İNSAN’IN HAKİKATI

Pt, 30/01/2017 - 14:09

Bu makalede insanın hakikati hakkında tasavvur edilmesi mümkün olan üç görüşü değerlendirip doğru olan görüşü ispatlamayı hedeflemektedir.

İNSAN’IN HAKİKATI

İnsanın hakikati hakkında üç görüş vardır. ilki insanın hakikatinin cisimden, yani maddeden ibaret olduğu, İkincisi insanın hakikatinin ruh’tan ibaret olduğu, üçüncüsü insanın hakikatinin her iki unsurdan; yani cisim ve ruh’tan terkip edilmiş iki yönlü olduğunu savunur..

Elinizdeki bu çalışma insanın hakikati hakkında tasavvur edilmesi mümkün olan yukarıdaki üç görüşü kısaca değerlendirip onlardan sonuncusunu; yani insanın hakikatinin iki boyutlu olduğunu savunup ispatlamayı hedeflemektedir.

Üç Görüşün Tabii Gereksinimleri:

Tabi olarak her bir görüşün kendine has bazı zorunlulukları vardır. Burada her birisinin zorunluluklarını detaylı bir şekilde incelemek elinizdeki makalenin hedefi değildir. Ancak genel olarak şunu söyleyebiliriz; birinci görüşe göre tabii olarak insan dünyaya gelir gelmez hüviyeti bellidir. Bu bakımdan diğer varlıklarla hiçbir farkı yoktur. Sosyal konumu da onun iktisadi konumuna bağlıdır. Yani, sosyal konumunu iktisadi durumu belirleyecektir. İkinci ve üçüncü görüşe göre ise insan dünyaya gelir gelmez suret bakımından insan olsa bile insanî ve hüviyet bakımından belirsiz bir varlıktır. İnsanî boyut ve hüviyet, insanın özgür iradesiyle seçeceği düşünce tarzı doğrultusunda ve bu yönde işleyeceği ameller ile belirginleşecektir. Aslında her iki görüşe göre de söz konusu zorunluluk insanı diğer varlıklardan ayıran temel özelliklerinden birisidir. Zira diğer varlıklar var olur olmaz onların mesiri ve aldıkları şekilleri bellidir. Cansız olan varlıklar insanın iradesine bağlı ve onun doğrultusunda bazı şekiller alırlar. Canlı varlıklar da bedenen bazı değişikliklere uğrasalar bile, hüviyet noktasında her hangi bir değişikliklere uğramaz kendi tekvini mesirinden çıkmazlar. 

Üçüncü görüş bu noktada ikinci görüş ile bir olsa bile onu diğerinden ayıran bir fark vardır. Oda şudur; ikinci görüşe göre beden ruh için bir zindandır veya bir araçtır. Zamanı gelince bedene ihtiyacı kalmaz ondan ayrılır. Üçüncü görüşe göre beden ruh için ne zindandır ne de araçtır. Belki her birisi kendince birer hakikat ve ikisinin arasında tam uyumluluk söz konusu olup birleşmesiyle insanın hakikati meydana gelmiştir. Bedenin geliştiği gibi ruhta gelişir. Başka bir beyanla her ikisi de bil-kuvvedir. Tedrici olarak bil-kuvveden bil-fiile dönüşüler. Ruh kendi son halini aldıktan sonra beden ile ruh arasında bir uyumsuzluk meydana gelir, dolayısıyla ruh bedenden ayrılmak zorunda kalarak ölüm denen durum tahakkuk bulur. Beden berzah (kabir) âleminde, insanın kendi özgür iradesiyle seçmiş olduğu düşünce tarzına uygun olarak gerçekleştiği ameller doğrultusunda şekillenmiş ruhsal boyutunu kabul edebilecek hale gelip tekrar ikisinin birleşmesiyle haşir gerçekleşir ve ahiret âlimine intikal eder. Bu makale üçüncü görüşü savunup ispatlamayı gözetleyecektir. Dolayısıyla makalenin seyri şöyle olacaktır: Önce insanın hüviyetinin belirsiz olup insanın kendi iradesi doğrultusunda şekilleneceği hakkında bazı açıklamalar yapılacak, sonra materyalistlerin insanın hakikati hakkındaki görüşlerine kısaca değinilecek, daha sonra insanın ruhsal boyutu ispatlanılacak ve sonuç olarak makalenin hedeflediği insanın hakikatini ortay koyup ispatlamaya çalışacaktır. 

İnsanı Diğer Varlıklardan Ayıran Temel Özellik:

Şehid Mutahari şöyle diyor: “İnsanın varlık şekli diğer varlıklardan; cemadatlardan, bitkilerden hayvanlardan farklıdır. Zira insan dışında diğer varlıklar, yaratılır yaratılmaz, dünyaya gelir gelmez onun hakikati yaratıldığı gibidir. İnsan ise yaratıldıktan sonra daha ne oluşu ve ne şekilde olacağı belli değildir, bilakis dünyaya geldikten sonra onun ne şekilde olacağı daha yeni başlıyor. (Başka bir tabirle insan yaratılır yaratılmaz bil-kuvvedir onun ne olduğu ve ne şekilde olacağı belirsizdir). İnsan yaratılmış olan şey değildir. İnsan, insanın iradesinin istediği şeydir. İnsan, terbiye edileceği neticesinde ve kendi özgür iradesiyle yaptığı seçimle şekillendiği şeydir. Başka bir beyanla her şey mahiyet bakımından ne olduğu, nitelik bakımından da ne şekilde olacağı “bil-fiil”dir. İnsan ise “bil-kuvve”dir. Yani insanlık tohumu kendisinde bil-kuvve olarak yerleştirilmiştir. Eğer bir afet ile karşılaşmasa o tohum tanesi insanda filizlenir ve yavaş yavaş dışarı çıkar. İşte insanlık tohumu denilen bu şey fıtrattır. Sonra fıtrî ve insanî vicdan onu ıslah eder. İnsanın cemadat, nebatat ve hayvanattan farklı olarak bir şahsı, bir de şahsiyeti vardır. Onun şahsı onun bedensel boyutudur ki, bil-fiil olarak dünyaya gelir. İnsanın bedensel boyutu doğumundan itibaren diğer varlıklar gibi bil-fiildir. Ama onun ruhsal boyutu ve şahsiyeti bil-kuvvedir. Onun insanî değerleri onun vücudunda bil-kuvve olarak saklı olup yeşerme ve gelişmeye hazırdır[1]”.

Görüldüğü gibi bu yaklaşım ikinci ve üçüncü görüşü desteklemekte olup son bölümleri daha fazla ikinci görüşle uyum içindedir. Her halükarda insanın insanî boyutu bil-kuvve olup onun tâbi tutulacağı terbiye ve özgür iradesiyle yapacağı seçim doğrultusunda tedricen şekilleneceği vurgulanmaktadır.

Bu nedenle İranlı önlü filozof ve hikmetül mütealiye ekolunun kurucusu Sedrül Mütellihin (Molla Sadra); insanı, hayvan türlerinden bir tür yani hayvan-i natık (düşünen hayvan) olduğunu kabul etmiyor. Bilakis o, insan fertlerini şekil ve suret bakımından bir birine benzer ve aynı olduklarını kabul etmekle birlikte, her bir ferdin kendi başına bir tür olduğunu savunuyor. Zira insanın batînı (insanın insanî hüviyeti) kabul edeceği düşünce işleyeceği eylemler ve söyleyeceği sözler doğrultusunda transformasyonlara uğrar ve ona göre şekillenir. Kendi bu iddiasını şu âyet ile gerekçelendirir; vahşi varlıklar haşir olundukları vakit…her nefis ne hazırladığını öğrenecektir[2]. Bu âyet, kıyamet gününde insanlar kendi hakikati üzerine haşir olunacağını vurgulamaktadır. Yani bazıları vahşi hayvan suretinde, bazıları köpek suretinde, bazıları maymun suretinde, Müminler de insan (elbette derecelerine göre onların suretleri de birbirinden farklı) suretinde haşir olunacaklardır[3].

Ahmet Kabançi bu nakli yaptıkta sonra şöyle devam ediyor: Her halükarda insan zâtî itibariyle fertlerinin sayısıca türlere ayrılabilir. İnsan dışındaki diğer hayvanlar böyle değildirler. Bir tek tür altında binlerce fert olabilir. Örneğin köpeğin yüzlerce fertleri vardır. Onların hepsi onlara arız olan bazı sıfatlarda; birisi büyük diğeri küçük birisi beyaz diğeri siyah vb. birbirinden farklı olsalar bile, zâtlarını oluşturan köpeklik noktasında ortaktırlar. Birisi diğerinden daha fazla köpektir denilemez. İnsan ise arazî sıfatlarda birbirinden farklı olduğu gibi, insanlık hakikatinde de birbirinden farklıdır. Kişinin insanlık noktasında bir diğerinden daha fazla, hattâ bazıları insanlıktan çıkıp başka hayvanlar şekline girmiş olması mümkündür. Örneğin mücahit olanların veya etkili olan insanların insanlığı daha fazladır denilebilinir[4].

Allame Tabatabai aşağıdaki âyetin tefsirinde şöyle yazıyor: Nasıl oluyor da Allah’ı inkâr ediyorsunuz. Oysa siz ölü idiniz sizi dirilten, sonra sizi öldürür tekrar diriltecek o dur. Sonra ona döndürüleceksiniz[5]Âyetteki şu cümle “siz ölü idiniz” insanın hakikatini vücut bakımından beyân ediyor. Şöyle ki; insanın vücudu değişken bir vücuttur ki, kendi mesirinde eksik ve noksanlık noktasında başlayıp kemale doğru hareket halindedir. Sürekli ve tedrici olarak değişiyor. Kısacası, insan merhale marhele kemal derecelerini aşarak yükselmektedir. Dünyaya ayak basmadan önce ölü idi –zira yerin bir parçası idi- sonra Allah’ın ihyasıyla ihya olundu. Daha sonra Allah onu öldürüp tekrar dirilterek değişime uğradı…[6]

Yani insanı diğer varlıklardan ayıran temel özellik; diğer canlı varlıklar kendi son suretleriyle dünyaya gelirler, cansız varlıklar da insanın iradesi doğrultusunda hedeflerine uygun suretlere girerler. Ağaçtan sandalye, masa vb. şeylerin yapılması gibi. İnsan ise dünyaya geldiğinde şahıs bakımından belli olsa bile, şahsiyet, hüviyet ve insanlık bakımından belirsizdir. Onun hüviyeti onun iradesi ve düşünce tarzı doğrultusunda şekillenir. Onun böyle bir varlık oluşu, ona kazandırmış olduğu özgür irade, akıl sahibi olma gibi özelliklerden dolayıdır.

Materyalist Düşüncede İnsanın Hakikati:

Materyalistlerin düşüncesine göre insanın hakikati onun bedensel boyutudur. Onların insan hakkındaki bu düşünce şekli kendi dünya görüşleriyle ilintilidir. Muhammed kutup şöyle yazıyor: “Diyalektik materyalizm ulûhiyet, evren, yaşam ve insan bağlamında kendine has bir düşünce şeklidir ki, saf madde temeli üzerinde kurulmuştur. Şöyle ki; varlık âleminde asıl olan tek şey maddedir, evrende insan da dahil olma üzere var olan bütün varlıklar maddeden çıkmıştır ve maddenin kanunlarına mahkumdur. Bu düşünce tarzının iki temel ayağı, madde ve tabiatta var olan tenakuz ilkesidir. Bu nedenle insan dâhil olmak üzere bu evrende vücud bulmuş olan bütün varlıklar bir taraftan maddidir, diğer taraftan tenakuz kanuna mahkumdur[7].

Bu düşünce tarzı eski zamanlardan beri vardır. Ancak bu düşünceyi felsefi kalıplar çerçevesinde beyan eden ondokuzuncu yüzyılda yaşayan Auguste Comte’tur. Comte, insan düşüncesini üç devreye bölerek metafiziksel (dini) düşünceye karşı cephe aldı. Birinci devreyi dinî veya efsane, ikinci devreyi felsefî, üçüncü devreyi de bilimsel devre olarak isimlendirdi. Ona göre “insanlık din ve metafizik devirlerini geçirmiş, pozitif düşünüşe ulaşmıştır. Lakin bu evrim birden bire olmamıştır. Belki tarihte uzun bir evrimin sonucu olarak meydana gelmiştir. Din devrinden, pozitif devreye nasıl geçildiğini Comte üç hâl kanunuyla açıklamıştır. Bu kanuna göre insanlık zamanımıza kadar üç evre geçirmiştir. İlahiyat evresi; tabiat olaylarının sebeplerini anlayamadıklarından, onların tanrı denilen esrarengiz arzusu ile meydana geldiğini savunan ilkel insanların devri, metafizik devri; gerçekleşen tabiat olaylarını akıl yoluyla sebeplendiren devre ve pozitif devre; tabiat olayları deneyin gerektirdiği şekilde birbirilerine bağlanarak yani tabiat olaylarının sebebini yine tabiatta arayarak açıklanmaya başladı[8]

Comte’en sonra Feuerbach Allah düşüncesini yani metafizik tefekkürü, insanın kendinden yabancılaşma neticesinde insanın kendisi tarafından üretildiğini iddia ederek metafiziksel varlıkları inkâr etti. Onun düşüncesine göre insanin iki vücudu vardır. İnsan, kendisinde iki şahsiyeti görür. Birinci şahsiyeti yüce ve pozitif sıfatlar; ilim, doğruluk, emanete riâyet etme, kemal, kudret vb. gibi şeklinde görür. Diğer taraftan insanı, hayvanî yönelişlere duçar olmuş hayvansal bir varlık olup pratikte onun hayvani temayüllerinin diğer boyutuna galip geldiğini görür. Sonra her ne kadar kendine baktıysa, kendindeki süflî (alçaklık) temayüllerden başka bir şey göremedi. Böylelikle insan kendinden yabancılaşarak kendinden nefret etmeye başladı. Bir taraftan yüce ve pozitif sıfatları inkâr edemiyor diğer taraftan da bu yüce sıfatları kendinde göremiyor. Dolayısıyla kendi haricinde bu sıfatlara haiz bir varlığı yarattı/farz etti. Sonra bu yarattığı varlığa Allah ismini koydu. Netice itibariyle Feuerbach düşüncesine göre, insan kendini nefiy ettiği zaman, din ve Allah’ı meydana getirdi. Yani onun düşüncesine göre din ve Allah düşüncesi insanın kendisine yabacılaşmasıyla meydana çıktı[9].

Feuerbach şöyle diyor: “Eğer beşer bu kadarıyla yetinmiş, düşünce noktasında bu merhalede durmuş, fikir noktasında yalnız kendini inkâr etmiş ve sahip olduğu yüce sıfatları kendi dışında hayali bir varlıkta aramakla yetinmiş olsaydı yine yarım bir musibetlik var olacaktı. Ama o bununla yetinmedi, daha ileri giderek kendi yaratığına teslim oldu ve ona karşı baş eğdi. Yani kendi yaratığını bir mabud durumuna soktu… İnsan Allah’ı yaratmış, Allah insanı yaratmamış. Dolayısıyla insan kendine dönmesi gerekir. İnsan kendini, olduğu şekilde yeniden bulması lâzımdır. Kendi dışında aradıklarını başkasına ait değil kendine ait olduğunu bilmelidir. Dolayısıyla kendini kendi için Allah olarak kabul etmelidir başkasını değil. Böylece Feuerbach tarafından hümanizm düşüncesi ortaya atıldı”[10].

Jean Paul Sartre şöyle diyor: “İnsan ve evrenin vücudu anlamsızdır. Onların vücudu boş ve manasızdır. Vücutlarını gerekçelendirecek hiçbir delil yoktur. Allah olmuş olsaydı evrenin vücudunu delillendirmek için mantıklı bir delil bulunabilirdi. Ancak Allah diye bir varlık yoktur. Var olması muhtemel bile değildir. Zira Allahın varlığı, kendinde tenakuzu barındırıyor.” İnsanın hakikatini de şöyle tanımlıyor: “İnsanın diğer varlıklardan farklılığı onun mahiyetsiz oluşudur. Örneğin hayvanın vücutsal bir boyutu vardır ki, bütün varlıklar onunla bu boyutta müşterektirler. Birde ona özgü olup onu diğer varlıklardan ayıran mahiyet boyutu da vardır. Köpeğe özgü olup onu diğer varlıklardan ayıran mahiyet boyutu, onun havlamasıdır. Aslana özgü olup onu diğer varlıklardan ayıran mahiyet boyut, onun yırtıcı olmasıdır. Merkebi (eşeği) diğer varlıklardan ayıran kendisine özgü olan mahiyet boyutta, onun anırmasıdır. İnsan ise saf vücuttur. İnsanın hakikati bazı eski filozofların “hayvan-ı natık” olarak tanımladıkları gibi değildir. Onun vücuduna ne kadar sıfatlar izafe edilirse o kadar insanî hakikatinden uzaklaşır ve o oranda kendi özgürlüğünü elden verir. Zira insanın özgürlüğü, onun hiçbir kayıtla mukayyet olmadığını amaçlıyor. İnsan mutlak özgür ve bütün unvan ve sıfatların esaretinden kurtulmuş hattâ “ben” unvanından bile özgürdür. Zira insan için farz edilen her “ben” muhakkak bir unvanla mukayyettir. Gerçek “ben” ise hiçbir unvanla sınırlandırılmayan ‘ben’dir[11].    

Yapılan açıklamalardan şu neticeyi almak istedik ki, materyalizmin dünya görüşü metafiziği (maverayı) inkâr etme düşüncesi üzerinde bina edildiği için, onların insana bakışları da onların dünya görüşüyle ilintili ve o çerçevede tahlil edilmektedir. Görüldüğü gibi materyalistleri temsil eden Comte, Feuerbach ve Sartre gibilerin düşüncesinin temelini Allah’ı (maverayı, yalın ve soyutsal varlıkları) inkâr etme faktörü oluşturmaktadır. Böylece onlar Allah’ı inkâr edip insanı Allah yerine koyarak hümanizm’e öncülük yapmışlardır.

Sartre, insan saf vücut (vücud-i mahz) dır. İnsanın mahiyeti yoktur diyor. Oysa saf vücud olan varlık sonsuz, mutlak ve her şeyden özgür olmalıdır. Yani hiçbir şeye bağlı olmaması ve hiçbir şeye ihtiyaç duymaması gerekir. Zira vücudu saf olan bir varlık yani kendisiyle beraber hiçbir adem (yokluk) şekli taşımamaktadır anlamındadır. Varlığı sonsuz olan bir şeyde ne hareket vardır nede değişime uğrayacaktır. Felsefî tabirle vücudu sırf olan varlık vaciptir. Mümkün olan hiçbir varlık mahiyetsiz olamaz. Zira mahiyet mümkün olan varlığın lâzımesidir. Ondan ayrılması da imkânsızdır. Bu nedenle molla Sadra mümkün olan varlıklar için vücud-i rabıt (bağımlı varlık) tabirini yakıştırmış, dikkat edilirse çok yerinde bir tabirdir bu.

Materyalist Düşüncesindeki İnsanın Hakikatine Eleştiri:

Sartre’ın insanı mutlaklaştırması çok yersiz bir tespittir. Zira o insanı Allah’tan özgürleştirmek için bu tespite giderken diğer taraftan da insanın bin bir türlü şeye bağımlı olduğunu göz ardı etmiştir. Bağımlılık insanın zâtında vardır. Kim insanın havaya, yemeye, içmeye ısınmaya vb. gibi şeylere ihtiyaç duymadığını ispatlayabilir? Bunlar, insanın bedensel boyutunun ihtiyaç duyduğu temel şeylerdir. Günümüzde bu dört unsuru elinde bulunduran kimseler, bunları ellerinde bulundurmayanları rahatlıkla kendi buyrukları altına alarak kendileri için köleleştirebilirler. Aslında insanlar dünyada nefsanî arzularına ulaşmak için bu gibi düşünceleri ortaya atmışlardır. İlkin Allah’ı, sonra ahireti inkâr ederek kendi önlerini açmış nefislerinin arzuladıklarına yönelmişlerdir. Bunun yanı sıra insan olmak üzere her şey için bir tanım getirip gerekçelendirmeye çalışmışlardır. Böylelikle kendi sanılarına göre insanı da insana yakışır bir tanımlama getirerek hak ettiği yere koymak istemişlerdir. Ancak yaptıkları bu işle farkında olmadan veya bilinçli olarak insanı kendi hakikatinden yabancılaştırarak ebedi uçurumlara sevk etmişlerdir. Oysaki insan denen varlık olanaklı varlıklardan bir varlıktır. Olanaklı olan varlıklar mahiyetsiz düşünülemez. Zira mahiyet (yokluk sınırı, haddi âdemi) olanaklı varlıkların lâzımesidir. Hiçbir zaman onlardan ayrılmaz. Olanaklı her varlık vücut noktasında başkasına muhtaç olduğu gibi varlığını devam ettirme noktasında da başkasına muhtaçtır.

Herhalukarda materyalistlerin insan hakikati hakkındaki anlayışları onların dünya görüşleriyle ilişkilidir. Dolayısıyla insanın hakikatini kendi dünya görüşleri çerçevesinde değerlendirmeye çalışırlar. Neticede insanı, insanın yaratıcısı olan Allah’ın yerine koyarak onu hakikatinden yabancılaştırır ve cismanî bir varlık olduğunu savunurlar. Onlar insanı maddî sınırlara sığdırıp yüce (teali) değerlerden uzaklaştırarak insana karşı hiçbir zaman af edilmeyecek kadar büyük bir cinâyet işlemişlerdir.

Bu düşüncenin tabii gereksinimi insanin hakikati, dünyaya gelmesiyle son şeklini almıştır. Onun sosyal konumu da dünya menfaatini elde edip etmemekle belirlenecektir. Dolayısıyla onlara göre insan için bunun dışında bir tekâmül veya düşüş düşünülemez. Zira “Onların dünya hayatından onun zahiri boyutu hakkında bilgileri vardır, onun batini boyutundan ise gafildirler[12].Bizim zikrimizden yüz çevirip dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir. İşte onların bilgi seviyesi budur. Senin Rabbin kimin Allah yolundan sapıp delalete gittiğini ve kimin hidâyet bulmuş olanları bilir”[13]

İzmirli İsmail Hakkı, “Materyalistlerin dünya görüşü, dışarıdan bilimsel görünüyorsa da iyice tetkik edildiğinde bu akımın ilim ve tecrübeye zıt olduğu fark ediliyor” der. İzmirli, materyalist ve pozitivistlerin dünya görüşünü ilmi olarak tenkit ettikten sonra onların düşüncelerini felsefî bakımdan da eleştiriye tâbi tutuyor ve şöyle diyor: “Diğer yandan materyalistler yüksek kavramları basite irca ediyorlar. Meselâ düşünceyi duyularla, duyuları hayat ve canlılık ile, hayatı kimyasal bileşimlerin hareketleriyle, bu hareketleri fizik kanunları ile, fizik kanunlarını da mekanizm ile açıklıyorlar. Onlara göre elem, lezzet, tefekkür ve irade gibi ruhsal olayların gerçek bir varlığı yoktur. Dolayısıyla şuursuz kuvvetlerin şuurlu hale nasıl geldikleri konusu materyalist sistemde cevapsız kalmaktadır. Âlemin oluşması için matematik kanunlar şart, ama tek başına yeterli değildir. Meselâ dayandıkları evrim teorisi, şâyet tabii seleksiyon kanunu, atomların diziliş ve seçimi hesaba katılırsa, daha çok Allah’ın varlığı için bir delildir. Ayrıca ileri sürdükleri gibi madde ile ilgili bilgimiz ne kadar ilerlese ilerlesin, maddenin kendi kendine hareket edemeyişi, dolaysıyla kendinden başka bir sebebe muhtaç oluşu değişmeyecektir”[14]. Materyalistlerin insanın hakikati hakkındaki görüşleri onların dünya görüşleriyle ilişkili olduğu nedeniyle onların dünya görüşlerinin çürütülmesiyle insanın hakikati hakkındaki görüşleri de çürütülür. 

İnsanın Hakikati:

Bu yazıda, varlıklar hakkında genel bir kategori sunup insanın hangi kategoride yer aldığını belirleyeceğiz. Varlıkları birkaç açıdan tasavvur edip onları farklı kategorilere ayırt edilmesi mümkündür. Ancak biz burada iki açıdan onları tasavvur edip sınıflandıracağız.

 Birincisi; hareket ve değişim açısından varlıkları dört ayrı kategoride tasavvur etmek mümkündür. Şöyle ki; varlıklar ya hareket sahibidirler, dolayısıyla değişime uğrayacaklar ya hareket sahibi değildirler, dolayısıyla değişime uğramayacaklardır. İkincisi, yani vücudu sabit olup hiçbir şekilde değişikliğe uğramayan varlıklar iki kısımdır; ya vücutları onların zatından kaynaklanmaktadır. Yani başka bir varlık tarafından kendilerine bağışlanmamış ve vücut noktasında zâtından başka bir varlığa borçlu değildir veya vücutları onların zâtından kaynaklanmıştır, başka bir varlığa borçludurlar dolayısıyla. Felsefî terminolojide birincisine vacip (zorunlu) varlık, ikincisine mümkün (olanaklı) varlık denilmektedir. Reel örnek bakımından birincisinin tek bir mısdakı vardır. O’da zâtî bari taaladır. İkicisinin mısdakları çoktur. Vacip dışında bütün soyut olan varlıklara şamil gelmektedir. İkincisi; vücudu sabit olmayıp hareket halinde olan varlıklarda iki kısımdır; ya şuur ve özgür irade sahibidir. Öyle ki; kendi amellerini düzenli ve müdebbirane bir şekilde yerine getirir ve onda gerçekleşen hareket doğrultusunda meydana gelen değişimlerden haberdardır ya bu özelliğe sahip değildir. Yani ne şuur sahibidir ne de özgür irade sahibi, dolayısıyla kendisinde gerçekleşen hareket neticesinde meydana gelen değişimleri anlayacak durumda da değildir. Netice itibariyle bu açıdan dört çeşit varlık tasavvur edilmektedir. Vücudu sabit ve vücudu zâtından olan varlık ki tek bir mısdakı vardır. Oda zâtî bari taaladır. Vücudu sabit ama vücudu zatından olmayıp başka varlık tarafından kendisine bağışlanmıştır ki, bütün mücerret varlıkları kapsıyor. Vücudu hareketli dolayısıyla değişken ancak şuur sahibi ve hareketi onun özgür iradesi doğrultusunda gerçekleşiyor. Dördüncüsü vücudu hareketli dolayısıyla değişken ancak şuur ve özgür irade sahibi değildir. Birinci özelliğe sahip olan varlık mutlak varlıktır yani Allah’u taaladır. İkinci özelliği taşıyan varlık salt mücerret (mücerred-i mahz) olan varlıklardır. Bunun en tipik örneği Kur’an tabiriyle meleklerdir. Üçüncü özelliğe sahip olan varlık insandır. Dördüncü özelliğe sahip olan da insan dışındaki diğer varlıklardır. Burada hatırlatılması gereken önemli nokta şudur; insan denen varlığın bedensel boyutuyla ilgili olan değişikler insanın özgür iradesi alanı dâhilinde değil, bilakis tabii ve doğaldır.

İkincisi: Varlıklar oluşumları açısından taksim ediliyor. Fahru Razi şöyle yazıyor: biliniz ki varlıklaraklî olarak üç kısma taksim edilmektedir. Zira Allah’ın yaratmış olduğu olanaklı varlıklar ya kudsî ruha sahip nurani ve Rabbanîdirler ya ruhsuz olup(ruhtan maksat, şuur sahibi olup külliyatları derk edendir) sadece cismanîdir veya her ikisinden (ruh ve cisim) terkip edilmiş bileşik varlıklardır. Meleklerin oluşumu birinci türden, havanlar, nebatat, madenlerin yapımı ikinci türden, insanların oluşumu üçüncü türdendir[15].

Somut varlıkların ispatına sofist ve aşırı idealistler dışında herkes tarafından kabul görülmektedir. Somut varlıkların varlığının reddedenlerde zaten tenakuz içindedirler. Dolayısıyla somut varlıkların üzerinde durmak en azında bu makalede yersizdir. Bu nedenle konumuzu ilgilendirdiği için soyut olan varlıkların varlığını ispatlayarak insanın yalnız cismanî bir varlık olmadığını saptamaya çalışacağız.

Fahru Razi, ruhanî ve Rabbanî varlıkların var olduğu hakkında şöyle yazıyor: Bu tür varlıkların var olduğu hakkında hem aklî deliller vardır hem naklî deliller vardır. Aklî deliller şöyledir; varlıklar akıl açıdan üç kısım olmalıdır. Zira diri olan varlıklar ya natık (düşünen) olup ölümcül ya natık olmayıp sadece ölümcül veya yalnız natık olup ölümcül olmayandır. Birincisi insan, ikincisi hayvan, üçüncüsü melektir. Şüphesiz varlıklar içerisinde en düşük olan varlık natık olmayıp ölümcül olan varlıktır. Natık olup ölümcül olan varlık da orta ve sadece natık olup ölümcül olmayan varlık en üstün varlıktır. Dolayısıyla eğer Allah’ın hikmeti ilk ikisinin yaratılmasını iktiza etmiş ise üçüncü varlığın yaratılmasını haydi haydi iktiza edecektir.

İkinci delil bizim fıtratımızdır. Bir taraftan fıtratımız samavî olan varlıkların yerel (topraksal) varlıklardan daha üstün olduğunu müşahede etmekle birlikte hayat (dirilik), akıl ve düşünce (natikiyet) gibi özellikler kendi zıtlarından daha üstün olduğunu da müşahede ediyor. Buna binaen akıl açısından zülmanî ve bulanık (keduret) sahibi olan alemde hayat, akıl ve düşüncenin (natıklık) var olup da semavi alemde bu tür varlıkların olmayışı imkansızdır[16].

İnsanın bir boyutunu soyutluk teşkil etmektedir. İnsanın bu boyutu; semavi, melekuti, akıl, düşünce, ruh ve nefis gibi adlarla anılmaktadır. Bu boyutu ispatlamak için farklı deliller ikame edilmektedir. Burada ikisiyle yetineceğiz.

Birinci delil: Âyetullah Misbah Yezdi şöyle yazıyor: kendi vücudumuza (derk eden ben’e) dikkat edip teveccüh edersek “ben” olan vücudum taksim ve bölmeyi kabul etmeyen yalın bir şey olduğunu görürüz. Onu iki “yarı ben”e bölemeyiz. Oysa bölünmeyi kabul etmek cisimlerin en temel özelliklerinden birisidir. “ben” denen varlıkta ise böyle bir özellik bulunmamaktadır. Hatta bedeni bölerek bile “ben” olarak bilinen vücutta bu bölünme gerçekleşmiyor. Dolayısıyla insanın bir boyutunun kesin olarak mücerret olduğu ispatlanılmaktadır[17].

İkinci delil: Bilgilerimiz insan hakikatinin bir boyutunun soyut olduğunu ispatlıyor. Şöyle ki; açıktır ki, bir şey başka bir şeyde yerleştirildiğinde, yani bir şey zarf diğeri mazruf konumunda olduğunda zarf olan şeyin içi mazrufun büyüğü ve çokluğu oranında dolar ve içindeki boşluk alan daralıır. Zihnimizi zarf, bilgilerimizi mazruf olarak kabul edersek ki, kabul ediyoruz böyle bir durum söz konusu olmadığı gibi bunun tam tersi söz konusudur. Ki iki maddî şey yan yana geldiği zaman bir birinden etkileniyorlar. Sözfelimi ateş ile su yan yana durduğu zaman ateş yok olur, ateş ile odun yan yana getirildiği zaman da odun yok olur. İki taş yan yana getirildiği zaman her birisi bir diğerini kendi sınırlarına tecavüz etmesini engelliyor vb. örnekler çoktur. Bilgilerimizde ise böyle bir durum söz konusu değildir. Bu durum bilgilerimizin içinde yar aldığı zarfın maddî olmadığını ispatlamaktadır.

Neticede insanın hakikatinin iki boyutlu olduğu kesinlik kazanıyor. Onun bir boyutu semavi, nuranî ve yalındır. Diğer boyutu yerel, zül mani ve somuttur. İki boyutlu olduğu için bütün varlıklarla irtibat kurabiliyor; hem yalın ve soyut varlıklarla irtibat kurabiliyor hem maddî ve somut varlıklarla. Onun soyut ve yalın varlıklarla olan irtibatı insanlara göre farklıdır. Kendi ruhanî ve manevî boyutunu temizlemiş olanların irtibatı Allah ile ise infialidir. Yani ondan feyiz, ilham ve vahiy alırlar. Melekler ile irtibatı ise hem infialidir hem etkindir. Peygamber ve evliyalar bu varlıklarla olan irtibatı bu türdendir. Maddî ve somut olan varlıklarla olan irtibatı hem edilgen (infiali) hem etkindir. Yani bütün insanlar maddî ve somut olan varlıkları kendi tasarrufuna alıp kendi hedefleri doğrultusunda kullanabilirler.

Netice itibariyle insanın hakikati noktasında ilk olarak dikkat edilmesi gereken nokta şudur; insan Allah tarafından yaratılmış iki boyutlu bir varlık olup kendi hakikatini ve hüviyetini kendi özgür iradesiyle belirleyecektir. Aşağıdaki âyetler onun bu hakikatini açıklamaktadır.

Onu tesviye edip şekil verip ruhumdan ona üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın[18]!

Allan her şeyi yerinde ve güzel yaratan, insanın yaratılışını ilk olarak topraktan başladı sonra onun neslini değersiz/zayıf bir suyun özünde kararlaştırandı. Daha sonra onu şekillendirdi ve kendi ruhundan ona üfürdü. (bunları derk edesiniz diye) size kulaklar, gözler ve kalpler verdi. Siz ise Allaha az şükrediyorsunuz[19].

Şimdi sorulması gereken soru şu: İnsanın asıl hakikatini teşkil eden çift boyutlu mudur yoksa onun asıl hakikatini teşkil eden onun ruhani boyut olup cismanî boyutu ise ruhanî boyut için bir araç veya zindan konumunda mıdır? Bu soruyu cevaplandırmak için kısa bir mukaddime sunmamız lâzım. 

Şöyle ki; Mürekkep varlıklar en az madde ve suret (form) olmak üzere iki parçadan (cüzden) oluşmaktadır. Filozoflar her ikisini tözün kısımlarından saymışlardır. “Madde, o şeyin yeni bir varlık olabilmesi için bir zemine ve fiiliyat bulmayı kabul eden şeydir”[20]. Suret ise maddede olan kabiliyetlerden birisinin fiiliyat bulmasıdır. Başka bir tabirle, suret yani maddenin sahip olduğu müphemlik durumdan çıkmasıdır. Maddî olan varlıklar sürekli hareket ve kuvvelikten fiiliyata dönmek halinde olduğu için her suret kendi zımnında bir maddeyi barındırmakta, dolayısıyla her suret kendi fevkindeki merhaleye oranla saf maddedir. Bu nedenle her suret bir sonraki suret için bir zeminedir dolayısıyla her suret sürekli hareket halindedir diyebiliyoruz. Bu kısa mukaddimeden sonra yukarıda sorulan sorunun cevabına geçiyoruz.

Molla Sadra şöyle yazıyor: “Her şeyin asıl vücudu o şeyin suretiyledir maddesiyle değil. Örneğin sedirin sedir oluşu onun suretiyle, kılıcın kılıç oluşu onun keskin oluşuyladır, demir oluşuyla değil, hayvanın hayvan oluşu onun nefsiyledir cismiyle değil, cisim olan madde ise o şeyin kuvvesine hamildir. Mürekkep ve bileşik olan her şeyin suretinin asıl olması şu anlamdadır ki, eğer o suret maddesiz olarak farz edilirse yine tüm hakikatiyle mevcuttur. Bilcümle madde ile form(suret) arasındaki ilişki, noksan olan bir şey ile kâmil olan bir şey arasındaki ilişki gibidir. Şöyle ki, noksan ve eksik olan şey tam ve kâmil olan şeye muhtaç, tam ve kâmil olan şey ise noksan ve eksik olan şeye muhtaç değildir. Cins ve faslın birleşmesiyle meydana gelen bütün türsel mahiyetlerde asalet fasla aittir. Dolaysıyla türsel olan insanın hakikatini onun faslı olan natıklık oluşturuyor[21]

Allame Tabatabai şu âyetin tefsirinde; Geceleyin sizi teveffi eden (öldüren), gündüzün kendi azalarınızla ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten (uyandıran) O dur. Sonra dönüşünüz O nadır. Sonunda işlediğiniz amelleri size bildirecektir[22]Şöyle yazıyor:

 Allah’u taala “yeteveffakum= sizi alır” demiş, yeteveffa ruhekum= ruhunuzu alır” dememesi, “ben” kelimesiyle tabir ettiğimiz insanın hakikatini yalnız ruhsal boyutunun teşkil ettiğine delalet ediyor. Ruh insanın bir parçası veya bir sıfat ve şekil olup insana arız olan bir şey olarak hayal ettiğimiz gibi değildir. Bu hakikate delalet etme bakımından aşağıdaki âyet daha net ve sarihtir.Onlar (meteryalistler) dediler: "yerde (toprakla karışıp) kaybolduğumuzda yeni bir yaratık olarak yaratılacak mıyız? Belki onlar Rableriyle karşılaşacaklarını inkar ederler. De ki: "Siz, size vekil kılınmış ölüm meleği tarafından teveffi edileceksiniz. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz[23]." Zira bu âyet şunu açıklamaktadır ki, materyalistlerin meadı inkâr etmeleri veya uzak görmelerinin nedeni, insanın hakikatini toprak olan cismani boyuttan ibaret olduğunu hayal etmeleridir. Bu bakımdan onların nezdinde cismani olan bu boyut çürüyüp eczaları bir birinden ayırıp toprakla karışıp kaybolduktan sonra yeniden dirilmesi çok uzak bir ihtimaldir. Allah’u Taala onların bu yanlış düşüncelerine karşı; insanın hakikati sizin sandığınız gibi bedensel değildir. İnsanın hakikati onun ruhsal boyutudur. Dolayısıyla ruhun kabzedilmesiyle (alınmasıyla) insanın hakikatinden hiçbir şey kaybolmaz[24]. Görüldüğü gibi Allame Tabatabai’den alıntı yapılan yukarıdaki ibareler, insanın hakikatinin onun ruhsal boyutu olduğunu açıklamaktadır.

Ama doğrusu insanın hakikatini insanın her iki boyutu oluşturmaktadır. Bunun hemaklî hem de nakli delillerle ispatlanması mümkündür. Ancak bu konuyu ispatlamadan önce molla Sadra ve Allame Tabatabai’nin görüşlerini cevaplandırılması gerekir.

Molla Sadra’nın mürekkep varlıklar hakkında yaptığı açıklamadan aldığı netice şuydu; insan cins (hayvan) ve fasıl (natık) dan mürekkep bir varlık olup onun hakikati, onun faslıyladır. Bu açıklama insanın hakikatini onun ruhsal boyutuyla sınırlandırarak insanın bedensel boyutunu göz ardı etmiştir. Dolayısıyla bu görüşün şöyle düzeltilmesi gerekir; insanın hakikati yalnız onun ruhsal boyutu değildir, ta onun hakikati onun son faslıyla sınırlandırılsın. Onun hakikati bedensel ve ruhsal olmak üzere iki unsurdan meydana gelmiştir. Bu iki unsurun her birisi kuvve anlamında olan madde ve fiil anlamında olan surete sahiptir. Dolayısıyla bu bakımdan insan dört unsurdan teşkil olunmuştur. Hem bedensel boyutu hem ruhsal boyutu kuvve anlamındaki maddeye hamil olduğu gibi fiil anlamında surete de hamildir. Her iki unsurun sureti bir sonraki suret için maddedir, dolayısıyla her iki boyutu gelişme ve tekâmüle doğru seyir etmeleri olanaklıdır. Bedensel ve ruhsal olan bu iki unsur arasında tam bir uyumluluk vardır. Herhangi bir nedenden dolayı bedende bir afet meydana gelerek veya ruhsal boyutunun tam fiiliyat bulup son şeklini alarak bedenin ruhu tahammül edemez hale geldiği vakit ikisi birbirinden ayrılıp ölüm olayı gerçekleşecektir.

Allame Tabatabai, söz konusu âyetlere dayanarak insanın ruhsal boyutu insanın hakikatini oluşturuyor demişti. Bu âyetlere dayanarak insanın hakikatini insanın ruhsal boyutuyla sınırlandırarak insanın bedensel boyutunu hiçe veya sadece araç olma durumuna indirgemek doğru değildir. Zira insanın temel özelliklerinden olan özgür iradeye sahip olmak, ilâhî ruhun insanın ruhu olabilmesi ve insanın üçüncü bir varlık türü olabilmesi insanın bedensel boyutuna bağlıdır. Allame’nin isnat ettiği âyeti kerimeyi şöyle düzeltilmesi gerekir. Söz konusu âyetler insanın hakikatini açıklamak konumunda değildir. Âyetler materyalistlerin yaptığı şüpheyi cevaplandırma konumundadır. Bilindiği üzere materyalistlerin görüşü yüzeysel ve zahirîdir. Allah’u Taala onların bu durumunu göz önünde bulundurarak; sizin bedeniniz çözülerek organlarınız bir birbirinden ayrılıp toprakla karışıp kayıp olacak olduğunu kabul etsek bile sizin ruhunuz ki kaybolmaz, dolayısıyla onların dikkatini insanın ruhsal boyutuna celp eder ve onlara; sizin ruhunuz melek-ül mevt-in elindedir, dolayısıyla kaybolmaz diyor. 

Bu nedenle Allah’u Taala başka âyetlerde ki, orada belli bir grubu değil, bütün insanları muhatap alarak insanların yeniden diriliş hakkında olan şüpheyi cevaplandırırken insanların teveccühünü onların ruhani boyutuna değil, bilakis onların ilkin kim tarafından ve nasıl yaratıldıklarına celp ediyor. Aşağıdaki âyetlere dikkat ediniz.

İnsan görmüyor mu ki, biz onu bir nutfeden yarattık. Bir de apaçık düşman kesiliyor. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: "Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diyor. De ki: Onları ilk defa yaratan kimse oları diriltecektir. Zira O, bütün yaratıkları gâyet iyi bilir[25]. Görüldüğü gibi zahiren bu âyet şöyle demek istiyor: Ey insanlar sizi yoktan var edebilen Allah’ın kendisi çürümüş kemiklerinizi de yeniden diriltebilir. Özellikle âyetin sonunda “O bütün yaratıkları gâyet iyi bilir” cümlesiyle şunu vurgulamak istiyor ki, ey insan kemiklerin etlerinden ayrılıp çürüyüp toprakla karışıp kaybolacağını sanmayınız. Zira benim ilmim varlıkların zerreciklerinden tutun en büyüğüne kadar bütün varlıkları ihate etmiş, kuşatmıştır. Dolayısıyla bedeniniz çözülüp dağıldıktan sonra artık parçalarınız tanınmaz hale gelir şeklinde düşünmeyiniz.

Netice itibariyle Allame’nin isnat ettiği âyet, insanın hakikatini açıklamak konumunda değildir. Bilakis şüphe edenlerin seviyesini göz önünde bulundurarak onların şüphelerini cevaplandırmak konumundadır. 

İnsanın hakikatinin tek boyutlu olduğunu reddettikten sonra insanın hakikatinin iki boyutlu olduğunu savunan görüşü ispatlayan delilleri açıklamaya çalışacağız. Daha önce de işaret edildiği üzere bu deliller aklî ve naklî olmak üzere iki kısımdır. 

Aklî delil: bu delil iki kısımdır. Birisinin mukaddimesi nakli olduğu için yarı aklîdir. Diğeri tam aklîdir. İlkin tam aklî olan delili beyan edeceğiz: Vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olup tasavvur edilen her varlığın yaratılmaması imkânsızdır. Zira rahman ve cavvad sıfatları başta olmak üzere tüm kemal sıfatlarına sahip olan Allah’ın hikmetine terstir. Kabaca vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olup tasavvur edilen varlıklar üç türdür; saf soyut, saf somut ve her ikisinden terkip edilmiş varlıklar. İnsan hakikati melek olmadığına göre saf soyut değil ve insanın kendisine olan özellikler ve yetiler diğer varlıklarda olmadığına göre insan saf somut varlıklardan da olmadığı açıktır. Dolayısıyla insanın hakikatinin ikicilik (sunai/dualite) şeklinde ve her iki boyutun da hakiki olduğunu kabul eden görüşü kabul etmek zorundayız. Zira dördüncü bir şık bulunmamaktadır. Her iki boyutun hakiki olarak kabul etmek zorundayız. Zira her iki boyutuyla diğer iki tür varlıktan farklılaşıyor. Aksi halde varlıklar iki tür olacaktır üç değil.

Yarı aklî: Bir taraftan Allah’u Taala Kur’anî Kerim’de cisimsel meadın gerçekleşeceği üzerinde ısrarla durmaktadır. Eğer insanın hakikati insanın ruhani boyutu ise bu gerçeğin üzerinde o kadar ısrarla durmak lağıv (hedefsiz ve boş) dır. Diğer taraftan İslam şeriatı bu noktayı sıkça vurgulamaktadır ki; ahiretin lezzeti en şiddetli lezzet, azabı da en şiddetli azaptır. Yani ahiretin lezzetinden daha şiddetli lezzet, azabından daha şiddetli azap düşünülemez diyor. Bunun yanı sıra yalnız ruhun tattığı lezzet, bedenin tek olarak tattığı lezzetten ve yalnız ruhun tattığı azap, bedenin tek olarak tattığı azaptan daha şiddetlidir. Ama ruh ile bedenin birlikte tattığı lezzet ve azap her birisinin tek olarak tattığı lezzet ve azaptan daha çok şiddetli olduğu kesindir. Dünyadaki lezzet ve azaplar genellikle bedenseldir. Ruhsal lezzetler ve azaplar bu dünyada çok sınırlı kişiler tarafından fark edilmektedir. Âyetler ve rivâyetlerin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla yalnız ruhsal lezzet ve azap barzah (kabir) âleminde gerçekleşecektir. Ahiretin lezzeti ve azabı en şiddetli lezzet ve azap olması, bedenin ve ruhun birlikte tattığı lezzet ve azap olmasını gerektiriyor. Bu da her iki boyutun insanın hakikatini teşkil ettiğine delalet etmektedir.

Diğer taraftan eğer beden sadece bir araç hükmünde ve araç olmasının ötesine geçmeyip insanın hakikatini onun ruhsal boyutuyla sınırlandırılırsa, ahirette bedeni oluşturan organların sorguya çekilip cezalandırılmasını gerekçelendirecek hiçbir gerekçe gösterilemez. Gerekçesiz bir şeyin cezalandırılması Allah’ın hikmetine ters olduğuna göre insanın bedensel boyutunun ceza görmesi bu boyutun bir araç konumunda değil bilakis insanın hakikatini oluşturan bir hakikat olduğuna delalet etmektedir. Ki Allah’u taala hem bedenin ve hem bedendeki organların sorumlu olduğunu ve yapmış oldukları amellerden sorgulanacağını vurgulamaktadır ki, şöyle buyuruyor:Muhakkak ki kulak, göz ve kalp, bunların hepsi yaptıklarında sorumludurlar[26]

Nakli deliller: Bu konuyla ilgili âyetleri üç kategoride ele alınması mümkündür. Birincisi: Birtakım âyetler vardır ki, hem insanın işleyeceği eylemleri (kesb) insanın her iki boyutuna nisbetlendiriyor hem azabı. Aşağıdaki âyetlere dikkat ediniz.

Allah her nefsi, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Her nefsin kesb ettiği (hayır) kendi lehine, kesb ettiği (şer) de kendi alayninedir[27].

Kesinlikle kendisinde şüphe edilmeyecek bir gün için onları  toplayıp ve haksızlığa uğramaksızın her nefsin kesb ettiği şeyler eksiksiz olarak verildiğinde, halleri nice olur[28]?

Dinini oyuncak ve eğlence haline getirenler ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak. Kesb ettiği şey sebebiyle hiçbir nefsin felâkete dûçar olmaması için Kur an ile nasihat et. O nefis için Allah tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçı. O, bütün varlığını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.[29]

Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini yahut Rabbinin bazı alâmetlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış ya da imanında bir hayır kesb etmemiş olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz. De ki: Bekleyin, şüphesiz biz de beklemekteyiz[30]!

Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle kesb ettikleriniz ameller yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder[31].

İnsanların kendi elleriyle kesb ettikleri ameller yüzünden karada ve denizde fesat zahir oldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler[32].

Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri, gün gelecek ki, onları ateşe sokacağız; onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar! Allah daima üstün ve hakîmdir[33]Görüldüğü gibi yukarıdaki âyetler hem kesbî hem azabı insanın her iki boyutuna nisbetlendiriyor. Her iki boyut insanın hakikatini oluşturmamış olsa bu amelleri her iki boyuta nisbetlendirilmesi anlamsız ve bedensel boyutunun azaplandırılmasını gerekçelendirecek hiçbir delil olamayacaktır.

İkincisi: Birtakım âyetler vardır ki insanın organlarını insanın kendi aleyhine şahit tutuyor. Aşağıdaki âyetlere dikkat ediniz.

Nihâyet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, yapmış oldukları amellere karşı onların aleyhlerine şahitlik edecektir.

Derilerine: Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz? dediler. Derileri; her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu, dediler. O’dur sizi ilk defa yaratan. Ve (tekrar) O na döndürüleceksiniz.

Sizler, kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin aleyhinizde şahitlik yapacaklar diye (amellerinizi onlardan) saklamıyordunuz. (Organlarınızın aleyhinize şahitlik yapacaklarına inanmıyordunuz). Belki yaptıklarınızın birçoğunu Allah bilmeyeceğini sanıyordunuz[34].Organların şahitlik yapması, amellerin organların kendilerine ait olduğuna delalet etmektedir. Yoksa onların itirafı (şahitliği) meleklerin veya diğer varlıkların şahitliğinden hiçbir farkı olmaz. Oysa onların şahitliği diğer varlıkların şahitliğinden farklı olmazsa bil husus olarak onların şahitlik yapacağını zikir edilmesi faydasızdır. Bil husus olarak şahitlik yapacaklarının zikir edilmesi, onların şahitliğindeki farklılığa, bu farklılık da amellerin kendilerine ait olduğuna delalet etmektedir. Amellerin organlara ait olması da, insanın bedensel boyutunun insanın hakikatini oluşturduğuna delalet etmektedir. 

Üçüncüsü: Birtakım âyetler vardır ki, insanların topraktan yaratıldıklarını tekrar toprağa döneceklerini ve sonra tekrar topraktan çıkartılacaklarını söylemektedir. Aşağıdaki âyete dikkat ediniz.

Sizi topraktan yaratık, toprağa döndüreceğiz tekrar sizi çıkaracağız[35]. Özellikle âyette “kum” tabiriyle sizi topraktan çıkaracağım demesiyle buna tasrih etmektedir ki, siz topraktan çıkartılanın şeyin aynisisiniz. Topraktan çıkartılacak şeyin, insanın bedensel boyutunun olduğu da bilinmektedir.

Yukarıdaki âyeti şu âyetin “yerin başka bir yere göğün başka bir göğe tebdil edileceği gün[36] yanına koyduğumuz zaman şu neticeyi almak mümkün olacaktır;

İlk insandan sonraki insanlar topraktan çıkan yiyecekleri yemek neticesinde, içlerinde insanın bedensel boyutunu teşkil edecek madde (nutfe) şekillenir. Bu nutfe annenin rahmine yerleştirildikten sonra gerekli merhaleleri geçirir ilahi ruhu kabul edecek bir bedene dönüşür. Şekillenmiş olan bedene İlâhî ruh taalluk ederek tam insan oluverir. İlâhî ruhun bedene taalluk etmesiyle ruhta farklı ve birbirine zıt bazı yetiler ve potansiyeller meydana gelir. Dolayısıyla bu insan suret bakımından tam olsa bile insanlık ve hüviyet bakımından belirsizdir. Bu merhaleye kadar şekillenmiş olan insana “insani kevsi nuzuli” denilmektedir. Zira bu merhaleye kadar şekillenmiş insan, insanın iradesi dışında gerçekleşen bir hakikattir.

İnsanın insaniyeti ve hüviyeti, onda saklı olan potansiyellerin ortaya çıkmasıyla belirginleşir. Bu potansiyellerin fiiliyatı, iki boyutun birleşmesiyle meydana gelen en önemli özelliği, yani özgür iradesi doğrultusunda gerçekleşir. Yani insan özgür iradesiyle bir dünya görüşünü seçer ve onun doğrultusunda davranır, böylece onda saklı olan potansiyeller ortaya çıkmış olur. Bunun neticesinde onun hüviyeti ve insanlığı belirginleşir. Belirginleşmiş olan bu insana “insani kevsi suudi” denilmektedir. Zira hüviyeti belirginleşmiş olan bu insan, insanın özgür iradesi doğrultusunda şekillenmiştir. İnsan-i kevsi nüzuli ile insan-i kevsi suudi arasındaki temel fark şudur: Birincisinde bütün insanlar aynidir. İkincisinde ise insanlar kendi dünya görüşlerine göre faklılaşarak her bir fert kendi başına bir tür oluverir.

Bedene taalluk eden şekilsiz ruh tekamüle erişerek şekillendikten sonra bu âlemin toprağından şekillenmiş olan bedenle arasındaki uyumluluk sona erer ve ölüm olayı gerçekleşir. Yani beden şekillenmiş olan ruhu tahammül edemediğinden dolayı ruh bedenden ayrılır. Ölüm olayı gerçekleştikten sonra beden toprağa gömülür. Yere gömülen beden, yerin ahiretin yerine tebdil olunmasıyla ahiretin bedenine tebdil olunur ve şekillenmiş olan ruhu tahammül edecek konuma gelir, dolayısıyla şekillenmiş olan ruh bedene döner ve böylece haşir olayı gerçekleşir. Haşir olayının gerçekleşmesi, içinde yaşadığımız kürenin tebdil oluşuna bağlıdır. Başka bir beyanla içinde yaşadığımız küre tekâmüle ermeyinceye kadar yani potansiyelleri fiiliyat buluncaya kadar devam edecektir. Ondaki potansiyeller fiiliyat bulduktan sonra kıyamet gerçekleşir. Bunun ilmi de Allah katındadır. 

Artık bu beden şekillenmiş olan ruha uygun bir hale gelmiş. Yani ruhunu yemek ve içmek dışında başka bir şeyi düşünmeyen bir hayvan şekline sokmuş olanların bedeni ona göre, ruhunu yırtıcı bir hayvan şekline koymuş olanların bedeni ona göre, ruhunu hilekar şeytanın şekline sokmuş olanların bedeni ona göre ve ruhunu melek şekline sokmuş olanların bedeni de ona göre şekillenecektir. Özetle bu dünyanın toprağından meydan gelen beden ve ona taalluk eden ruh bil kuvvedir. Bedenin şekli her ne kadar belli olsa da, gelişme ve büyüme kabiliyetine sahiptir. Ruh ise şekilsizdir dolaysıyla insanın seçeceği dünya görüşü ve onun doğrultusunda gerçekleşeceği eylemlerle şekillenecektir. Ahiretteki beden ile ruh her ikisi bil fiildirler. Bu dünyanın bedenî bu dünyanın şartlarına uygun ahiret âleminin bedeni ahiret âleminin şartlarına uygundur.

Sonuç itibariyle; yapılan açıklamalardan alınan netice şudur: insan hakikati ruh ve bedenden şekillenmiştir ki, bu ikisi arasında uyumluluk vardır. Öyle ki, her ikisi birlikte olabilirler. İkisi de bil kuvvedirler; zahiri olarak insanın şekli belli olsa bile gelişme ve büyüme kabiliyetine sahiptir. Ruhta şekilsizdir dolayısıyla şekillenmeye doğru hareket ve seyir etmektedir. Ruh ile beden birlikte tedrici olarak fiiliyata doğru hareket halindedirler. Bu ikisi gelişir ve ruh kendi son şeklini aldığı zaman bu beden onu tahammül edemez duruma gelir. Dolayısıyla ruh ondan ayrılarak ölüm olayı gerçekleşir. Beden, yerin ahiretin yerine tebdil olunmasıyla şekillenmiş olan ruhu kabul eder duruma gelir, dolayısıyla şekillenmiş olan ruh tekrar bedene döner ve böylece haşir gerçekleşir. Beden ile ruh bu dünyada insanın hakikatini teşkil ettiği gibi ahirette de ikisi onun hakikatini teşkil eder. Ancak insanın bulunduğu her âlemin şartlarına uygun olan boyut, diğer boyuta galip gelir. Dünya âliminde bedensel boyut ruhani boyuta, ahiret âleminde ise ruhanî boyut cismani boyuta galip gelir. Dolayısıyla dünyada insanın bedensel boyutu görülmektedir. Ahiret aleminde de insanın ruhsal boyutu görülecektir.

Bedenin ilâhî ruh dışında kendisine has bir canı vardır ki, bu can ile tekvini (zorunlu) olarak diğer varlıkların Allah’a tesbih ettiği gibi Allah’ı tesbih eder. İlahi ruh ise bedene taalluk etmesiyle iki yönlü oluverir ve kendisinde isyan etmek imkânı meydana gelir ki isyanda eder.

Ruh ile beden arasındaki ilişkiyi insanın kendi fiilleriyle Allah’ın iradesi arasında var olan ilişkiye benzetebiliriz. Şöyle ki. İnsan, Allah’ın iradesi olmaksızın hiçbir şey yapamadığı halde, insanın kendisi de hiç sayılmamaktadır. İnsanın özgür iradesi bir hakikat olarak kabul görülmektedir. Dolayısıyla kendi amellerinden sorguya çekilecektir. muhakkak ki kulak, göz ve kalp, bunların hepsi yaptıklarında sorumludurlar[37].  Allahın iradesi karşısında insanın kendisi ve özgür iradesi yalnız bir araç olarak kabul görülmüş olsaydı, yaptıkları eylemlerden sorguya çekilmezdi. Sorguya çekilmesi Allah’ın hikmetine ters olduğu gibi aklî kuralara da aykırıdır. İnsanın bedensel boyutu da insanın ruhsal boyutuna kıyasla bu duruma sahiptir. Onun bedensel boyutunun sorguya çekilmesi onun araç veya zindan konumunda olmadığını saptamaktadır.  

  

Murat Aydoğdu


[1] Şehid Mutahari, insan der Ku’an, (kuranda insan) s. 66-67. (Farsça) 

[2] Tekvir, 5 ve 14.

[3] Ahmet Kabançi, nezeriyat-ü ilm-i en-nefs, (ilmi nefs doktirinleri), s. 281. kitab-i aşna yayınları. Kum/İran (Arapça)

[4] A.g.e., s. 281.

[5]  كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَكُنتُمْ أَمْوَاتاً فَأَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

[6] Muhammed Hüseyin Tabatabai, el-mizan ilgili âyetin tefsirine bkz.

[7] Muhammd Kutup, mezahibu el-fikriye el-muasıre, (çağdaş fikirsel doktrinleri) s. 268. daru kitabi el-islami, Kum/İran. (Arapça)

[8] Nuretin topçu, felsefe, dergah yayınları. s. 68.

[9] Bkz. Murtaza Mutahari, nakd-i ber Marksizm (marksizme bir eleştiri) s. 70-71. intişarati sedra, 3. baskı, Tahran/İran. (Farsça)

[10] Age. s. 71-72. ( Marx ve Marksizm den alıntı yapılmış. s. 26).

[11] Ahmet Kabançi, a.g.e., s. 271-272.

[12] Rum 7.

[13] Necm, 29/30.

[14] Dr. M. Sait Özervarlı, kelamda yenilikçi arayışları, s. 89-91. isam yayınları, İstanbul 1998. (İzmirli İsmail Hakkı, yeni ilm-i kelam, c. 2. s. 63-75 alıntı yapılmış). 

[15] Fahru er-Razi, esrsru et-tenzil ve envaru et-tevil, s, 415.

[16] Fahru er-Razi, tefsir-i kebir, c. 2. s. 177. darul fikr.

[17] Âyetullah Misbah Yezdi, amuzeş-i felsefe, c. 1. s. 169. sazıman tebliğati İslami, baskı 7. Kum/İran

[18]   فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي فَقَعُواْ لَهُ سَاجِدِينSad 72)     َ(Hicr 29 ve

[19]   الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَأَ خَلْقَ الْإِنسَانِ مِن طِينٍ ثُمَّ جَعَلَ نَسْلَهُ مِن سُلَالَةٍ مِّن مَّاء مَّهِينٍ ثُمَّ سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِن رُّوحِهِ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلًا مَّا تَشْكُرُونَ(Secde 7-9)

[20] Misbah Yezdi, a. g. e. c. 2. s. 184.

[21] Molla Sadra, eş-şirazi, hikmetül mütealiye, c. 9. s. 186-187.

[22]  وَهُوَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُم بِاللَّيْلِ وَيَعْلَمُ مَا جَرَحْتُم بِالنَّهَارِ ثُمَّ يَبْعَثُكُمْ فِيهِ لِيُقْضَى أَجَلٌ مُّسَمًّى ثُمَّ إِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ثُمَّ يُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ(Enam 60)

[23]   وَقَالُواأَئِذَاضَلَلْنَا فِي الْأَرْضِ أَئِنَّا لَفِيخَلْقٍ جَدِيدٍبَلْ هُم بِلِقَاء رَبِّهِمْ كَافِرُونَ قُلْ يَتَوَفَّاكُم مَّلَكُ الْمَوْتِ الَّذِي وُكِّلَ بِكُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّكُمْ تُرْجَعُون( Secde 10-11)

[24] Allame Tabatabai, el-mizan, Farsça tercümesi, Hemedani, c. 7. s. 184-185. 

[25] أَوَلَمْ يَرَ الْإِنسَانُ أَنَّا خَلَقْنَاهُ مِن نُّطْفَةٍ فَإِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُّبِينٌ وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِي الْعِظَامَ وَهِيَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ(Yasin 77-78-79)

[26]   إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولاً(İsra 36) 

[27]   لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ(Bakare 186)

[28]    َكَيْفَ إِذَا جَمَعْنَاهُمْ لِيَوْمٍ لاَّ رَيْبَ فِيهِ وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَّا كَسَبَتْ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ (Ali İmran 25)

[29] وَذَرِ الَّذِينَ اتَّخَذُواْ دِينَهُمْ لَعِبًا وَلَهْوًا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَذَكِّرْ بِهِ أَن تُبْسَلَ نَفْسٌ بِمَا كَسَبَتْ لَيْسَ لَهَا مِن دُونِ اللّهِ وَلِيٌّ وَلاَ شَفِيعٌ وَإِن تَعْدِلْ كُلَّ عَدْلٍ لاَّ يُؤْخَذْ مِنْهَا أُوْلَئِكَ الَّذِينَ أُبْسِلُواْ بِمَا كَسَبُواْ لَهُمْ شَرَابٌ مِّنْ حَمِيمٍ وَعَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُواْ يَكْفُرُونَ(Enam 70)

[30] هَلْ يَنظُرُونَ إِلاَّ أَن تَأْتِيهُمُ الْمَلآئِكَةُ أَوْ يَأْتِيَ رَبُّكَ أَوْ يَأْتِيَ بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ يَوْمَ يَأْتِي بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ لاَ يَنفَعُ نَفْسًا إِيمَانُهَا لَمْ تَكُنْ آمَنَتْ مِن قَبْلُ أَوْ كَسَبَتْ فِي إِيمَانِهَا خَيْرًا قُلِ انتَظِرُواْ إِنَّا مُنتَظِرُونَ(Enam 158)

[31] َمَا أَصَابَكُم مِّن مُّصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ وَيَعْفُو عَن كَثِيرٍ(şura 30) 

[32] ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ لِيُذِيقَهُم بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ (Rum 30

[33] إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِآيَاتِنَا سَوْفَ نُصْلِيهِمْ نَارًا كُلَّمَا نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ بَدَّلْنَاهُمْ جُلُودًا غَيْرَهَا لِيَذُوقُواْ الْعَذَابَ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَزِيزًا حَكِيمًا(Nisa 56) 

[34]  وَمَا كُنتُمْ تَسْتَتِرُونَ أَنْ يَشْهَدَ عَلَيْكُمْ سَمْعُكُمْ وَلَا أَبْصَارُكُمْ وَلَا جُلُودُكُمْ وَلَكِن ظَنَنتُمْ أَنَّ اللَّهَ لَا يَعْلَمُ كَثِيراً مِّمَّا تَعْمَلُونَ وَقَالُوا لِجُلُودِهِمْ لِمَ شَهِدتُّمْ عَلَيْنَا قَالُوا أَنطَقَنَا اللَّهُ الَّذِي أَنطَقَ كُلَّ شَيْءٍ وَهُوَ خَلَقَكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ  حَتَّى إِذَا مَا جَاؤُوهَا شَهِدَ عَلَيْهِمْ سَمْعُهُمْ وَأَبْصَارُهُمْ وَجُلُودُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ    (Fusilet 20,21,22) 

[35] مِنْهَا خَلَقْنَاكُمْ وَفِيهَا نُعِيدُكُمْ وَمِنْهَا نُخْرِجُكُمْ تَارَةً أُخْرَى(Taha 55)

[36] يَوْمَ تُبَدَّلُ الأَرْضُ غَيْرَ الأَرْضِ وَالسَّمَاوَاتُ(İbrahim 48)

[37]   إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولاً(İsra 36) 



Yeni yorum ekle