Brahmanlık Anlayışının Semavi Dinlere Nüfuzu
Brahmanlık Anlayışının Semavi Dinlere Nüfuzu
وَمَا قَدَرُوا اللّهَ حَقَّ قَدْرِه اِذْ قَالُوا مَا اَنْزَلَ اللّهُ عَلى بَشَرٍ مِنْ شَیْءٍ قُلْ مَنْ اَنْزَلَ الْكِتَابَ الَّذى جَاءَ بِه مُوسى نُورًا وَهُدًى لِلنَّاسِ تَجْعَلُونَهُ قَرَاطيسَ تُبْدُونَهَا وَتُخْفُونَ كَثيرًا وَعُلِّمْتُمْ مَا لَمْ تَعْلَمُوا اَنْتُمْ وَلَا ابَاؤُكُمْ قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ
Onlar Allah’a verilmesi gereken konumu vermediler. Zira onlar: “Allah, beşer denen kimseye hiçbir şey inzal etmedi” dediler. Deki: insanlar için bir nur ve hidayet olarak Musa’nın getirmiş olduğu kitabı kim inzal etti? Siz ise onu (kitabı) yapraklar haline getirdiniz, (bir kısmını) açıklıyor ve çoğunu gizliyorsunuz. Sizin de babalarınızın da bilmediğini size öğretildi. Deki (Musa’nın getirdiğini) Allah (indirdi)! Sonra onları dalışlarında bırak oynasınlar.
Bir önceki makalede, ayetteki iddiayla cevap arasındaki uyumluluğu ve bu uyumluluğu yakalamak için müfessirlerin getirmiş oldukları yorumu değerli okuyucularla paylaştık. Bu makalede konuyla alakalı daha farklı bir yorumu siz değerli okuyucularla paylaşmaya çalışıcağız.
Bir önceki makalenin sonunda şöyle bir cümle kurmuştuk: “Oysa Hak Teâlâ ayeti kerimede iki mesaj vererek derin bir oyundan; yani “Brahman anlayışının” semavi dinlere sızdığından bahis ediyor”. Düzeltiyorum: Oysa Allah ayeti kerimede iki cümleyle derin bir oyundan yani “Brahmanlık Anlayışının” semavi dinlere sızdığını haber veriyor. O iki cümleden birisi “Ma kaderullahe hakke kadrihi”, diğeri “Tec’aluunehu karatiise, tubduunehaa ve tahfuune kesiren”dir. Yani Allah'a verilmesi gereken konumu vermediler ve onu (Tevrat’ı) parçalar haline getirdiniz, (bir kısmını) açıklıyorsunuz ve çoğunu da gizliyorsunuz.
Allah’a verilmesi gereken konumu vermediler; Allah yaratıcıdır, yaratıcı yaratıklarını çok iyi bilir ve tanır. Yaratıklarını adaleti gereğince yaratmış ve özgür irade sahibi olan yaratıklarından iradelerini adaleti gerçekleştirecek nitelikte fiiliyata geçirmelerini ister. Adaleti gerçekleştirebilmeleri için nefislerini (benliklerini) kenara koymalarının yanı sıra bilgi sahibi olmaları lazım. İnsan yaratılmış varlık olma hasebiyle sınırlı, dolayısıyla yeterli bilgiye sahip olamaz ve İblis'in müdahalesine açık olma hasebiyle nefsini kenara koyamaz, bu nedenle adaleti sağlaması imkânsızdır. Dolayısıyla yaratıcı, yaratığı yaratıklara yönelik adaletin tahakkuk bulmasını istiyorsa, adaleti sağlayacak bilgiyi, İblis'in müdahalesine açık olmayan kimsenin/kimselerin vasıtasıyla özgür iradeye sahip olan varlıklara iletmesini ve uygulamasını da istediğini, kabul etmek gerekir. Aksi takdirde adaleti gereğince yaratıkları yaratan yaratıcı/Allah, özgür irade sahibi olan yaratıkları tarafından varlık âleminde (insan olmak üzere varlıkların hepsine yönelik) yapılan zulüm ve fesatların tümüne razı olduğunu kabul etmek anlamına gelir. “Ma enzelellahu ala beşerin min şeyin = Allah beşer denen hiç kimseye bir şey inzal etmedi” iddiası işte bu anlamı ifade ediyor. Ancak yaratıcı, hakkında şekillenen bu anlayışın yanlış olduğu şu cümleyle; “Onlar Allah’a verilmesi gereken konumu vermediler” beyan ediyor. Zira yaratıcı yaratıklarına miskali zerre kadar zulmün yapılmasına razı olmaz. “Öyle bir günden sakının ki, o gün hepiniz Allah'a döndürülüp götürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı amellerin karşılığı verilecek ve onlara asla zulüm ve haksızlık yapılmayacaktır”. (Bakara 281). “İşte bunlar Allah'ın, sana hak olarak okuduğumuz ayetleridir. Allah, âlemlere hiç zulüm etmek istemez” (Al-i İmran 208).
İnsanların iradesinin yaratıcının iradesinin dikeyinde, yarattıklar arasında adaleti gerçekleştirecek nitelikte faal olmasını istemeyen kimseler, yani yaratıcıya verilmesi gereken konumunu vermeyen anlayışta olan kimseler tabii olarak insan olmak üzere varlıkları kendi anlayış ve dolayısıyla istek ve arzularına hizmet ettirecek hale getirmek ister ve bu uğurda bütün gücüyle çalışır. Bu nedenle adaletin tahakkuku için ilahi bilgi ve dolayısıyla ilahi teşrii irade doğrultusunda insanların iradelerinin faal olmasının gerekliliğine inanan anlayıştaki insanlara yönelik plan ve proje geliştirmek zorundadır. Aksi takdirde kendi anlayışını ve dolayısıyla iradesini hâkim kılamaz. Bu bağlamda yapılacak en uygun plan ve proje yaratıcının bilgisi olup, teşrii iradesi olarak tecelli etmiş olan ilahi dini tahrif, yani ilahi olmaktan, hedefini gerçekleştirecek nitelikten münharif edip beşerileştirerek anlayışlarına hizmet ettirecek bir kalıba sokmaktır. İlahi olan bir dini böyle bir kalıba sokmak dine karşı gelmekle değil, dindar ve dinin müfessiri makamına oturmakla mümkün olduğu çok açıktır. Bu nedenle Hak Teâlâ makalenin merkezinde yer alan ayette, Allah hakkında şekillenen yanlış anlayışa sahip olanların anlayışını bildirmekle yetinmiyor, bunun yanı sıra onların uyduruk bir kimliğe büründüklerine ve kendileri için biçmiş oldukları makama sadık olmadıklarına da işaret ediyor. Allah'a verilmesi gereken konumunu vermeyenler, Allah'a verilmesi gereken konumu vermiş kimselerin yanında konun sahibi olup kendi amaçlarına ulaşabilmek için kedilerini Musa’nın (a.s.) getirmiş olduğu kitabın müfessiri konumuna getirdiler. Dolayısıyla semavi dine inanmadıkları halde Allah, Nebi-i Epkrem (s.a.a) vasıtasıyla iddialarının karşısında; “insanlar için bir nur ve hidayet olarak Musa’nın getirmiş olduğu kitabı kim inzal etti” diye sorunca, sizin iddiamıza cevap olarak beyan ettiğiniz şey bizi bağlamıyor, zira biz Musa’ya da bir şeyin indirildiğini kabul etmiyoruz” diyemediler. Zira toplum nezdinde “Yahudi âlimleri” olarak tanınmışlardı. Bunu söylemiş olsalardı planları bozulmuş olurdu, artık insanları Muhammed’den (s.a.a.) uzaklaştıramazlardı. Bunların izlemiş oldukları bu yöntem İblis'in meleklere karşı izlediği yöntemle aynısıdır:
İblis Brahmanlık anlayışında olduğu için gerçekten Allah’a ibadet ederek değil, nefsinin istekleri doğrultusunda ibadet ediyor kılıfına girerek meleklerin içine girmişti, öyle ki melek olmadığı halde meleklerden biliniyordu. Dolayısıyla Allah meleklere; “Âdem'e secde edin” şeklindeki fermanı verdiğinde, İblis, ben melek değilim, dolayısıyla bu ferman beni bağlamıyor diyemedi. Yoruma kaçarak şöyle dedi: "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş balçıktan yarattığın beşere tabi olmam” (Hicr 33). İblis'in bu anlayışı nüfuz ettiği tüm insanlar beşerde somutlaştırılmış ilahi velayeti (muhlesleri) kabul etmezler: “İnsanlara hidayet (Kur'an) geldikten sonra onların iman etmelerine ancak, "Allah, bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi?" demeleri engel olmuştur” (İsra 94). Zira kabul ederlerse benlikleri tamamen kenara atılması gerekiyor ki buna asla razı olmazlar. Dolayısıyla kendi algısıyla insanların iradesini yönlendirme anlayışını taşıyan kimseler beşerde somutlaştırılmış, tevile açık olmayan ilahi bilgiyi temsil eden kimseleri kesinlikle kabul etmezler. Kabul ettikleri din anlayışı kesinlikle benliklerini koruyacak şeklinde olması gerekir. Bunun için insanları hep ölülere mahkûm ettiriyorlar. Zira ölülerden kalan sözleridir, sözler farklı algılamaya açık olduğu için sahibinin maksadından saptırılması çok kolaydır. İran’da kendini aydınlardan sayan Ekber Genci İmam Humeyni (ra) hakkında şöyle diyor: “Biz Humeyni’yi (Batı) demokrasisiyle bağdaşacak bir şekilde tefsir edeceğiz. Zira Humeyni’in kendisi yoktur. Var olan şey sadece bizim onun sözlerinden algılarımızdır” (http://www.farsnews.com/newstext.php?nn=13930909001583)
Kur'an'a göre ilk olarak bu anlayış İblis'te şekillenmiş. Dolayısıyla Allahu Teâlâ böyle bir anlayışın İblis'te şekillendiğini ortaya çıkararak iman edenleri bu anlayışı taşımaktan ve taşıyanlardan sakındırıyor: “Ey iman edenler! Hepiniz bir bütün olarak barış içine girin, Şeytan'ın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır” (Bakara 208). Şeytan'ın izi, Allah’ın seçtiklerine (muhleslere) tabi olmakla değil, kendi algısıyla Allah'a ibadet etmektir. İblis'in (şeytanın) yöntemiyle kabul edilen Allah’ın dini tevile açık olduğu için müminleri (ilahi teşrii irade doğrultusunda hareket edilmesinin gerekliliğine inanları) bir bütün olarak barış içinde yaşayabilecek durama getiremeyeceği gibi dinin asıl hedefi olan adaleti de gerçekleştiremez. Zira bu yöntemde, ilahi bilgi değil, şahsi algılar ve beşeri dini anlayışlar hâkimdir. İşte bu anlayış bir ekol olarak insanlarda “Brahmanlık Anlayışı” şeklinde zahir olmuş ve ilahi iradenin hâkimiyetinin önüne geçebilmek için uyduruk bir dini kimliğe bürünmüş/bürünmekte ve Allah’ın velayetini kabul edenlerin içine sızar, Yahudiler'de Yahudi âlimi, Hıristiyanlar’da Hıristiyan âlimi ve Müslümanlar'da Müslüman âlimi olarak tanınır ve kabul görülüyor. İşte ayeti kerime Yahudiler'de böyle bir hakikatin gerçekleştiğini, Kur'an'ın takipçilerine bildiriyor. Allahu Teâlâ bir ortam hazırlayarak melekleri muhatap alır İblis'in gerçek kimliğini gösterdiğinde İblis melek olarak kendini tanıttığı için ben melek değil, dolayısıyla bu emre muhatap değilim diyemediği gibi “Brahmanlık Anlayışında” olup “Yahudi Alimleri” olarak uyduruk bir kimlikle Hz. Musa’yı Peygamber ve Tevrat’ı Allah’a ait bilgiler olarak kabul edenlerin içine girip bu kimlikle tanındıkları için iddialarına Allah’ın diliyle Peygamber tarafından verilen cevaba, bu cevap bizi bağlamıyor, zira biz Musa’yı (a.s.) da Peygamber olarak kabul etmiyoruz diyemediler.
Ayetin devamı da ayetin konu ettiği kimselerin gerçekten Hz. Musa’ya (a.s.) inanan Yahudiler değil, “Brahmanlık Anlayışında” olup gerçekten Hz. Musa’ya (as.) inananları sömürmek için Yahudi kılıfına girdiğini teyit ediyor: “Siz onu (kitabı) yapraklar haline getirdiniz ve yapraklarının bir kısmını açıklıyor ve çoğunu gizliyorsunuz”. Gerçekten Musa’nın (a.s) Nebi, Tevrat’ın Allah tarafından inzal edilmiş bir kitap ve gerçekten ölümden sonra ahiret diye bir hayatın var olduğuna inanmış olsalardı, semavi kitaba karşı böyle bir davranışta bulunmazlardı. Bunlar aslında Musa’nın getirmiş olduğu kitabın Allah tarafından olduğunu kabul etmiyor ve halk nezdinde kabul etmeleri kendi iradelerini Allah’ın bilgisine ve dolayısıyla Allah’ın iradesine teslim ederek adaleti gerçekleştirmek için değil, bilakis kitap üzerinden kendi iradelerini topluma hâkim kılmak içindir. Nübüvvet, vahiy ve ahirete iman görümünü vererek bir taraftan bilmedikleri birçok şeyi kitaptan öğrenir ve bilgi sahibi olmaya çalışıyor, diğer taraftan onları gerçekten Allah’ın bilgisine ve dolayısıyla Allah’ın iradesine bağlamalarını gerektiren kısmını gizletiyorlar; “Siz ise kitabı kategorize ediyor; yapraklar haline getirerek bir kısmını aşikâr ediyor, bir diğer kısmını gizliyorsunuz. Kitapla siz ve arkasından gittiğiniz babalarınızın bilmediği birçok şeyler öğretildiniz”.
Sonuç itibariyle: müfessirlerin de kabul ettiği gibi bu ayeti kerimede Hak Teâlâ konu ettiği kimselerin, taşıdıkları anlayışlarıyla batılda olduğunu ve batılda olduklarını da çelişkilerini ortaya çıkararak bildiriyor. Allahu Teâlâ adeta şöyle buyurmaktadır. Eğer Tevrat’ın, Allah’a ait olan bilgi olup kitap şeklinde Musa (as) vasıtasıyla size ulaştırıldığına gerçekten inanıyorsanız neden, “Allah beşer denen hiç kimseye bir şey inzal etmedi” iddiasında bulunuyorsunuz? Bu iddianızla Muhammed’in (s.a.a.) Resul olduğunu inkâr etmek istiyorsunuz ama temel inançlarınızla çelişiyorsunuz. Dolayısıyla eğer iddianızda samimi değil, meşhurun kabul ettiği nakle göre kızgınlıktan dolayı Yahudiler'in reisi olan Malik b. Seyf’in dilinden bu cari olmuşsa, temel inançlarınızla çelişiyor, eğer iddianız, gerçekten anlayışınız ve inancınızdan kaynaklanıyorsa ki kanaatimizce böyledir, neden hainlik yaparak insanlara kendi öz kimliklerinizle değil, uyduruk bir kimlikle gidiyorsunuz? Bu insanlığa yakışmadığı gibi sizin anlayışınızla da bağdaşmıyor. Her halükarda batılı ortaya çıkarmada hak Teâlâ tarafından takip edilen üslubun, çelişkiyi ortaya çıkarmak üzerinden yapıldığı çok açıktır. Dolayısıyla daha önceki makalede de beyan edildiği üzere bir varsayım olarak “imtinai içtimai nakizey” kuralının epistemolojik değere sahip olduğu gibi ilahi dinde de kâmilen kabul edilmektedir. O halde çok esaslı ve önemli iki soru akla geliyor.
Birinci soru: çelişkiyi barındıracak veya çelişkiyi barındırmaya sebebiyet verecek veya çelişkiye meşruiyet kazandıracak bir anlayışı Allah’ın dini olarak insanlara vermek Allah’a iftira sayılmaz mı? Sayılıyorsa, şu ayete muhatap olanların kategorisine girenlerden olmaz mıyız (Allah korusun); “Allah'a karşı yalan uyduran veya kendine bir şey vahiy edilmemişken, "Bana vahyolundu" diyen, ya da "Allah'ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim" diye laf eden kimseden daha zalim kimdir” (Enam 93). Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşe inanıyorsak bu konunun üzerinde ciddiyetle düşünmemiz gerekmez mi?
İkincisi soru: çelişkiyi meşrulaştırmayacak, insanları istismara müsait hale getirmeyecek bir din anlayışını, kısaca Allah’ın bilgisini, dolayısıyla Allah’ın teşrii iradesini ve neticede gerçek adaleti sağlayabilecek bir dini anlayışı ortaya koymak mümkün mü? Gerçekten yaratıcı, yaratıklarına miskali zerre kadar zulüm edilmesine razı olmaz inancını taşıyan kimselerin bu nokta da düşünmeleri gerekmez mi?
Murat Aydoğdu
Yeni yorum ekle