nakli bilginin gözüylede konuya kısa bir şekilde değinmek yararlıdır.

Burada nakli bilgiden kastımız Kuran ve elimize varan sahih hadislerdir. Özet olarak Kuran’ın dinin kaynağı hususundaki açıklaması şöyledir:

Kuran’ı okuduğumuzda dinlerde temel bir kavram olan “vahiy” ile karşılaşırız. Vahiy Allah’ın peygamberler yoluyla insanlara göndediği bir mesaj ve çağrıdır. Vahiy evrensel bir olgudur. Kuran şöyle buyurmuştur: “ Her ümmet için bir Resül vardır.”[1]

Tüm peygamberlerin çağrısı tevhid olmuş, insanları bir olan ilaha ibadet ettmeye davet etmişlerdir. Kuran  hazreti İsa’nın israil oğullarına söylediği sözü hatırlatırken şöyle buyurur: “Ben size gelen Allah’ın elçisiyim ve Tevratı doğrularım ve benden sonra Ahmed olan bir elçinin geleceğini müjdelerim”[2] görüldüğü gibi Kuran’ın bakışında bütün Peygamberler birbirlerini tastik etmiştir.

İlahi peygamberlerin genel görevi toplumları hidayet etmektir. Onların getirdikleri mesajın muhtavası birdir. Vahiy ve Nübüvvet insanlar için hüccetin tamam olması  ve bahane kapısını kapatan yegane yoldur. Eğer peygamberler gönderilmemiş olsaydı ilahi ahkam tebliğ edilmez ve insanların sadece akılla doğru ve yalnışı bulma olanağı olup, zülüm ve fesad işleselerdi Allah katında sorguya tabi tutulmazlardı. Bu konu hakkında Kuran’i Kerim buyuruyor: “ Biz Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahiy ettiğimiz gibi sana da vahiy ettik....Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların Peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve kerem sahibidir.[3] Bu ayetlerden anlaşıldığı gibi semavi dinler isanların Allah’a karşı kanıtları ve bahaneleri kalmaması için Allah’ın iradesi gereğince nazıl olmuştur.

Kurani bakışta her şeyi yaratan Allah tüm varlıkların kaynağıdır. Eğer Allah var olmasaydı diğer varlıklarda olmayacaklardı. Varlık, kudret, ilim, hikmet ve kemaleti ifade eden diğer sıfatlar esas itibariyle Allah’a aittir. Yani Allah onları başkasındanborç etmemiştir belki onların aynısıdır. Bundan dolayı Allah neden vardır? Niçin hekimdir gibi sorular anlamsızdır, tuz neden tuzludur sorusu cinsindendir. Kuran’a göre her şeyden önce ve sonra olan tüm eşyayı ihate eden ve kapsayan Allah’dır, ezeli ve ebedidir. O ne topumun ne bireyin ve nede hiç bir şeyin yansıması ve tecellisi değildir, tam aksine onun dışındaki bütün varlıklar onun yansıması tecellisi ve ayetidir. Kuran’a göre Allah’ın dışında kalan tüm varlıklar birer ayetdir. Ayet başka bir varlığın alameti , nişanesi ve onu gösterendir. Kuran’ın dünya bakışının merkezinde Allah vardır, bunun aksinde modern düşüncenin merkezinde insan vardır. Dinsel bakışta Allah duyu organlarıyla hiss edilmesede insan bilgisi onu kapsamasada diğer ieylerle kiyas edilmeyecek kadar gerçektir, yani her gerçekten daha gerçektir, oysa humanist bakışta insan böyle bir özelliğe sahiptir, diğer varlıklar insana yakın oldukları miktarda gerçek ve hakikilerdir.

Kuran’a göre insanıda toplumuda yoktan var eden Allah onların ürünü olamaz, aksine insan ve toplum diğer şeylerle birlikte Allah’ın mahluklarıdır. Kuran’ın dünya görüşünde Allah eğemen, hakim ve mutlak iradeye sahiptir. O insanı yarattığı için ve onu kendisinden daha iyi tanıdığından insanın nasıl hidayet olucağınıda o bilir. Hadi sıfatına sahip olan Allah insanların hidayeti için peygamberler göndermiştir. O peyğamberleri göndererek insanların hidayet ve kurtuluşa kavuşmalarını irade etmiştir. Netice olarak hidayet vesilesi olan dinin kaynağı vahiydir, vahiyin kaynağı ise Allah’dır.

 

Nurullah Akpınar

[1] Yunus 47

[2] Saf 6

[3] Nisa 163-165



Yeni yorum ekle