HAK VE HAKİKAT ÜZERİNE (1)

Pt, 30/01/2017 - 14:12

Hakikat arayışı, insanoğlunu bütün diğer varlık türlerinden farklı ve ayrıcalıklı kılan en temel özelliklerindendir. Bütün varlıklar içerisinde sadece insanın sahip olduğu bu eğilim, bu türün varlık alemi, kendi varoluşu ve içinde yaşadığı esrarengiz

HAK VE HAKİKAT ÜZERİNE (1)

GİRİŞ

Hakikat arayışı, insanoğlunu bütün diğer varlık türlerinden farklı ve ayrıcalıklı kılan en temel özelliklerindendir. Bütün varlıklar içerisinde sadece insanın sahip olduğu bu eğilim, bu türün varlık alemi, kendi varoluşu ve içinde yaşadığı esrarengiz kainatla yüzleşmesine farklı ve özgün bir boyut kazandırmış bütün varoluşa daha etkin ve derin bir şekilde katılımını sağlamıştır. Bu eğilim insanoğlunu varlığın hakikatini keşfetmek, kendi varoluşunu anlamlandırmak ve evrenin sırlarını çözebilmek için sonu gelmez bir yola sevketmiş bu yolda nice badireler atlatmasına ve nice mesafeler katetmesine vesile olmuştur.

Kah, “Enfüs” aleminde; kendi varlığının derinliklerinde yol almış hikmet erbabının  “ilk kendini tanı” desturuna binaen binlerce yıllık hikmet ve felsefe tarihinin temellerini atmış  kah , marifet dergahının kapılarına dayanmış “Fena” meydanının tam ortasında “şühud” badesi  ile mestolup semaya durmuştur.

Kah, “Afak” alemini ve kainatın cilvelerini seyre dalmış, evrenin esrarını çözmek ve şu çevresini kuşatan tabiatı tanıyıp ram edebilmek için binlerce yıllık gözlem ve deneme- yanılma macerasının uzantısında,  bilim ve tekniğin bu gün için bile muhteşem ve göz kamaştırıcı sarayını inşa etmiş kah, estetik duyarlılığın ve sanatsal yaratıcılığın zirvesine ulaşmış doğaya ve insan hayatına ölümsüz renkler katan şaheserler yaratmıştır.

Evet, insanoğlu bugün de, uzun bir hikmet ve marifet tarihinin mirasçısı olarak kendi türünün binlerce yıldır gün geçtikçe daha bir yetkinleşen bilgi, beceri ve sanatçı ruhunun bir ürünü olan bilim, teknik ve sanatın yaşamak için daha bir elverişli kıldığı dünyamızda hakikat arayışını sürdüre durmakta bu paha biçilmez cevheri keşfedebilmek için her yola başvurmaktadır. Bu yollar bazen çıkmaza bazen bir uçurumun kenarına varsada bu arayış insan ve insanlık varoldukça hep devam edecektir. Doğrudur, hak ve hakikat karşısında duyarsız, kör, sağır ve dilsiz birey ve topluluklar da  hep var olmuşlardır. Tabii ki insan türünün bu en temel özelliğini yitiren birey ve topluluklar gerçekten de insanlıklarını yitirmiş, Kur’anı Kerimin tabiriyle “Gözleri var görmezler, kulakları var işitmezler …Onlar akledip düşünmezler” sınıfına dahil olmuşlardır.

Kuşkusuz, yer yer insanın nevine mahsus özellikler ve fonksiyonlarını yitirdiği, fıtri değerlerine yabancılaştığı ve gaflet-cehalet perdesinin bütün varlığını kuşattığı dönemler yaşadığı bir vakıadır. Ama aynı şekilde bazı yer ve zamanlarda Hakikat arayışı bir rüzgar misali öylesine güçlü bir şekilde esmeye durmuş, varlık sarayını kuşatan esrar perdelerini öylesine cüretkar bir şekilde aralamayı başarabilmiştir ki Hakkın tek bir cilvesi ile şu, alemlerin en karanlığı olan dünyamız nura gark olmuş yüzlerce hatta binlerce yıl yaşayacak medeniyetler bu tecellinin aydınlığında doğup gelişmişlerdir. 

Gerçekte yeryüzünde tahakkuk bulmuş bütün büyük uygarlıklar hakikatin bir cilvesi bir yansımasıdır. Bu uygarlıklar sayesinde yeşerip serpilen bilim ve hikmet ağacı gün geçtikçe daha bir göğermiş dal budak salmıştır. Öyleki şu içinde yaşadığımız çağda bilimsel, felsefi ve sanatsal dal ve ekoller sınırlanamaz bir gelişme içerisine girmiş teknoloji ve sanatsal yaratıcılığın alanı normal bir zihnin algılayamacağı boyutlara ulaşmıştır. Tabii ki, ulaşılan bu nokta ulaşılabilecek en son ve nihai nokta değildir. Belki insan türünün sahip olduğu bütün istidat ve yetenekler ve insan yaşamının bütün boyutları göz önüne alındığında varılan bu aşama bir ilk basamak olarak değerlendirilebilir.

Aslında önemli olan ve burada gündeme getirmek istediğimiz mesele, bu gelişmenin nicel boyutları değildir. Asıl mesele İnsanın, bütün varlığını kuşatan ve bütün bu gelişme ve tekamülün ve  maddi-manevi  kazanımlarının kaynağı olan “Hakikat” karşısındaki konumudur. Bilindiği üzere bütün diğer canlı türleri içerisinde sadece insan, hayat yolunu akıl, idrak, özgür irade, seçim ve amelleriyle belirlemek zorundadır. Buna göre düşüncesinde kesinlik kazanmış bir hakikat bilgisi ve bilinçli bir seçimin sonucu olan amel ve pratikten yoksun bir  insanın gerçek anlamıyla “insani” bir yaşam sürdüremeyeceği açık olsa gerek. Peki bu bilgi ve bilince nasıl erişilir? Bu bilginin gereği olan yaşam tarzı ve bu yaşamın ilke ve yükümlülükleri nasıl tesbit edilir?

Acaba insan salt akli, bilimsel veya manevi-irfani yöntemlerle bu bilgi ve bilince erişebilirmi? Dahada önemlisi bu bilgi ve bilincin nesnesi olan hakikat nedir? Bu hakikat

insanın bilgi ve bilinç dünyasına sığarmı?

Bu ve daha da çoğaltabileceğimiz sorulara geçmeden önce konumuzun ana mihveri olan  “Hak”  ve  “Hakikat”  kavramlarını açmaya çalışalım.

HAK VE HAKİKAT

Bu iki kavram, kullanıldıkları alan yada disipline göre farklı anlamlar ifade ederler:

Bir kavram, önerme yada inancın sıfatı olarak kullanıldığında “Hak”  sözkonusu kavram, önerme yada inancın gerçekliğe uygunluğunu ve delalet ettiği anlama intibak ettiğini ifade eder. Hak kavramı bir insanın amel ve eylemlerini vasıflandırmak için de kullanılır; Bu bağlamda bir amel ve eylem eğer  belirli bir hedef doğrultusunda gerçekleşiyor ve bu hedefin tahakkuku ile sonuçlanıyorsa “hak”, boş, amaçsız yada amaçlanan hedefle uyumsuz bir karakter sergiliyorsa “batıl” olarak nitelendirilir.

Felsefi anlamda hak, bir kavram, önerme yada inancın konusunun “gerçek” olduğunu hayali, hurafi yada bir sanı olmadığını anlatır. Bu bağlamda gerçekliği, vuku-u ve ispat edilebilir bir varlığı olan herşey hak, bu nitelikleri taşımayanlar ise “batıl” bilinir. Yine bu çerçevede bilfiil varlık kazanmış, objektif ve ayni gerçekliği olan herşey hak, henüz kuvve aşamasında olan, fiiliyyet bulmamış ve nesnel bir gerçeklik kazanmamış şeyler ise batıldır.

Tasavvuf ve irfan dilinde ise bütün noksanlıklardan münezzeh, sabit geçici olmayan, varlığı kendisinden olan, hiçbir şeyle sınırlanamayan, yokluk, hiçlik ve ihtiyaç belirten hiçbir had ve sıfatla vasıflandırılamayan bir varlık ancak  “Hak” sayılabilir.

Hukuksal anlamda “hak” bir kimseye varolan yasalar, evrensel beyannemeler yada en azından sözlü bir gelenekle tanınan belli şekillerde hareket etme özgürlüğü, yetkisi yada imkanı anlamına gelir.

Hakikat kavramını ise en özlü ve en genel anlamıyla “Temel doğrular bütünü” olarak tanımlayabiliriz. Her bilgi alanı, disiplin yada eylem ve davranışın konu aldığı veya hedeflediği varlık alanıyla ilgili bir takım temel doğruları, eşdeyimle “hakikati” vardır.

Şimdi insan oğluna özgü “hak”ve hakikat arayışının ne anlama geldigini ve nasıl bir seyir izledigini yukarda gündeme getirdiğimiz sorular ve tanımlar çerçevesinde tanımaya çalışalım.

Konuyu yukardaki tariflerden yola çıkarak dört  bölümde incelemeye çalışacağız:

 Birinci bölüm: Hakikat Bilgisi

 İkinci bölüm: Hakiki Varlık

 Üçüncü bölüm: Hak ve Hukuk .

 Dördüncü bölüm: Kur’ani bakışta hak ve hakikat

 BİRİNCİ BÖLÜM:HAKİKAT BİLGİSİ

Bilinen hikmet ve felsefe tarihinin en tartışmalı konularından biri gerçeğe mutabık söz ve inancın nitelikleri hak ve hakikatla vasıflandırılacak bir düşüncenın özellikleri çerçevesinde gündeme gelmiştir. Bu doğrultuda insanın bilgi mekanizmasının nasıl işlediği bu bilginin hangi yolla elde edilebileceği, değeri ve gerekliliği üzerine düşünen fikir adamları farklı sonuçlara ulaşmış bircok ekol tesis olunmuştur. Mantık ve epistomoloji tarihi gerçekte bu konular bağlamında şekillenmiştir.

Nesnel hakikatların olmadığını dolayısıyla zihin dünyamızda şekillenen kavram ve önermelerin gerçeğe uygunluk yada hak ve hakikatle vasıflandırılmayacağını, gerçeğin özne yada kişilere göreceli olduğunu savunan antik yunan sofistlerinden; zihinden bağımsız bir dış gerçekliği kabulün yanısıra doğru düşünme ve akıl yürütme yoluyla gerçek dünyanın bir benzerinin insan zihninde yaratılabileceğini savunan klasik felsefeye kadar; bir önerme, kanaat yada inancın haklı oluşunu salt iç tutarlılık ilkesine yada deneyimsel ve duyumsal verilere dayandıran modern felsefelerden; hakikatin sisli ufuklarına puslu gözlüklerinin arkasından bakmaya mahkum insanoğlunun hiçbir zaman gerçek ve mutlak bilgiye ulaşamayacağı, hakikatin onu algılayan özne ve akıllara göre parça parça ve göreceli bir karekterde algılanabildiğini tabiatıyla bütünlüklü  bir hakikatten söz edilemiyeceğini savunan postmodern düşünce akımlarına kadar daha sayamayacağımız bir çok farklı öğreti ve ekol zihin dünyamızı şekillendiren düşüncelerimizin hangi şartlarda hak ve hakikat sayılabileceği üzerine fikir yürütmüşlerdir.

Müslüman filozof ve düşünürler de konunun önemine binaen “Hakikat bilgisi” üzerine düşünmüş bu bilgiye ulaşmanın yollarını araştırmışlardır. Çünkü İnsanın gerçek saadet, kemal ve nihai gayesine erişmesinin en temel şartlarından biri hiç kuşkusuz yakini ve hakiki bilgiye ulaşmaktır.

Müslüman düşünürler bu bilgiyi iki kısımda ele alırlar:

1. Teorik-Nazari Bilgi: Çevremizi kuşatan varlık alemindeki olay ve olguları konu edinen ve gerçek varlıkları tanımayı amaçlayan bilgi türü. Örneğin: “Bütün kainat mutlak bir ilim, hikmet ve kudret sahibi bir yaratıcının eseridir” yada “Doğa ve insan yaşamı evrensel ve değişmez bir takım yasalara tabidi”,  “Bir üçgenin iç açıları iki dik açıya eşittir” ve benzeri önermeler teorik-nazari bilgi kapsamına girerler.

Metafizik, Matematik ve Fizik bu bilgi türünün kısımlarını oluştururlar. Dolayısıyla teorik bilgi hemen hemen bütün beşeri bilimleri kapsayacak düzeyde geniş bir alanı oluşturur.

2. Pratik-Ameli Bilgi: İnsanın ödev ve sorumluluklarını konu edinen bilgi türüdür. Başka bir tabirle pratik bilgiler, salt insan hayatı ve ilişkilerini ve bu bağlamda özgür irade ve seçim ile yerine getirmekle yükümlü olduğu görevleri konu edinir. Elbette burada söz konusu olan kanun yada herhangi bir otorite tarafından belirlenen yükümlülükler değil, belki saf insan aklının keşfedip belirlediği ödev ve sorumluluklardır. Buna göre insan, yaratılıştan ve fıtri olarak ödev ve sorumluluk bilinciyle donatılmış  bu bilincin pratik hayattaki gereklerini tanıma ve yerine getirebilme gücüne sahiptir.

Aile ve ev idaresini düzenleyen tedbir-i menzil toplumsal ve siyasal ilişkileri konu edinen siyaset-i medeniyye ve erdemli bir yaşamın ilkelerini belirleyen ahlak pratik-ameli bilgi türünün kısımlarını oluştururlar. Bu kısa ve özet açıklamadan yola çıkarak hakikat bilgisini iki kısma ayırabiliriz.

1- Varoluşu, kainatı, evrendeki olay ve olguları bunlar arasındaki   ilişkileri ve bu ilişkileri düzenleyen yasaları tanıma ve tanıtmaya yönelik bilgi..

2- İnsan türünün varoluş gayesi, kemal ve saadetinin tahakkuk bulacağı bir yaşamın gereklerini belirlemeye yönelik bilgi.

Her iki tür bilginin de, hak ve hakikatle vasıflandırılabilmesi için ayni ve objektif gerçekliğe mutabık olması gerekir. Bu mutabakat nazari bilgiler için ayni ve objektif gerçekliliği yansıtmak iken, ameli bilgiler hususunda insan varoluşunun gerçek ve hakiki maslahatları ile uyumlu olması demektir. Peki bu mutabakat ve uyumun ölçusu nedir ve nasıl tesbit edilir?

Bu soruya bir cevap verebilmek için kısa ve öz bir ön açıklamayı gerekli görüyoruz. Müslüman düşünürler insan bilgisini bir başka düzlemde iki kısım ve düzeyde ele alırlar.

  • Birinci düzey : Bedihi-apaçık yani aklın herhangi bir delil ve ısbata ihtiyaç duymaksızın kabul ettiği bilgi.
  • İkinci düzey: İktisabi, nazari yani delil ve ısbata dayalı bilgi.

Birinci tür bilgi aklın doğası gereği sahip olduğu, bütün zaman ve zeminlerde geçerli olan malumattır. Örneğin “aynı şey hakkında hem red ve hem de isbat doğrulanamaz” veya “aynı şeyde iki zıt sıfat birleşemez” yada “yaratılış aleminde hiçbir şey sebepsiz vücuda gelmez” aynı şekilde “bütün parçadan büyüktür.”, “ İki dördün yarısıdır” ve benzeri önermeler insanın doğuştan sahip olduğu  bilgilerdir. Mantıkçılar, bu bilgileri aklın temel prensipleri   şekinde algılayıp üç ilkede özetlemişlerdir:

1-Özdeşlik ilkesi 

2-Çelişmezlik ilkesi 

3- Üçüncü halin olanaksızlığı

İkinci kısma gelince aklın düşünme, gözlem, çıkarım ve istidlal yoluyla elde ettiği bilgilerdir. Bu kısım bilgiler ancak birinci kısım, yani bedihi ve apaçık bilgilere dayandırıldıklarında doğrulanabilir, gerçek anlamda “bilgi” sayılabilirler. Demek ki, teorik bir bilginin gerçeğe mutabakatının temel ölçütü bedihi bir ilkeye dayanmasıdır. Bu kısımdaki bilgiler her zaman için kritiğe, yeniden gözden geçirmeye ve tamamlanmaya açık bilgilerdir.

Görüldüğü üzere insanoğlunun sahip olduğu bedihi ve apaçık bilgiler bir kaç ilkeyle, daha doğrusu bütün diğer ilkeler tek bir ilkeye yani “çelişmezlik” ilkesine indirgenebileceğinden, tek bir ilkeyle sınırlıyken, ikinci kısımda yeralan bilgiler sınırsız  bir alana yayılırlar.

Ancak insan aklının sınırlılığı, bu bilgilerin tedrici ve aşamalı bir seyir içerisinde elde edilebilir olma özelliği ve daha da önemlisi tatbikte hata ve yanlışa düşebilme ihtimalini gözönüne alacak olursak bu kısım bilgilerin sürekli olarak itibarden düşme tehlikesiyle yüzyüze olduklarını görürürüz. Bu demektir ki, nazari bilgiler sınırsız, mutlak, hata ve yanılmadan uzak bir kaynağa dayanmadıkça gerçek ve hakiki bilgi olma özelliğini kazanamazlar.

Bu kaynak nerededir? Nasıl ulaşılır? Ve benzeri sorulara daha sonra değineceğimizden şimdilik ameli bilgilerin doğrulanma ve hak-hakikatle nitelendirilme mekanizmasının nasıl işlediğine değinmek istiyoruz.

Ameli bilgileri nazari ve teorik bilgilerden ayıran en önemli özelliği deney, akıl yürütme veya burhan yoluyla ispatlanamaz oluşudur. Daha öncede değindiğimiz üzere aile ve ev idaresi, toplumsal ilişkiler ve siyaset veya insani erdem ve ahlaka dair bir hükmün geçerliliği, insan türünün varoluş gayesi, saadet ve kemaliyle bağdaşıp bağdaşmadığı ile ilgilidir. Bu hedefle bağdaşan hüküm ve ödevler “hak” bağdaşmayan ve ters düşenlerse “lağv”, “boş” ve “batıl” sayılırlar.

Burada insan türünün varoluş gayesi, kemal ve saadeti sözkonusu olduğuna göre, bu hedefin gerçekleşebilmesi için gerekli olan ahkamın da genel, mutlak ve bu türün bütün bireylerini muhatap alacak bir nitelikte olması gerekir. Buna göre ferdi, cüz-i veya göreceli ahkam ve değerler ameli ve pratik bilgi ve hikmetin kapsamına girmezler.

Açıklamak gerekirse; Yaratılış düzeni nasıl fert fert bütün insanları yaşamsal gereksinimlerini karşılayabilecek gerekli bilgi ve techizatla donatmış ferdi ve bireysel kemal ve saadetin yol yordamını göstermişse aynı şekilde insan türünün bu türe özgü varoluş gayesiyle mutabık ahkam ve değerleri de insan fıtratına yerleştirmiş böylece insani kemal ve saadete giden yolun işaretlerini belirlemiştir. Başka bir tabirle; Biz insanlar herbirimiz yaşamımızı sürdürebilmek ve bedensel gelişimimizi tamamlamak için gerekli bütün donanıma sahip olarak yaratılırız. İçgüdülerimiz ve eğilimlerimiz bizi bu yaşamın gereklerini yerine getirmeye yönlendirir. Aynı şekilde biz insanlar bizi diğer bütün varlık türlerinden ayıran özellikler taşırırz; akıl, idrak, irade ve özgür seçim, teknik ve sanatsal yaratıcılık , ahlak ve erdem bilinci ve sair imtiyazlar ortalama bütün insanlarda eşit bir şekilde bulunur. İşte bizi insan kılan  bu imtiyazlardır. Dolayısıyla insana özgü yaşam, kemal ve saadet bizi “biz”  ve farklı kılan bu ortak özelliklerle ilgilidir. Peki insan türüne özgü bu imtiyazların gerektirdiği ortak bir bilgi ve değerler manzumesi, genel, mutlak ve bu türün bütün bireylerini muhatap alan ahkam ve ödevlerden de sözedebilirmiyiz? Hiç kuşkusuz; Çünkü en basit bir teveccüh bile bize bu gerçeği gösteririr:

Adalet, doğruluk, fedekarlık, hürriyet, cesaret, hayırseverlik ve benzeri erdemler istisnasız bütün insanlar nezdinde  “iyi” ve karşıtlari “kötü” bilinir. Bu bilgi bizi “adalet gereklidir”, “doğru, fedekar,hür ve cesur olmak gerekir” ve benzeri ahkamın bütün insanlar için geçerli olduğu sonucuna götürür.

Bu durumda insan türünün bütün bireylerinin iki düzeyde bir benlik taşıdığından sözedebiliriz.

Birinci düzey: Bireysel gereksinimleri karşılamayı ve bedensel  çıkarları temin etmeyi önceleyen “ferdi-bireysel ben”

İkinci düzey: İnsani değerleri ve bu türe aidiyetin gereklerini önceleyen “türsel-insani ben”

Ameli ve pratik bilgiler bu ikinci düzeydeki “ben”in ödev ve sorumluluklarını konu edinir. Bu “ben”i yetkinleştirecek ve nihai gayesine ulaştıracak yol ve yordamla ilgilenir. İnsan, ameli-pratik aklın idrak alanına giren bu bilgileri keşfetmek ve gerekleriyle amel etmekle insani kemal ve saadete ulaşır. Ameli bilgilerin doğruluğu ancak pratik yaşamdaki sonuçlarıyla değerlendirilir ve “hak”, “ doğru” yada “batıl” ve “lağv” olarak nitelendirirlir.

Ancak kaçınılmaz olarak bireysel benliğin ferdi, cüz-i ve göreceli talepleriyle türsel ve insani benliğin türsel, genel ve evrensel degerleri arasında her zaman için bir parallelik söz konusu değildir. Örneğin “bireysel ben” çevresindeki her şeyi, hatta diğer insanların sahip oldukları imkanları dahi kendi çıkarına kullanma eğilimi taşırken, “insani ben” ölçülü olmayı ve adeleti öğütler. Yani, her ikisi de insanın özgün yaratılış ve fıtratının bir gereği olan iki eğilim ister istemez bir çatışma ve zıtlaşmayla yüz yüzedir.

Bu durumda ne yapmak gerekir? Bu tezat ve çatışmayı ortadan kaldıracak bir hakem gerekli değil midir? Bu hakem kim olmalıdır? Yine insanın kendisi mi? Yoksa insan üstü bir mercii mi?

Bu soruya “Kuran’i bakışta hakk ve hakikat” bölümünde eğileceğimizden hakikat bilgisinin ne olduğu ve nasıl elde edileceği konusunu irfan ve tasavvuf ehlinin görüşlerine değinerek  bitirmeye çalışalım:

İrfan ve tasaavvuf ehli akıl ve düşünce yoluyla elde edilen bilgiyi, insanın hakikata yaklaşmasında önemli bir adım olarak değerlendirselerde hakikat bilgisinin ve yakini marifetin ancak çok özel bir idrak ve sezgi türü ile elde edileceğine inanırlar.

Arifler nezdinde, akıl yürütme ve felsefi bir çaba sonucu ulaşılan bir bilgi, en nihai kemal noktasına -ki bu düzeye ulaşabilmek çok nadir ve hemen hemen olanaksızdır- ulaşsa bile hakikatın kendisini değil onu ifade eden kavramları idrakten ibaret kalacaktır. Dolayısıyla, söz konusu sezgi ve manevi idrak yoluy ile hakikatin kendisine ulaşamayan her felsefi çaba ne kadar yetkin olursa olsun boş bir entellektüel oyun ve zihin jimanstiğinden öteye geçemeyecektir. Bir arif nezdinde filozof, bin bir engel ve manianın olduğu uzun ve zorlu bir yolu katetmeye çalışan tahta bacaklı bir yolcuya benzer.

Akılcıların ayağı tahtadandır

Tahtadan bir ayağa hiç güvenilirmi?

Arifler, hakikat bilgisini insanın benliği dışında bir bilgi nesnesi olarak değil, içerden insanın hakikatla yüzleşmesi daha doğrusu birleşmesi ve özdeşleşmesi olarak görürler. Burada bilen ve bilinenin birliği yani bilginin öznesi ve nesnesi arasında hiç bir ayrımın kalmaması söz konusudur.

İnsanın böyle bir bilince ulaşması ancak ve ancak keşf ve şuhut (manevi müşahede), huzur yada işrak (aydınlanma) diye tabir olunan çok özel bir sezgi ve idrak ile  mümkündür. Böylesi bir idrak gerçekte hakikat arayıcısının zorlu bir seyr-u süluk ile erişebileceği en yüce mertebedir. Seyr-u süluk akla gelebilecek her türlü zorluk ve manialarla karşılaşilabilecek bir yolculuktur.

Hakikatı “olduğu gibi görmek” için yola çıkan salik dört aşamadan geçmelidir:

1.Tecliye: Yaşamını namus-i ilahi ve şeriati Muhammediyenin düsturları doğrultusunda düzenlemeli hakikati kabullenebilecek berraklığa kavuşturmalıdır.

2. Tahliye(arınma): Benliğini bütün kötü, çirkin ve bir insan için noksanlık sebebi olan kibir, haset, cimrilik ve sair huy ve alışkınlıklardan arındırmalıdır.

3. Tehliye(zinetlenme): İç dünyasını erdem ve faziletlerle süslemeli, ilahi esma ve sıfatla tezyin etmeli, yani “Allah’ın ahlakıyla” ahlaklanmalıdır.

4. Fena(benlikten kurtuluş): Bu aşamaya üç merhalede erişilir:

  • Mahv: Hakkın fiilerinde fena
  • Tams: Hakkın sıfatlarında fena
  • Mahk: Hakkın varlığında fena

Salik bu aşamaları “bin menzilden” geçerek “yüz meydanı” dolanarak ve “yedi aşk” şehirini gezerek ancak katedebilir. Tabiki bu yola bir mürşidin rehberliği olmadan girilemez.

Keşf ve şühud işte bu son aşamada yani “fena”; benlikten kurtulma aşamasında gerçekleşir. Salik burada aracısız hatta benliğinin aracılığı olmadan hakikat bilincine erişir. Böyle bir bilincin kavramlara dökülemeyeceği, tabiatıyla bir başkasına aktarılamayacığı açıktır. Yani irfani tecrübe kaçınılmaz olarak ferdi ve paylaşılamazdır. Dahası bu yola girebilmek için ön görülen şartlar ve yolun zorluğu göz önüne alındığında, ancak çok nadir insanların yaşayabileceği bir tecrübedir.

Demek ki bu yol, insan türünün bütün bireylerinin yürüyemeyeceği bir yoldur. Oysa “hakikat bilgisi” bütün insanların en büyük yitiği ve insani değerlerin tahakkuku için en temel şarttır. Varlık aleminde ki bütün türleri, bütün her şeyi varoluş gayesine hidayet eden yaratılış düzeninin insanı göz ardı etmesi ve bütün efradını kapsayacak  bir yol ve yordam belirlememesi düşünülemeyeceğine göre, irfan yolu dışında bir yolun varlığı kaçınılmaz ve zaruri değilmidir?

Buraya kadar anlattıklarımızdan yola çıkarak inasanın salt bilimsel, akli veya irfani yöntemllerle hakikat bilgisine ulaşamayacağı, bu yol ve yönetmlerle ancak sınırlı ve göreceli bir bilgiye erişe bileceği sonucuna ulaşa biliriz. Öyleyse çözüm nedir? İnsan bu hayati konuda başı boş ve kendi haline bırakılamayacağına göre alternatif bir yol ve yöntemin varlığı kaçınılmazdır.

Bu konuyu son bölümde ele alıp inceleyeceğimizden şimdilik okuyucularımızın buraya kadar dile getirdiğimiz sorular üzerine düşünmeye davet ediyoruz.

 

İsmail Avci



Yeni yorum ekle