Nebevî Gücün Erkanı

Sa, 24/03/2020 - 18:19

Ameli rükün dikkate alındığında Hazreti Hatm-i Mertebet’in gücün itikadi ve ahlaki yönüne ilaveten diğer yönlerine de önem verdiği netleşiyor.

Welayet News - Resûl-i Ekrem (s.a.a) stratejik açıdan önemli bir hadiste, şöyle buyurmakta: “İlim, iç içe geçmiş üç dala sahiptir; ayet-i muhkeme (sağlam alamet),  ferize-i adile (doğru vacip) ve sünnet-i kaime (ikame olunan sünnet)[1].    

Bu temelde, Peygamber’in gücü en genel manada üç rükün üzerine kuruludur:

Tevhidi ve aklani rükün

Ahlaki ve duygusal rükün

Ameli ve davranışsal rükün

Şimdi, kısaca, bu üç boyutu ele alacağız.

Tevhidi ve aklani rükün

Eğer dünya tarihinin en önemli olayını konuşacak olursak, kuşkusuz Hazreti Hatm-i Mertebet’in (s.a.a) bisetini konuşmalıyız. Bu olay sırasında Peygamber’e nazil olan ilk ayetlerin ilkinde, üç şeyden söz edilmiştir: ilim, tevhid ve yaratılış; “İqra bism-i rabbikel-lezi xalaq / Yaratan rabbinin adıyla oku”.

“İqra: Oku”; ilmin, talim ile teallümün ve de insanın bilinçli olma gücüne sahip olmasının göstergesidir. İlim olmadan hiçbir medeniyet şekillenmez, hiçbir güç oluşmaz ve devam edemez. Gücün omurga direğini ayakta tutan, önünü aydınlatan ve hızlı hareket etmesini sağlayan ilimdir.

“Bism-i rabbike: Rabbinin adıyla”; ilme hemen yön veriliyor ve önce ilmin, sonra gücün gövdesine ruhu üfürüyorcasına ilim ile iman, okumayla Allah arasında asında ilişki kuruluyor. İlim insana emniyeti, iman ise huzuru verir. İman, insanı kendine hakim kılar, iç dünyasında birlik ve insicam sağlar. İlim ise insanı yaratılış alemine hakim kılar ve insanın dış alemde yakınlaşma ve empati kurmasına neden olur. İlim, tevhidle birlikte oldu mu müteali güçle sonuçlanır tevhidsiz ilim ise mütedani güçle. Ancak bu ilmi, bu rabbı, rubûbî bir alim ve emin bir müallim olan Hz. Muhammed’ten öğrenmek gerek!

Allah Teala’yı, insan ve evrenin yaratılışını alimane bir şekilde tanımak, muvahhit insanın kendisini küçük, zayıf ve güçsüz görmesini; kibirden, zulümden, müstekbirleşmekten, ilahlık ve üstünlük taslamaktan uzak durmasını sağlar. Böyle bir insan, Allah’tan başka hiç kimsenden ve hiçbir şeyden çekinmez, korkmaz, kaçmaz ve her türlü tehlikeyle, son derece selabetli ve güçlü bir şekilde, göğüs göğüse gelir. Güç sahiplerine karşı kendini hakir hissetmez ve bedeni paramparça olsa bile ruhunun dizleri titremez.

Böylece Resûl-i Azam, ilk adımda, ilim ile iman, din ile devlet, siyaset ile diyanet, medeniyet ile din, ahlak ile güç arasındaki kopmaz ilişkiye dair evrensel tutumunu dünyaya duyurmuştur.

Ahlaki ve duygusal rükün

İlim ve iman gücünün yanında, ahlak ve duygu/sevgi de gereklidir. Din ahlakın dayanağıdır. Resûl-i Azam, şefkat, merhamet ve cömertliğin engin okyanusuydu.

Kimileri ahlaka riayetin ve muhabbetin hürmetinin korunmasını zaaftan kaynaklı, çaresizliğin etkeni olarak görürler . Bunların mantalitesine göre, dindar insan saf ve ahlaki insan ise aptaldır, güçlü zayıfın malını almalı ve gövdesini parçalamalıdır, aksi halde hayatta kalma ilkesini ihlal etmiş ve yenilmeğe teslim olmuş olur. Bu düşünceye karşın, Kuran, Hazreti Hatm-i Mertebet’in muktedir oluşunu ondaki ilahi merhamet ve muhabbete bağlar ve şöyle buyurur: “Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi”.[2]   Bu merhamet ve muhabbet sahabesinin kalbine de sırayet etmişti: “Onunla beraber olanlar da kafirlere karşı sert, kendi aralarında merhametlidirler.”[3] 

Hz. Muhammed’in ruhu, o denli büyüktü ki Yüce Allah onu cemadat, nebatat ve canlı varlıklardan tutun ta insan ve meleklere kadar kainattaki bütün varlıklar için rahmet olarak addetmiştir (Enbiya: 107). Bu perspektifte gücün mimarı muhabbettir; güç merhamet ve muhabbet esasına göre imal edilmeli, kullanılmalıdır; ülkeleri fethetme ve diğer insanların, ülkelerin servetlerini yağmalamasına göre değil.

Ameli ve davranışsal rükün

Ameli ve davranışsal rükün dikkate alındığında Hazreti Hatm-i Mertebet’in gücün itikadi ve ahlaki yönüne ilaveten diğer yönlerine de önem verdiği netleşiyor.

“Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar Allah’ın düşmanını ve sizin düşmanını ve bunların dışında Allah’ın bilip de sizin bilemediklerinizi yıldırmak üzere kuvvet ve (cihad için) besili atlar hazırlayın .” [4]

İ’dad, gücün yettiği kadar hazırlamak ve belli bir limitle kani olmamak demektir. Hazırlanması gereken iki şeydir: Biri, “kuvvet” yani güçtür, diğeri ise “ribati-lhayli” yani araçtır.

Bu günün siyasi diliyle söyleyecek olursak, bu ayet Müslümanlardan; askeri, tıbbi, ekonomik, ailevî, medya, siyasi, eğitimsel, kültürel ve benzeri bütün boyutlarda “caydırıcı güç” olmalarını istiyor....

Bu boyutlardan bazılarına bir göz atacak olursak, örneğin sağlık ve tıbbi gücü koruma boyutunda, eğer oruç veya vuzu gibi bir ibadi amel dahi sağlığa zararlı olursa hükmü değişir, ruhun merkebi olan bedene bir zarar gelmesin diye.

Ekonomik güç boyutunda Müslümanların bağımsız, güçlü ve kendine kendine yeterli olması gerekir; özellikle tarım, bahçecilik ve hayvancılıkta. Hazreti Hatm-i Mertebet’in kardeşi Hz. Emire-l Mü’minin’den (Allah’ın selamı üzerlerine olsun) naklolunan bir rivayette, “Su ve toprağı olup ta çalışmayan ve fakir olan kimse ilahi rahmetten uzak kalmıştır” diye buyrulmuştur.[5]

Peygamber (s.a.a) ilmi güç boyutunda tecrübi ilimleri, mühendislik ve teknik bilimleri teşvik ederdi, deneysel bilim Çin’de de olsa gidin öğrenin, diyordu ve bir şey üretmek istediğinizde iyi ve düşünülmüş şekilde üretin, zira Allah, bir işi yaptığında sağlam yapan kimseleri saver, diye buyuruyordu.

Ailevî boyuta gelirsek, dağılmış ve parçalanmış ailelere sahip bir toplum istihkam ve insicamdan yoksun bir toplumdur, adeta hücreleri hasta olan bir beden gibidir. Bu yüzden Peygamber-i Hatem (s.a.a) şöyle buyuruyodu: “En hayırlınız, ailesi için daha hayırlı olanınızdır...Kutsal bir sevgi bağı boşanmanın bıçak darbesiyle kesildiğinde Allah’ın arşını titretir”.

Sonuç itibariyle; birinci ve ikinci rükün sabit iken, üçüncü rüknün zaman ve zemine göre değişken olduğu görünüyor. Bu mecalde bu kadarıyla yetinip bahsimizi Rousseau’nun bir sözüyle sonlandıralım. Rousseau, Toplum Sözleşmesi adlı eserinde, şöyle der: “Hıristiyan Cumhuriyeti dediğimde yanlış yapıyorum, zira bu iki kelime birbiriyle çelişen iki karşıt kelimedir. Hıristiyanlık dini sadece kulluğu ve itaati önerir. Bu dine hakim ruhiye, zulmü kabul etmeye o kadar müsait ki, zalimler her zaman onu suistimal etmiştir. Gerçek Hıristiyanlar, itaat için doğmuşlardır, kendileri de buna vakıftır ve pek etkilenmezler”. Oysa bunun aksine, Hz. Muhammed (s.a.a) sahih görüşlere sahipti ve siyasi örgütlenmesini gayet iyi bir şekilde tanzim etmişti. Onun yönetim biçimi, halifeleri arasında baki olduğu zamana kadar dinî ve dünyevî yönetim, diğer deyişle şer’î ve örfî yönetim birdi ve (İslam) memleketi de gayet güzel yönetiliyordu ancak  gevşemeye başlar başlamaz...başka guruplar kendilerine galip geldi.

Çev: Mehmet Gönül

Welayet News 

 

[1] Usul-i Kafi, Kuleyni, c.1, s. 32.

[2] Ali İmran: 159.

[3] Fetih: 29.

[4] Enfal: 60.

[5] Vesail uş-Şia, Şeyh Hür el-Amili, c. 17, s. 40.



Yeni yorum ekle