Hz. Zehra (s.a) ve Ubudiyet

Pt, 08/02/2021 - 17:54

Hz. Zehra (Selamullahi Aleyha)’nın –ve de bütün ilahi evliyanın- şahsiyetinin en önemli ve en temel boyutu Yüce Allah’a karşı kulluğu, huşu ve huzusu, raz’u niyazıydı. Hayatına hakim kıldığı ibadet, dua, Allah ile irtibat kurma ve maneviyat yönüydü.

Welayet News - Abide (çok ibadet eden), zahide (zühd ehli), rakia (ruku eden), sacide (secde eden) ve kanita (Allah’a muti olan) gibi lakap  ve vasıflar, Hz. Zehra'nın (sa) ne kadar ibadet, zikir, huşu ve huzu ehli olduğunu gösteren  başlıca lakap ve vasıfları olarak kaydedilmiştir. Allah ile irtibat kurma, maneviyat, ibadet, tazarru ve huzu Hz. Zehra’nın hayatının sadece bir bölümünü değil, onun bütün hayatını kapsıyordu, bütün yaşantısını kaplıyordu. Burada bir noktaya değinmek istiyorum. Tahrif edilmiş dinlerde, maneviyat ve din alanı ile dünyevi ve maddi işlerin alanı birbirinden ayrıdır. Yani misal olarak eğer bir insan Allah ile irtibat kurmak isterse özel bir günde, Cumartesi ya da Pazartesi günü genel mabetlerine gider ve orada dua, ibadet, tövbe ve itiraf odalarında günah çıkarmak ile meşgul olurlar. Bu alan, maneviyat alanıdır. Kilise’den, Havra’dan, gittiği mabetten dışarı çıktıktan sonra artık dünyevi yaşantısına başlar ve alışverişle, sanatla, sporla, dinlenmeyle ve yaşantısını idare etmekle meşgul olur. Yaşam sahasına geçer. Diğer bir deyişle, maddi alan ile manevi alan, dünya ile ahiret birbirinden ayrı iki alandır. Özellikle de seküler kültürde –ki maalesef baskın bir kültürdür – dinin asla hayata karışmaması gerektiği tavsiye edilir. Eğer Allah ile irtibat kurmak istiyorsanız Kilise’ye gidin, o özel günde mabede gidin ve orada Allah ile irtibatınızı kurun. Ama yaşam alanına girdiğinizde artık orası dünyevi alandır, maddi hayatın sahasıdır, oranın artık kendine göre kuralları ve gereklilikleri vardır. Ancak kutsal İslam dininde asla böyle bir şey yoktur. Maneviyat alanı hayatın tamamını kaplar, hayat kulluk ile iç içedir. Bunların birbirinden ayrı olması gibi bir şey söz konusu değildir. Din dünyevi işlerden, maddi yaşamdan ayrılacak olursa dünyevi hayat harap olur ve baştan başa heba olur. Hayatın her yönüne maneviyatın hakim olması gerekir. Bu bizim dinimizin bize tavsiyesidir. Bir kimse alışveriş yaptığında, evde ev işleri yaptığında, dinlenme, spor, sanat ve sosyal işler ile ilgilendiğinde tüm bu yaptıkları ubudiyet ve ibadetin dışında değildir.

 Resul-i Ekrem (s.a.a) bir grup kimse ile bir yerde oturmuşlardı. Hava sıcaktı. Cüsseli bir genç o yakınlarda bir yerde çalışıyordu. Yükleri yerlerine taşıyordu. Sahabeden bazıları, yazık değil mi bu gence, bu cüssesi ile dünya için böyle ter döküyor. Dünya için böyle çalışıyor. Peygamber buyurdu: Eğer başkalarına muhtaç olmamak, ihtiyaç elini ona buna uzatmamak ve ailesi için helal bir ekmek kazanmak için bu işi yapıyorsa bu ahiretin ta kendisidir.

Bakınız, uhrevi konular ve uhrevilik dünya hayatının tamamını kaplıyor. Dini tavsiyelerde bize öğretilen de tam olarak budur. Yani; ibadetiniz sadece camide olmasın, elbete caminin yeri başkadır fakat hayatını camiye dönüştür. Resul-i Ekrem, “İbadet yetmiş cüzdür ve bu yetmiş cüzün en faziletlisi, en üstünü helal kazanctır” buyurmakta. Yani pazarda çalışırken helal yoldan kazanç elde ederseniz, yüce bir niyet ve saikle ticaret yaparsanız çalıştığınız yer mescit olur, tahsil ettiğiniz yer cami olur, evde ev hanımı çalışırken orası ibadet yeri olur, sanatın, sporun, dinlenmenin yapıldığı yerler hepsi ibadethane olur. Bütün hayatın ibadet ve kulluk olmalı. Resul-i Ekrem (s.a.a) Ebuzer’e şöyle buyurdu: “Ey Ebuzer!  Her şey için bir niyetin olsun, uyku ve yemek için bile bir niyetin olsun”. Yemek yemek istiyorsan, uyumak istiyorsan, dinleneceksen, geziye çıkacaksan, bütün bunları yaparken iç güdüyle hareket ederek yapma, hayvanlar iç güdüyle hareket eder. Rüşt etmek, yüceleşmek isteyen bir insan sadece iç güdülerinden hareketle işlerini yaparsa kendisine yazık eder. Kendi işlerinde doğru düzgün bir niyetin, ilahi bir niyetin, yüce bir niyetin olsun. O zaman bütün işlerin, yemek yemen, dinlenmen, gezmen, spor yapman ve diğer yaptığın her şey ibadet olur. İmam Sadık (a), “Gece uymak istediğinizde  sabah ezandan birkaç dakika önce de olsa uyanmaya niyet edin” diye buyurmakta. Bir kimse gece namazını kılamazsa bile, seher vaktini idrak etmesi kendi başına bir fazilettir. Sabah ezanından önce uyanmaya niyet edin buyurdular. Eğer bir kimse sabah ezanından önce seher vaktini idrak etmek istiyorum diyerek ciddi niyet yaparsa ‘sabaha kadar alıp verdiği nefesler zikir olarak yazılır’. Yani yattığı beş altı saatin tamamı ibadet olur.  

Merhum Şeyh Bahai bir kitabında önemli bir noktaya değiniyor. Diyor ki farz edelim bir insan günde altı saat yatıyor. Daha çok da yatabilir ama varsayalım ki altı saat yani günün dörtte birini yatıyor. Böyle bir insan 80 yıl yaşayacak olsa ömrünün dörtte birini yani 20 yılını uykuda geçirmiş olacak. Kendisi için günah yazılmaz ama sevap da yazılmaz. Amel defterine 20 yıl nötr olarak (ne sevap ne günah, boş olarak) yazılacak. 20 yıl gitti. Ne kadar yaşayacağız ki ömrümüz böyle neticesiz bir şekilde elimizden kayıp gitsin. Ama eğer İmam Sadık (a)’mın bu buyruğuyla amel edersek ve insan uyumak istediğinde seherde kalkacağını niyet ederek uyursa bütün uykusu ibadet olur, amel defterinde nötr olarak yazılacak olan o 20 yılın hepsi ibadet olur. İnsan, hayatının her anını kullukla, ibadetle ve Allah’la irtibat halinde geçirebilir. Bu ibadetin genel anlamıdır. İnsanın tüm hayatında ilahi bir bir niyetle, saikle yaşaması ibadetin genel anlamı oluyor. İbadetin bir de has bir anlamı vardır. İbadetin has anlamı; namaz, oruç, zikir, dua, tevessül ve bunlara benzer şeyler olan zikirler, menasik ve amellerden ibarettir. Nakledildiği üzere Hz. Zehra (sa) bu anlamda da insanların en abidi, en çok ibadet edeni idi. Nitekim tarihte nakledildiğine göre, evdeki ibadet mihrabında o kadar çok namaz kılıyordu ki mübarek ayakları şişiyordu, o kadar ki kıyam, kuud, ruku ve secde ediyordu. 18, 19 yaşındaki bir bayan bu denli abide ve ibadet ehliydi. Evinde bir yeri mihrap ve musalla (namaz mekanı) olarak ayırmıştı. Nitekim  insan eğer evde namaz kılıyorsa bir yeri kendi mihrabı, mescidi ve musallası olarak ayırsın diye tavsiye edilmiştir. Fıkhi risalelerde de ölüm anında durumu fenalaşan ve ölümü zor olan kimsenin namaz kıldığı yere götürülüp yatağının orada serilmesi tavsiye edilmiştir. Orası onun musallası (namaz kıldığı yer) ve nurani bir yerdir. Hz. Zehra (sa) evde bir yeri kendisinin musallası olarak ayırmıştı. Resul-i Ekrem buyurdu: Zehra-i Ether mihrabında kıyama durduğunda Hz. Zerhra’nın nuru semavileri aydınlatıyordu, gökteki melekleri nurlandıyordu, yıldızlar geceleyin yeryüzündekiler için parladığı gibi Hz. Zehra’nın (sa) nuru da semaviler için parlıyordu ve onları aydınlatıyordu.

İmam Sadık (a)’dan gelen bir rivayette de Zehra’ya Zehra diyorlardı çünkü Zehra nurani demekti, (yani nurani olduğu için bu adı almıştır). Bu nedenle melekutiler kendi ziyasını, kendi nurunu ondan alıyordu ve onun nuruyla münevver oluyorlardı.

Sonra Peygamber (s.a.a) buyurdu: Alemlerin Rabbi, meleklerine şöyle dedi: Ümmetin kadınlarının en üstünü olan kulum Fatıma’ya bakın, benim karşımda kıyamda durmuş ve haşiyetimden vücudunun bütün azaları titriyor. Hz. Zehra (sa) abide (çok ibadet eden) bir insandı. Manevi hal, zikir hali bu büyük insana hakimdi.

Ben bir iki noktaya değinmek istiyorum, umuyorum ki inşallah bizim hayatımız için faydalı olur. Birincisi şu ki, bu maneviyat hali, ibadet hali, ziyaret hali, namazda huşu ve huzu hali, namazda farkındalık hali, tövbe ve inabe hali, bu manevi haller Rabbimizin insana verdiği ücrettir; bedava değil, ücrettir. Bir iş yapmış olmalısın ki sana versinler. Bunlar iksirdir. Bedavaya kimseye vermezler. Hafız’ın deyişiyle: Gönül sızısını, akan gözyaşlarını, seher ahını, gece iniltisini hepsini Sen’in kereminin bir eseri olarak görüyorum. Bazen olur ki, insanın bir kere, iki kere, on kere, yirmi kere hali olmaz, bu tabiidir ama bir de vardır ki insan her zaman halsizdir, sürekli dertsizdir, sürekli namaza itinasızdır, gözünden bir kere dahi yaş akmaz, ziyarete gitme hali hiç olmaz, bu hastalıktır, bunun adı hastalıktır. Bu manevi ve güzel halleri insana ihsan etmeleri gerekir.

Halkın arasında, avamın arasında kullanılan bir cümle var. Ziyarete, örneğin İmam Rıza (a)’mın, Kerbela’yı veya genel olarak Ehlibeyt’in (a) ziyareti için yola çıkmak istediklerinde genellikle “Bizi talep etmişler” cümlesini dile getirirler. Halkın arasında kullanılan bu cümle, doğru bir cümledir. Talep etmeleri lazım, o taraftan bir talebin olması gerekir.

Allah rahmet eylesin merhum Allame Tabatabai, ‘bir defasında ziyaret için İmam Rıza’nın haremine gitmiştim ve İmam Rıza'nın (a) iştiyakla kucağını kendi ziyaretçilerine açtığını gördüm’ diyor (Onun böyle şeyleri görme gözü vardı. Allah kendisine bir takım inayetler ihsan etmişti). Evet aynen böyledir. Önce o yüce insanlar kucağını açmalı ki içimize bir cezbe, bir sevgi, bir coşku ve şevk düşsün. Maşukun tarafından bir cezbe, bir çekim olmadığı sürece çaresiz aşığın çabası bir yere varmaz. Öncelikle insanı öbür taraftan istemiş olmaları gerekir. Eba Abdullah (a)’mın Arefe duasında kullandığı şöyle bir tabir var, Allah Teala’ya şöyle dua ediyor: Allahümme utlubni birahmetike hatta esile ileyke veczibni bimennike hatta ukbile aleyke. Allahım! Beni iste, bana o cazibelerinden gönder, beni kendine doğru çek, beni iste ta ki sana vasıl olayım. Eğer Allah bize yardım etmek isterse, bize tazarru ve yalvarma eğilimini ihsan eder. Allah ne zaman bir kimsenin elinden tutmak isterse ona gözyaşı verir, ona hal ihsan eder. Allah bize yardım etmek istediğinde tazarru ve yakarma isteğini içimize atar. Ya Rab! Hem yakarış Senden hem merhem senden, hem dua senden hem icabet senden. Hem dua verirsin hem kendin icabet edersin. Hem dua Senden hem o iyilik Senden. Biz kimiz ki, evvel Sensin ahir Sensin.

Mevlana'nın Mesnevi’de anlattığı güzel kıssa var. Sizlerin de bildiği maruf bir kıssadır. Allah’ın bir kulu çok dua ediyormuş, her gün ilahi dergaha yönelip sızlama, tazarru ve gözyaşları içinde yakarışta bulunuyormuş. Bir süre sonra istediği haceti alamamış, dileği yerine gelmemiş. Şeytan ona, ‘Neden bu kadar dua ediyorsun? Seninle ilgilenmiyorlar işte, sana bakmıyorlar. Eğer baksaydılar hacetini verirlerdi’ diye yavaş yavaş vesvese etmeye başladı. Bu vesvese bazen bize de gelir ve kimi durumlarda hacetimiz ve dileğimiz karşılanmadığında ya da geç karşılandığında küsüp dua yapmaktan soğumaya başlarız. Şeytan o kadar vesvese yaptı ki sonunda o Allah kulu da soğudu ve artık dua yapmadı. Gece rüyasında Hz. Hızır'ı gördü. Hz. Hızır ona neden dua yapmıyorsun dedi. O da dedi: Neden dua yapayım? Bu kadar dua ettim bir netice çıkmadı, bana bir cevap gelmedi. Hz. Hızır dedi: Yanlış yapıyorsun, Allah’ın cevabı önceden gelmişti. Döktüğün o gözyaşları, senin o sızlamaların Allah’ın cevabıydı. Belli ki Allah seni istemiş. Eğer Allah’ın seninle işi olmasaydı sana inayeti olmazdı, sana asla gözyaşı vermezdi, sızlama ve inleme ihsan etmezdi. “Senin o Allah deyişin bizim lebbeykimizdi”. Senin Allah Allah diye zikretmen, Allahümme Allahümme diyerek dua etmen  Allah’ın daha erken yetişen cevabıydı. “Senin o Allah deyişin bizim lebbeykimizdi, o niyazın sızın ve derdin elçimizdi, senin o çare arayışların ayağındaki bağı çözmek için verdiğimiz cezbeydi”. Ne yapacağım ne yapacağım demeni, bu çare arayışlarını biz senin içine attık. “Bizim cezbemizdi ki onunla ayak bağını çözdük, senin korku ve aşkın lütfumuzun kemendidir, her ‘Ya Rab’ deyişinin altında lebbeykler vardır, cahilin canı bu duadan uzaktır zira ‘Ya Rab’ demesinin emri çıkmış değildir”. İnsanın hali yoksa, duası yoksa, Allah’la irtibatı yoksa bunun içindir. “Cahilin canı duaya yakın değil, zira ‘Ya Rab’ demesinin emri çıkmış değil, girift durumda Allah'a şikayet etmesin diye ağzı ile gönlü kilitlidir”. Demek ki bu manevi haller çok değerlidir. Bu hallere sahip olan insan, talep edilmiş insandır. Onları elden vermemeli. Bazen insan bir şey yapar ve o hallerden mahrum olur. Bazen bir kalp kırar, birisinin hakkına girer veya bir insanın haysiyetini götürür böylece kendini manevi bir halden, manevi bir muvaffakiyetten, Alllah’la kurduğu bir irtibattan, yaşadığı bir halvetten, gözyaşından ve iç sızından kendini mahrum eder. Bir kimse Emirel Müminin Hz. Ali’nin (a) huzuruna geldi ve dedi: Efendim, gece namazı kılmak istiyorum ama bir türlü yapamıyorum. Hazret buyurdu: Günahların seni yerden kalkamaz hale getirmiş. Öyle bir şey yaparsın ki artık o muvaffakiyeti sana vermezler. Bu muvaffakiyetler ücrettir, bedava değil, öyle gelişi güzel insana vermezler. Bir iş yapacaksın ki sana versinler.

İmam Kazım’ın (a) büyük yarenlerinden biri Ali bin Yaktin’di. İmam Kazım (a) onun hakkında şöyle buyuruyor: “Kim cennet ehlinden birini görmek istiyorsa Ali bin Yaktin’e baksın”. Ali bin Yaktin böyle bir azamete sahip bir insandı. Harun Reşid’in sarayında vezirlik yapıyordu elbette İmam Kazım’ın izniyle bu görevi yürütüyordu. Bir kaç kez istifa edip sarayı terketmek istedi ancak İmam Kazım kendisine "Sen orada kal ve Şiilerimizin, müminlerin ve mazlumların işleriyle ilgilen" buyurdu. İmam Kazın bir keresinde ona dedi: Ali! Ben Arafat’taydım ve orada kaldığı tüm süre içinde hep gözümün önündeydin ve sana dua ediyordum. Bu çok büyük bir makam, çok büyük bir azamet. Belki inanmazsınız ama aynı Ali bin Yaktin bir ara öyle bir şey yaptı ki İmam Kazım’ın gözünden düştü, kendisini mahrum eden bir iş yaptı. Şiilerden İbrahim Cemmal adında birisi, bir iş için Kufe’den Abbasilerin başkenti Bağdat’a gelmişti. İşi için, vezir olan Ali bin Yaktin’in yanına gelmişti. Ali bin Yaktin, artık başı mı kalabalıktı, yorgun muydu, müracaat edenleri mi çoktu her ne sebeple olduysa, işini yola koymak için gelen bu mümin insanın yani İbrahim Cemmal’in işiyle ilgilenmedi, ona itinasız kaldı ve işini görmedi. O Allah’ın kulu da işiyle hiç ilgilenilmediğini görünce kendi şehri Küfe’ye geri döndü. Aradan bir süre geçtikten sonra Ali bin Yaktin hac ibadeti için Mekke'ye gitti. Hac merasimini ve ibadetinden sonra da İmam Kazım'ın huzuruna çıkmak için Medine'ye geldi. Ali bin Yaktin, İmam Kazım’ın evinin kapısına gelince hizmetçi dışarı çıktı ve buyrun ne istiyorsunuz dedi. O da dedi ki: Git İmama söyle, huzuruna çıkmak istiyorum ve kendisiyle işim var. Hizmetçi içeri gitti ve sonra dışarı çıktı ve ona dedi: İmam bana, ‘Ali bin Yaktin’i içeri alma ve ona yol verme’ dedi. Ali bin Yaktin birden yerinde donup kaldı ve hizmetçiye dedi: Benim Ali bin Yaktin olduğumu İmam’a söyledin mi? Hizmetçi de evet, vezir olan Ali bin Yaktin’in geldiğini söyledim ama bana dedi ki ona yol verme. Ali bin Yaktin, İmam Kazım’ın kapısından geri dönecek güç ve takati artık ayaklarında bulunmayacak kadar yıkılmıştı. Bütün amelleri heder olacaktı, zira İmam’ı artık kendisini kabul etmiyordu. Artık şöhret, makam, mevki ne varsa hepsini ayağının altına aldı. Sokakta gezmeye başladı, artık vezirin burda gidip geldiğini görürler, ne derler vs gibi şeyler asla onun için önemli değildi. Tek önemsediği şey, İmam belki dışarı çıkarsa bir bahaneyle kendisiyle görüşmekti. Birkaç saat geçtikten sonra İmam Kazım dışarı çıktı. Sokakta Ali bin Yaktin, İmam’a yaklaşıp selam verdi ve ‘Efendim, bir hata mı yaptım beni içeri almadınız?’ diyince, İmam Kazım (a) buyurdu: “Sen Şiilerimizden birine itina göstermedin biz de sana itina göstermedik. Eğer amellerinin, yaptığın haccın Allah katında kabul edilmesini istiyorsan helaliyet istemelisin”. Ali bin Yaktin Kufe'ye gitti ve kendisiyle ilgilenmediği ve işini yola koymadığı İbrahin Cemmal’in evinin kapısına geldi. Kapının girişinde yüzünü yere koydu ve İbrahim Cemmal’e ayağını yüzünün üzerine koymasını istedi. İbrahim: Efendim neden benden bunu istiyorsunuz? İbni Yaktin: Ayağını yüzümün üzerine koy, bir müminle ilgilenmeyen ve onun işini hal yoluna koymayan bu yüz zelil olmalı. İbrahim Cemmal ayağını Ali bin Yaktin’in yüzüne koydu. İbni Yaktin, yüzü İbrahim’in ayağının altındayken şöyle dedi: Allah’ım! Elimden geleni yaptım, İmamımın gönlünü bana karşı merhametli ve razı eyle”. Sonra ayağa kalktı, İbrahim’le kucaklaştı ve Medine’ye geri döndü. İmam Kazım (a) onunla hayli ilgilenip ağırladı. Büyük bir ders. Ali bin Yaktin gibi azametli bir insan da olsan, bir mümine karşı itinasızlık yaparsan, bir hata veya haksızlık yaparsan kendini ilahi bir irtibattan, İmam’ın huzuruna çıkmaktan mahrum edersin. Kimi durumlarda bizi de mahrum ederler! Bazen bizler de öyle bir şey yaparız ki artık ziyaret halimiz olmaz, bize yol vermezler, gece namazı kılacak halimiz kalmaz ve yerden kalkamaz hale geliriz!

Allah rahmet eylesin Ayetullah Şeyh Murteza Hairi’ye. Allah ondan razı olsun. Bu azametli fakih bir süre İslam İnkılabı Rehberi'nin de hocasıydı. Kendisi son derece ince düşünceli, titiz ve takvalıydı. Ayetullah Şeyh Murteza, Kum medresesinin kurucusu Merhum Hac Şeyh Abdülkerim Hairi Yezdi’nin oğludur. O, 14 masum arasında İmam Rıza’ya (a) aşıktı. İmam Rıza’ya (a) karşı esasen başka bir hale sahipti. İki üç gün Medrese tatili olsaydı koşup arabaya (üstelik o eski külüstür arabalardan birine) atlar ve soluğu Meşhed’te alırdı. Bazen birisine nerelisin dediğinde ve o kimse Meşhedliyim deseydi gözleri yaşarmaya başlardı. Meşhed’in adı anıldığı zaman dahi gözleri dolmaya başlardı. Biz, 14 masumu İmam Rıza’da özetledik diyordu. İmam Rıza’nın (a) Haremi’nin bazı hadimleri, bazı mümin insanlar kendisini görmüşlerdi; İmam Rıza’nın (a) Haremine girdiğinde abasının ucuyla yeri süpürmeye başlardı belki İmam Rıza’nın Haremini süpüren hadimlerden sayılır diye. Kendisi anlatıyor, diyor ki bir defasında İmam Rıza’nın ziyaretine, Hareme doğru gidiyordum. Kendi halimde olayım, o tarafa bu tarafa bakmayayım diye çok dikkat ediyordum ve zikir halindeydim. Haremin kapısının yakınına ulaştığımda tanışlarımızdan biri beni uzaktan görünce büyük bir iştiyak ve heyecan ile bana doğru koşup geldi bana sarılmak için. Ben kendi halimde kalıp onunla bununla konuşmak istemediğim için kendisine çok soğuk davrandım. Ben böyle soğuk davranınca o Allah’ın kulu da neye uğradığına şaşırmıştı, bir şekilde kendisini toparladı ve selam verdikten sonra gitti. Geldim avluya girdim ve kapılardan birinden Harem-i Mutahhara girmek isterken, kendisine tam güvendiğim Meşhed’in iyi insanlarından ve Allah dostlarından birini gördüm. O, bana doğru geldi ve hiçbir adab ve edebe uymadan, ihtiram göstermeden doğrudan şöyle dedi: Şeyh Murteza! İmam Rıza buyurdu içeriye gelme! İmam Rıza buyurdu benim ziyaretime gelme! Şeyh Murtaza anlatıyor, diyor ki birden sanki kalbin çöktü, bu beyefendinin hesapsız bir şey söylemeyeceğine güvenim tamdı. Hareme girmek için ayaklarımda artık takat kalmamıştı. Uzaktan İmam Rıza’ya (a) bir selam verdim ve geri döndüm. Nereden darbe yediğimi anlamıştım. Haremin dışında İmam Rıza’nın dostlarından birine yaptığım o itinasızlığın şimdi burada mehrum olmama neden olduğunu farketmiştim. Dışarı çıktım ve o Allah’ın kulunun adresini bilmediğim halde bir şekilde adresini bularak sora sora evine gittim. Kendisiyle kucaklaştık ve dedim hakkını helal et, kendi halimde idim ve seninle konuşup halini doğru düzgün soramadım. Beni bağışla dedim. O da dedi sorun değil hocam, bazen insan kendi halinde olur, onunla bununla konuşmak istemez. Dedim hakkını helal et. O da helal olsun dedi. Ondan helaliyet aldıktan sonra tekrar Hareme doğru geldim ama artık içeriye girmekten utanıyordum. İmam Rıza (a) "gelme" demişti. Haremin etrafında gezip ağlıyordum. “Kabe’yi tavafa gittim bana yol vermediler, dışarda ne yapmışsın ki içeriye geliyorsun”. Haremin etrafında öyle gezerken birden baktım o Allah’ın dostu ve güzel insan bana doğru geliyor. Sevinçle yanıma geldi ve ihtiramla bana dedi ki İmam Rıza buyurdu gelsin içeri, şimdi gelsin.

İşte böyle. Bazen insanı bir hata yüzünden –tabi ki herkesin hatası kendisine göredir – mahrum ederler. Her halükarda manevi hal, dilenme hali, dua hali bunlar ücrettir ve insanın bir muvaffakiyetinin olmasını gerektirir. “Gönül sızısı, akan gözyaşları, seherin ahı, gecenin iniltisi hepsini Senin kereminden bilirim”. Kısaca bir noktaya değinmek istiyorum ve o da şudur: Allah’ın genel feyzinin, Allah’ın rahmaniyetinin ölçüsü fakirliğimizdir. Allah’ın has feyzinin, özel inayetinin ve rahimiyetinin ölçüsü ise fakirliğimizi dile getirmektir, dilenmektir, inkisardır ve huzudur. Bakınız, Allah Teala mutlak ganidir, sonsuz düzeyde kemalata sahiptir. Alemlerin Rabbi, sonsuz ilimdir, sonsuz kudrettir, sonsuz rahmettir, sonsuz rızıktır; Cevşeni Kebir duasında okuduğunuz bin isim ve sıfatı ve kemalatı Allah Teala sonsuz düzeyde sahiptir. Bu bir taraftan, diğer taraftan ise biz insanlar da dahil alemde yaratılan her şey, mutlak fakirdir. Allah ne kadar kemalata sahipse biz de o kadar fakiriz, kemalattan yoksunuz, yoklukla doluyuz. Ya eyyuhen nasu entumul fukarau ilallahi / Ey insanlar! Allah'a muhtaç olanlar sizlersiniz. Bütün kainat ve yaratılmışlar böyledir.

Mahlukatını fakir yaratan Allah Teala, yarattıklarında bir ihtiyaç ortaya çıkardığında hikmetinin gereği olarak kendisinin rezzak olduğunu, kendisinin o ihtiyacı gidereceğini de bilir. Yoksa bir şeyi muhtaç yarattığı halde onun ihtiyacını, rızkını karşılamamasının bir anlamı olmaz. Bu açıdan, Allah’ın genel feyzi, O’nun rahmaniyeti bütün yaratılmışları –fakir yaratıldıkları için –kapsar. Recep duasında okuduğunuz da aynen budur: Ya men yu’ti men seele. Ya men yu’ti men lem yes’elhu ve men lem ye’rifhu tahannunen minhu ve rahme. Allah kendi feyzinden, onu hiç tanımayan ve kendisinden hiçbir şey istemeyen kimselere de verir. İster insan ister insan dışındakiler, ister mümin insan ister kafir insan olsun hepsi onun genel feyzinin kapsamına girer. Hepsi fakir olup muhtaç yaratıldığından Allah onların ihtiyaçlarını giderir. Sadi’nin kurduğu şöyle bir cümle var: Ey gaybın hazinesinden mecusla yahudiyi besleyen kerem sahibi Allah! Bustan adlı eserinde de şöyle güzel bir kıssa anlatır: Adamın biri çocuk sahibi olmuştu. Bir iki yaşındaki çocuğunun dişi çıkmıştı. “Tıflın biri diş çıkarmıştı, babası kara kara düşünceye dalmıştı”. Bu çocuk diş çıkarmış, bundan sonra bir şeyler yemesi gerekecek, onun ekmeğini suyunu nasıl temin edeceğim diyen babası başını iki elinin arasına almış düşüyordu. “Baba düşünceye dalmıştı, ekmeğini nereden getireceğim diyordu, kendi haline bırakmak insanlığa sığmaz. Düşündüklerini eşine söyleyince, bak eşi ne muhteşem bir söz söyledi: İblisin hilesine kanma ki (Allah) can versin, dişleri veren ekmeği de verir”. Dişleri veren Allah onun rekmeği de verir. Rezzak başka biri. “Mevlaye ya mevlaye! Entel gani ve enel fakir ve hel yerhemul fakire illel gani”. Demek ki Allah’ın genel feyzinin, onun rahmaniyetinin ölçüsü yaratılmışların fakirliğidir. Ancak Allah’ın bir de özel ve hususi bir feyzi, bir inayeti, bir rahmeti ve rahimiyeti var ki sadece fakirliğini izhar eden, Allah’ın evinin kapısında dilenip yalvaran, benlik testisini ilahi kapının önünde kıran inkisar haline sahip kimselere hastır ve onlara yöneliktir. İnsan ne kadar Allah’ın evinin kapısında mütevazi olursa, fakirlik tasını öne tutarsa daha fazla feyz alma liyakatine sahip olur ve Allah’ın rahimiyetinden nasiplenir. Bu son derece önemli bir nokta. Allah’ın o özel feyzinin dinlenmekle, yalvarmakla elimize geçeceğini unutmamak lazım. Kuran Kerim’de ‘gelin dilenin, gelin dua edin, gelin Allah’ın kapısına’ diyen “Ud’uni estecip lekum” ayetinin devamına bakın: “İnnel lezine yestekbirune an ibadeti” bana ibadet edilmesine yani dua edilmesine tekebbür ile yaklaşanlar “seyedhulunel cehenneme dahirin” onlar zillet içinde cehenneme yani özel azabıma girer. Ayetten anlaşılıyor ki, Allah’ın has rahmeti, tazarru eden, kibirli olmayan, Allah’ın kapısında dilenen, huzu ve inkisar hali içinde olan kimseler içindir, sadece onları kapsayan bir rahmettir. Öyledir de. Onun içindir ki dua ederken duanızı dile getirin denilmiştir. Allah bildiği halde, evet Allah insanın ihtiyacını biliyor ama sen onu dile getir, acizliğini diler getir ki aciz olduğunu, kimse olmadığını anlayasın. Bunun içindir ki duanın adabında denilmiştir ki ellerinizi yukarıya kaldırın, tazarru ve acziyetinizi dile getirin, ağlayın ve dua ederken ağlamıyorsanız en azından tebaki edin yani ağlıyorsunuz gibi yapın. Bütün bunlar, insanın acziyetini, dilenciliğini Allah’ın evinin kapısına götürmesi gerektiğinin işaretidir. Böyle olduğunda insanın dilenme kabı büyük olur ve ona göre de kendisine büyük feyz nasip olur. Konuşmamın son noktası olarak şunu arz edeyim: Dediklerine göre kör birisi, İmam Rıza’nın (a) Hareminin kapısında dilencilik ediyormuş. Elini onun bunun önüne uzatıp dileniyormuş. Dönemin padişahı –meşhur anlatıma göre Nadir Şah olduğu söylenir – Nadir Şah ziyarete gelmiş. Bu a’ma kişi, bir gürültü patırtının, birilerinin geldiğini hissedince etrafındakilere ne oluyor diye sormuş. Onlar da Nadir Şah ziyarete gelmiş derler. Nadir Şah dilencilik yapan bu kör kişiye yaklaşıp der ki: Kaç yıldır İmam’ın Hareminin kapısında oturup dilencilik yapıyorsun? Kör: Efendim altı yıldır. Nadir Şah: Yani altı yıldır burada oturup dinlencilik yapıyorsun henüz görme yetisini İmam Rıza’dan almamış mısın? Ben yarım saat ziyarete gidip geleceğim eğer bu süre içinde görme yetisini almazsan emredeceğim boynunu vursunlar. Topluma yük olmuşsun. Nadir, bir yere kaçmasın diye iki kişiyi de o amanın yanında görevlendirip ziyarete gitti. Bu zavallı ama ayağa kalkıp yönünü İmam Rıza’ya çevirdi ve “Ağacan! Mesele ölüm kalım meselesi. Allah’ım imdadıma yetiş” deyip başladı muztarca/çaresizçe yalvarmaya. Allah rahmet eylesin merhum Allame Tabatabai el-Mizan tefsirinde diyor ki, Allah Kuran’da muztar duanın müstecab olduğunu –Emmen yucibul mudtarra iza deahu ve yekşifus sue –buyuruyorsa şu yüzdendir ki muztar dua, gerçek duadır, dua düzeyine yeni gelmiştir, tokluktan ve Allah’a kuşkuyla yaklaşarak yapılmış dua değildir, gerçek anlamına yeni kavuşan duadır. O kör adam, ‘Ya İmam Rıza! Feryadıma yetiş’ diye yalvarıp dua ediyordu. Yarım saat geçti ve Nadir Şah geldi ama bu kör adam görme yetisini almıştı. Durumu gören Nadir Şah ona dönüp şu cümleyi söyledi: Demek ki şimdiye kadar İmam Rıza’nın dilencisi değildin yoksa görme yetisini alman için altı yıldır burada oturmana gerek yoktu”. Dilencilik kabımızı Allah’ın evinin kapısına götürmeliyiz.

Hz. Zehra-i Ether, dua ve zikirde doruktaydı. Hani bazen kendi aramızda filan kişinin gıdası, yiyeceği filan şeydir deriz ya, Hz. Zehra’nın (sa) da yiyeceği zikir ve duaydı, Rabbiyle raz’u niyaz etmekti. Peygamber (s.a.a) buyurdu: Fatıma beşeri bir huriyedir, melek sıfatında/melek soylu bir insandır. Efendimiz nasıl yani, dediklerinde şöyle buyurdu: Allah ademi, dünya alemini, cisimleri ve maddeyi yaratmadan önce, ruhlar aleminde Hz. Fatıma-i Zehra’nın ruhunu ve onun muttahar nurunu yarattı. Adem yaratılmadan önce o, ruhlar aleminde ve o nurani varlık içinde bulunuyordu. Eshab sual etti ki ruhlar aleminde nerede bulunuyordu? Peygamber öyle bir cümle buyurdu ki bendeniz gibilerin idrak kapasitesini aşan bir cümledir. Buyurdu: Zehra’nın mutahhar nuru, o inci, arş-i ilahide bir hazinenin, bir sedefin içindeydi. Sordular ki, Fatıma-i Zehra’nın ruhlar alemindeki yiyeceği neydi? (Dikkat edin, cisimler aleminde değil. Şu an içinde bulunduğumuz cisimler aleminde bizim yiyeceklerimiz ekmek, pirinç ve benzeri şeylerdir. Bunlarla biz beslenip büyümeye başlarız, açlığımızı bu tür yiyeceklerle teskin edip sakinleşiriz.)  Peygamber buyurdu: Fatıma’nın oradaki yiyeceği zikirdi, takdis ve tesbihti yani subbuhun, kuddusun, subhanallah diyerek, la ilahe illallah ve elhamdülillah diyerek besleniyordu. Bu zikirlerle beslenip rüşt ediyordu. Besini, gıdası, onun rüştünü sağlayan, ona huzur veren şey, zikirdi. Bu yüzden Resul-i Ekrem (s.a.a) Hz. Zehra’nın tesbihatını kendisine verdiler. Peygamber’in Hz. Zehra’ya bu dünyada hediye ettiği tesbihat; ‘34 kere Allahu Ekber, 33 kere elhamdülillah ve 33 kere sübhanallah’ zikridir. İmam Bakır (a) buyurdu: Eğer bundan daha değerli bir şey olsaydı Peygamber onu kızına hediye ederdi. Peygamber Efendimiz bu tesbihatı, zikirle huzur bulan bir kimseye verdi. Her ruh, Hz. Zehra’nın tesbihatını alma kabiliyetine sahip değildi. Bu tesbihatı, melekut aleminde yiyeceği tesbih olan bir ruh almalıydı. 

Hüccetul İslam Mesut  Âli     

https://www.instagram.com/tv/CKFFitLBL-D/?igshid=1tt2gu8givn73     

Çeviri: Mehmet Gönül

Welayet News



Yeni yorum ekle