DİNİ BİLGİDE AKLIN ROLÜ 2

Pt, 20/02/2017 - 13:44

Kuşkusuz akıl, kavrama ve hüküm çıkarma meş’alesidir. Onun aydınlatıcılığı olmadan, Kuran ve sünnetten istifade etmek mümkün değildir. Bu anlamda tüm akılcılar ve akıl muhalifleri, aklın misbah-meş’ale- oluşunda görüş birliğine sahipler.

DİNİ BİLGİDE AKLIN ROLÜ 2

Kuşkusuz akıl, kavrama ve hüküm çıkarma meş’alesidir. Onun aydınlatıcılığı olmadan, Kuran ve sünnetten istifade etmek mümkün değildir. Bu anlamda tüm akılcılar ve akıl muhalifleri, aklın misbah-meş’ale- oluşunda görüş birliğine sahipler. Bununla birlikte aşırı akılcılar, aklın miyar - ölçü- oluşuna aşırı ölçüde önem vererek, dini bütün önermeleri, fıkhi hükümler de dahil, tüm dini hükümleri aklın ölçüsüyle tartmaktalar ve ne sadece akılla çelişen bilgilerden, belki aklı aşan hükümlerden de yüz çevirmekteler. Bunun karşısında diğer bir grup aklın miftah - kilit -  oluşunu aşırı bir şekilde büyütmekte ve bu kilidi, dindarların yüzüne şeriatın kapısını açtıktan sonra bir tarafa atmak gerektiğinin inancını taşımaktalar. Nitekim bazıları aklı, hükümetten çekilerek yerini peygambere bırakan bir hakim bilmişlerdir. Bu üç sözcük üzerinden ele vereceğimiz yorum sayesinde aklın, bir kısım dini bilgilerin değerlendirme miyarı, diğer  bir kısmına oluşma miftahı ve ayni şekilde bütün alanlarda bilginin misbahı olduğu, hatta  bazen bilginin kaynağı olarak ortaya çıktığı aydınlanacaktır.

1. Dinin  Ölçüsü   

Aklın ölçü oluşu, bazı dinsel önermelerin doğruluğunu veya doğru olmadığını teşhis etmek için aklın değerlendirmenin yegane miyarı olması anlamındadır. Bu durumda, fakat makul olan kabul görür ve akıl ile çelişen önermelerin yanı sıra aklın olumlu olumsuz hakkında suskun olduğu önermelerin de bir değeri ve önemi yoktur. Fakat aklın da itiraf ettiği gibi, akılsal bilgi sadece özel bir takım önermelerde böyle bir fonksiyona sahiptir. Aklın bu fonksiyonu aşağıdaki biçimlerde uygulanmaktadır :

a. Dinin Hakkaniyetini  Kanıtlaması

Aklın ödevlerinden biri, dinin hakkaniyetini ve temellerini ispatlamaktır. Akıl, Allah tarafından peygamberlerin gönderilmesinin gerekliliğini itiraf ederken, sadık embiyayı nübüvvet iddiasını güden sahtekarlardan temyiz etmektedir. Dinin gerekliliği, hakkaniyeti ve ismeti -hatadan beri olması- hepsi akılsal mevzulardır ve dinin bu konularda akla ters bir şey söylememesi gerekir ve söyleyemez de. Çünkü, dinin kabul edilişinin aslı esası akılsal kurallara ve temellere bağlıdır ve din bağlı olduğu bu ilkeler ile çelişemez.

b. Dinin Akidevi Usüllerinin İspatı

Dinin inanca ait temellerini kanıtlamak da akla düşer. Aydın ve açık düşünen din bilginleri her zaman temel ve akidevi ilkeleri körükörüne kabullenmeyi reddederek, herkesi bu altyapıyı oluşturan rükunlar üzerinde düşünmeye çağırmışlardır. Düşünceden ari ve kopuk bir inanca çağırmak, dinin esası sayılan ilkeler hakkında

akılsal kanıtlar getirmekten kaçmak, akl-ı selimin sindiremeyeceği bir durumdur. Bundan ötürü din, akidevi ilkeler hususunda, akla zıt bir söz öne süremez. Bu nedenle teslis (baba,oğul ve ruhul kuds inancı), tecessüd (Allah’ın Hz  İsa’nın şahsında cisimleşmesi) ve Hz  Mesih’in fidyevari ölümü gibi inancları, beşerin fikrinden kaynaklanan onun dinine sızdırılmış, insan elinin uydurduğu tahrifler olarak algılamaktayız. İlahi dinin bu gibi akıla zıt düşen inanclardan münezzeh olduğunu düşünmekteyiz.

 c. Dinin Tahriften Kurunması

İlk başta, mensuplarına pak ve duru bir şekilde gelen her dinin, tarih boyunca insanların tasarrufları ve tahrifleri ile yüzyüze gelmesi mümkündür. İşte burada aklın rolü, ilahi vahyi beşeri tahriflerden ayıran mikyas ve tartı hükmünde orta yere gelmektedir. Örneğin, dostları ve düşmanlarının itirafı ile diğer dinlerden daha çok tahriften mahfuz kalan İslam dini, daha başlangıcından itibaren cali ve sahte hadislerin meselesi ile boğuşmuştur. Ehl-i  Sünnet’in hadis kitaplarının tedvin ve derleme yöntemine bir göz atıldığında, bu gerçek göz önüne çıkmaktadır. Örneğin,  İmam Buhari tekrar olmayan yaklaşık iki bin yediyüz sahih hadisi, altıyüz bin hadisin arasından seçmiştir. Aynı şekilde Ahmed İbni Hambel, Müsned isimli kitabında rivayet ettiği otuz bine yakın hadisi, yediyüz ellibin hadisin arasından seçmiştir.

Tüm bunlara rağmen İslam, bu tür bulanık suları arındırmak için tasviye edici sağlam tezgahlar tanıtmıştır. Din önderleri bu sahte hadislerin varlığından haber vererek, sahih olanı sahih olmayandan ayıklamak amacıyla, bazı çüzüm yolları önermişlerdir. Mesala, hadislerin Kur’an’a ve şüphe götürmez mütevatir olan nebevi sünnete tatbik edilmesi, bu yollardan biridir. Kuşkusuz, aklın bu sahada önemli bir fonksiyonu vardır.        

İnancların temelleri ile ilgili bilgilerde akıl, meydanın yegane süvarisidir. Bu alanda akılla çelişen hiç bir söz geçerli değildir; hatta onunla çelişmeyen, ancak akıl ağının dışında kaldığı için aklın, hakkında sukut ettiği bir söz de kabul edilmez. Dinin furuatı sahasında da, fıkhi hükümlerin çoğu aklın idrakinin fevkinde ve dışındadır, ancak akılla zıt hiç bir hüküm kabul edilmez. (Akılın fevkinde kalan onun idrak ağına düşmediğinden akılla çelişmesi söz konusu olmayan bir hükümle, açıktan akılla çelişen ters düşen hüküm arasındaki farka dikkat edilmelidir)

2. Dinin Anahtarı

Akıl, özellikle fıkhi hükümlerin cüz’iyatı sahasında dini birçok önermenin kavranmasının anahtarıdır. Fakat, şeriat evinin kapısına kadar insanla birlikte gelir, ancak hiç bir zaman tek başına evin içindeki definelerden yararlanamaz. Örneğin, namazdaki rek’at sayısının hikmeti ya da ibadetin özel vakitlerde eda edilmesinin felsefesi, insanın doğal aklı ile kavranılmayan şeylerdendir. Bu zeminde akılın anladığı tek şey, bu hükümlerin genel akli ilkeler ile çelişmediğidir. Diğer bir deyişle, akıl bu hükümleri kendine zıt ve karşıt görmez, ancak onların makul oluşunu kanıtlayacak güçte de değildir. Çünkü; "sonuçta akıl sınırlı ve eksikliklerle yüzyüze olduğu için onu meselenin diğer tarafının idrakine ulaştıracak yola sahip değildir."Ancak açıktır ki; dinin temel esaslarının akli ispatından sonra, aklın ağına yakalanmayan hükümlerin kabul edilişi, akla zıt değildir; bilakis akılcılığın aynısıdır.  

3. Dinin Meşalesi

İnsanoğlunun bilmek için akıldan başka (duyuları ve tecrübeleri de kapsayan geniş anlamıyla) bir aracı yoktur ve bu aracı kullanmadığı sürece, ne tabiat ve ne de şeriat kanunlarına ulaşabilir. Bundan dolayı, dini bilginin kaynaklarını sayarken aklın isminden bahsetmeyenlerin dahi, Kur’an ve Sünnet’ten istifade etmenin sadece aklın direktifi ve aracılığı ile mümkün olabileceğine dair hiç bir şüpheleri yoktur. İmamiyye düşüncesini, özellikle Ehl-i beyt mektebinin izleyicilerinin fıkhını diğer ekollerden ayıran özellik , aklın diğer dini kaynaklar (Kur’an Sünnet ve İcma) düzeyinde hüccet olması ve içtihadın kaynaklarından sayılmasıdır. Bu ilkeye göre akıl, diğer kaynakların yardımına giderek sadece onlardan yararlanmayı mümkün kılmaz; belki aklın kendisi de bilgi doğuran bir kaynak, şer’i hükümlere ulaşmak için bağımsız bir yoldur.     

İYİLİK VE KÖTÜLÜĞÜN AKILSAL OLUŞU

Müslüman düşünürlerin dini bilgiler sahasında aklın fonksiyonuna verdikleri teveccüh ve önemin açık belirtilerinden biri, "akli  hüsn ve kubh" konusunda ortaya çıkmaktadır. Müslüman kelamcılar, ilk başlardan itibaren bu konu karşısında iki değişik gruba ayrıldılar: Bir grup, aklı şer’i emirleri ve yasakları görmeden, bazı şeylerin güzel bazılarında çirkin olduğunu kavrayabilecek güçte bilmişlerdir. Bu gruba göre her fiilin iyi veya kötü oluşu, o fiilin kendi içinde barındırdığı has bir özellikten ileri gelmektedir. Güzel amel kendi kendine, kendiliğinden güzeldir. Onun için Allah, bu amelin yerine getirilmesini buyurmaktadır; "Kuşkusuz Allah adaleti ve iyiliği emreder"(Nahl 90). Değil ki bu amel, ilahi buyruktan sonra güzel olmuştur. Kütü işin çirkinliği de, onun kendi zatından kaynaklanmaktadır ve böyle olduğu için Allah insanları ondan sakındırmıştır. Değil ki ilahi yasak , (......ve kötülükten  ve sapkınlıktan alıkoyar) çirkinliğine neden olmuştur.

İkinci grup, birinci grubun görüşünü reddederek, yalnız ilahi emir ve yasakın fillerin çirkinliğine ya da güzelliğine neden olduğunun üzerinde ısrarla durur. Allah’ın emrettiği her amel güzel ve iyidir yasakladığı her iş de çirkindir. Örneğin, eğer Allah yalan söylemeyi emretseydi, yalan söylemek güzel olurdu ve eğer doğru söylemekten sakındırsaydı, doğru söylemek kötü ve çirkin olurdu.(Yani ikinci gruba göre ameller, Allah’ın buyruğundan önce ne iyiler ne de kötüler; ancak ilahi buyruk geldikten sonra iyi veya kötü sıfatını almaktalar)

Bu meseleyi konu edinen kelamcıların temel amacı, Allah’ın fiillerinin özelliklerini tanıtmaktı. Birinci gruba, İmamiye ve Mutezile ekollerini de kapsayan ‘’Adliye’’ ismi verilmiştir. Fiillerin kendiliğinden güzel veya çirkin oluşu ilkesinin bir gereği olarak ilahi irade, kendi kendine ve zatlarının iktizası neticesinde çirkin ve kötü olan fillerden münezzehtir. Fakat bu, ilahi kudretin sınırlı oluşu manasına gelmez; belki ilahi hikmetin iktizası ve gereğinden kaynaklanmaktadır. Hiçbir şey, ilahi kudretin sahası dışında değildir, lakin hikmet sahibi Allah’tan çirkin fiil meydana gelmez. Bu bakışı benimseyenlerin nezdinde ilahi adalet şeffaf bir acıklamaya kavuşur; çünkü zulüm çirkin olduğundan ve hikmet sahibi Allah’tan çirkin fiil doğmadığı için, adil olmayan bir amele Allah yanaşmaz.

İkinci grup ise, fiillerin kendiliğinden iyi ve kötü oluşunu kabullendiklerinin bir sonucu olarak, Allah’ın elinden her işin gelebileceğini kabul etmeleri gerekir. Fakat bu bakışı savunanlar da ilahi adaleti tümüyle inkar edemediklerinden dolayı, zorunlu olarak ilahi adaleti yorumlayarak farklı bir yorumu ortaya sürmüşlerdir. O da şudur: Allah’ın yaptığı herşey adalettir, sonra mutlak ilahi iradeyi kurmak niyeti ile hikmetini görmezlikten gelerek şöyle demişlerdir:

Ressam güçlü ise eğer, Güzeli de çirkini de çizer.

Bu akideyi tervic eden Eş’ariler şuna inanmaktalar; baştan adalet için bir ölçü öne sürerek Allah’ın ona uymasını zorunlu bilmek ve Allah için vazife belirlemek doğru değildir. Meğer, tüm kainat onun mülkü değil midir? Öğleyse, varlık aleminde yaptığı her tasarruf ve müdahale onun hakkıdır ve kimsenin itiraz hakkı yoktur.

Oysa, Adliye ekolü savundukları ilkeden yararlanarak, çeşitli kelami konulardaki bir çok sorunu onun sayesinde çözmektedir. Allah’ı tanımanın gerekliliği, insanın sorumluluğu, peygamberlerin gönderilişi ve ilahi adalet gibi benzer meseleler, ancak iyiliğin ve kötülüğün akli oluşu ilkesinin kabul görmesi ile makul bir açıklamaya kavuşabilir. Buna ilaveten, günümüzde bu mevzu ahlak felsefesinde özel bir konuma gelmiştir.

Öyle ki, bazı düşünüler ahlakın evrensenlliğini, değişmez oluşunu, fiillerin kendiliğinden güzel ve çirkin oluşunu dikkate almakla mümkün olabileceğine değinmişlerdir. Bu konu ile ilgili tartışma genişleyerek, usul-i fıkıh ilmine de çekilmiş, etkisini daha çok akli ve nakli hükümlerin mülazemesi, bir diğerini gerektirmesi konusunda göstermiştir.

MÜLAZEME  KURALI

İmamiye ve Mutezile’nin nezdinde önem arz eden ve son asırlarda düşünürlerin dikkatini celbeden kurallardan biri, aklın hükmü ile şeri hüküm arasındaki mülazeme kaidesidir. Bu kaide esasınca, akıl neye hüküm verirse nakil de ona hüküm verir; tersi de doğrudur; yani nakil neye hükmederse, akıl da ona hükmeder.

Bu kural, fiillerin özleri itibariyle iyi ve kötü oluşu konusundan doğan sonuçlardan biridir. Hatta bazı esaslar temelinde bakılırsa mülazeme kanunu, "akli hüsn ve kubh" konusunun bir sonucu değil, belki aynısıdır. Çünkü, bir amelin güzel oluşu dünyada övgüyü hak etme, ahirette ise mükafat anlamına geliyorsa, akıl ve naklin hükümleri arasındaki mülazeme ve birbirini gerektirme kendiliğinden kanıtlanmış oluyor. Güzelliğin ve çirkinliğin akılsallığı konusunun açıklanmasından sonra, mülazeme meselesine kafa yormanın bir nedeni kalmaz. Zira bu esasa göre, adaletin iyi ve güzel olması demek, adalete uyanların ilahi mükafatı hak etmeleri demektir ve mülazeme kaidesinin anlamı bundan başka bir şey değildir. Bir diğer deyişle, insan bir fiilin öz ve zati güzelliğine vakıf olduktan sonra, aklın hükmü kendi başına şer’i bir hükümdür ve diğer bir hüküm ve hakime gerek kalmaz. Bu nedenle Şeyh Ensari:      "Akıl her neye hüküm verirse, nakil de ona hüküm verir." önermesi ile ilgili üç ihtimal ortaya atar ki; bir tanesine göre akıl şer’in elçisidir, verdiği hüküm ise şer’idir.

Şöyle ki, bu tür durumlarda tek bir hakim ve tek bir hüküm söz konusudur. Değil ki, akli hüküm çıktıktan sonra, ona mutabık ve uygun bir şer’i hükmü inşa etme gayesi ile diğer bir hakime itiyaç vardır.

Mülazeme kaidesini ispatlamak için çeşitli yollara baş vurulmuştur. Adliye ekolünün bakışına göre baş vurulan yollardan biri şudur; tüm şer’i hükümlerin kökü ve kaynağı gerçek maslahatlarda ve hakiki zararlarda yatmaktadır. Eğer, Allah bir amelin yapılmasını istiyor ise, ya da yapılmamasını emrediyor ise, bu, o amelden doğan yararlar ya da ondan kaynaklanan zararlar nedeniyledir. Öyle ise, eğer sağlam akli kanıtlar kanalıyla hakiki bir maslahata vakıf olduğumuzda ve şer’i hükmün ölçüsünü ele geçirdüğimizde kesin bir şekilde akıldan çıkardığımız hükmü şeriata nisbet verebiliriz; her ne kadar nispet verdiğimiz hükümle ilgili, ayetlerde ve rivayetlerde hiç bir belirti bulmasak da. Bu sebeple denilebilir: "Akıl her neye hüküm verirse, nakil de ona hüküm verir."

Bu mevzunun aksi de geçerlidir. Yani, din her nerede bir hükmü öne sürerse kesin olarak anlayabiliriz ki; bir takım maslahatlar ve ziyanlar dinin bu hükmü vermesine neden olmuştur, her ne kadar akıl bu maslahatları ve ziyanları açık bir biçimde bilmese de. "Nakil her neye hüküm verirse, akıl da ona hüküm verir." önermesinin anlamı da budur.                                                                                                                                                                                  

  

Yazar:   Hasan Yusufiyan

            Ahmet hüseyin Şerifi

Çeviri:   Nurullah Akpınar

 

Kaynakça

Deru taaruzu l-akli  v-lnakl  C. 1.  İbni  Teymiye

Şeriat  Der Ayinei  Marifet,  Abdullah Cevadi Amuli

İslam ve Mukteziyatı Zaman.  C.  .1.       Murteza Mutahhari

Mesnevi,  Mevlana

Usulu- l Fıkıh   C. 1.  Muhammed Rıza Muzaffer

Faraidul –Usul’Ün Şerhi,   Muhammed  Kazım Horasani

El-tahsil  mine-lmahsul  C. 1.  Siraceddin  Ermevi

El-mahsul fi usulu-lfıkıh   C.  1. Fahrettin Razi

Deresatun  Akliyye ve Ruhiyye fi l-Felsefetil-İslamiyye,  Ali

Abdulfettah El-magribi

El-iktisad  fil-İktikat,   Gazzali

İlahiyat  C.1. Cahfer Subhani

Husn ve Kubh-u Akli,   Cafer Subhani

Felsefetul-Şaria,  Mustafa  İbrahim

Metaruhul-Enzar,  Ebu Kasım Kelanteri

El-kavaid,   Muhammed  Kazım Elmustefevi



Yeni yorum ekle