General Kasım Süleymani 33 Günlük Savaşın Duyulmamış Yönlerini Anlattı - Röportaj

Çar, 02/10/2019 - 16:32

Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Tümgeneral Süleymani, İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamanei’nin eserlerini yayma ve koruma ofisi enformasyon merkeziyle yaptığı söyleşide, 33 günlük savaşın duyulmamış yönlerini anlattı. 

Welayet News - Sandalye oturur oturmaz yirmi yıldır basın açıklaması yapmadığını söyledi; kaba bir hesaplamayla, Kudüs Gücü Komutanlığıyla görevlendirildiğinden beri basın açıklaması yapmamış oluyor. 

Ama bu kez Hac Kasım bizim ricamıza olumlu yanıt verdi. Nedeni de söyleşinin konusuydu;  33 günlük savaş. Hac Rıdvan’dan söz açılınca ses tonu giderek değişti, göz yaşlarına boğuldu; üzür diledi ve başka bir randevu yapalım, bugün devam edemem dedi. Ülkemizde “serdar/ komutan” ve “emir” sözcüğü bugün örf haline gelmiştir ancak Şehit İmad Muğniye gerçekten kelimenin tam anlamıyla bir komutandı, dedi. Her ne kadar söylenmeyenleri söyleme zamanı henüz gelmemiş diye endişeliydik fakat 33 günlük savaş sona erene kadar Lübnan’da kalmış bir komutanın somut gözlemlerini anlatması, bu iki saatlik söyleşiyi oldukça cazip ve okunmaya değer kılmıştır. 

33 günlük savaşın arka planını ve etkenlerini inceleyerek bahsimizi başlatmak istiyoruz. Bu savaşın çıktığı dönemde, Amerika’nın bölgeye askeri müdahalesi ve Afganistan’la Irak’a yönelik işgal girişiminin üzerinden yaklaşık beş yıl geçiyordu. Amerika Irak’ta da bir takım başarısızlıklarla cebelleşiyordu ve bu nedenle, Amerika’nın yeni Ortadoğu projesinin icrası ve tahakkuku çeşitli sorunlarla karşıkarşıya gelmişti.  Ancak birden bire oyun sahasının değiştiğini, bu projenin uygulanması için Lübnan’ın oyun zemini olarak seçildiğini ve 33 günlük savaşın patlak verdiğini gördük. Neden bu olay yaşandı? 

Tümgeneral Süleymani: Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Hz. Hüseyn’in (a.s) yas günleri dolaysıyla sizlere baş sağlığı diliyorum. 33 günlük savaşın bir takım gizli etkenleri vardı, bunlar aslında savaşın gerçek etkenleriydi ve bir takım açık etkenleri vardı ki o gizli amaçların bahanesini oluşturuyorlardı. Elbette Siyonist rejimin hazırlıklarına ilişkin elimizde bir takım bilgiler vardı ama düşmanın sürpriz bir şekilde bir saldırı başlatmak istediğine dair bir bilgimiz yoktu. Savaşın başlamasından sonra iki noktadan hareketle şu sonuca ulaştık; Hızlı ve beklemedik bir savaş yapılacaktı ve bu sürprizde Hizbullah imha edilecekti. Ancak savaş, birinin bütün bölgeyi ve diğerinin Siyonist rejimi ilgilendirdiği iki önemli gelişmenin söz konusu olduğu şartlarda yaşandı. Bölgeyi ilgilendiren gelişme şuydu: Amerika 11 Eylül olayına binaen, bölgemizdeki silahlı kuvvetlerinin varlığı konusunda olağan üstü bir ilerleme kaydetmişti; nerdeyse  bunun benzer örneği, nicelik boyutuyla sadece ikinci dünya savaşında vardı ve nitelik boyutuyla o savaşta bile yoktu. 

Saddam’ın Kuveyt saldırısı ve akebinde Amerikan saldırısı ve Saddam’ın yenilgisinin ardından bölgemizde bir silah tortusu oluştu ve bu, Amerikan güçlerinin konuşlanmasıyla sonuçlandı. Ancak 11 Eylül’den bu yana, Amerika’nın (Afganistan ve Irak’a yönelik) iki ağır saldırısı nedeniyle bu ülkenin hizmetinde olan silahlı güçlerin nerdeyse yüzde 40’a yakını bölgemize girdiler ve bu süreç daha sonra dönem boyunca yapılan değişiklikler nedeniyle hatta Ulusal Muhafızlar ve yedek güçlerin de gelmesine kadar gitti. Diğer bir deyişle, ülke içindeki güçlerinden  ülke dışındaki  güçlerine kadar ABD ordusunun yüzde 60’ından fazlası bölgemize girdiler.

Dolaysıyla nicel boyutta oldukça hacimli bir varlık göstermesi yaşandı. Sadece Irak’ta 150 bine aşkın asker vardı ve 30 binden fazla Amerikan askeri Afganistan’daydı. Ayrıca, müttefiklerinin Afganistan’da yaklaşık 15 bin askeri vardı. Böylece, bölgemizde eğitimli ve uzmanlaşmış 200 bin kişilik bir askeri güç Filistin’in yer aldığı bu çoğrafyada bulunuyordu. 
Bu askeri gücün varlığı doğal olarak Siyonist rejim için bir takım fırsatlar sunuyordu; yani Amerika’nın Irak’taki varlığı Suriyelilerin Suriye’de harekete geçmesine engel oluyordu, Suriye devletine karşı da bir tehdit sayılıyordu, İran’a karşı da bir tehdit hesap ediliyordu. Dolaysıyla 2006 savaşı (33 günlük savaş) sırasındaki Irak çoğrafyasına bakarsanız, Amerika’nın direniş ülkesiyle direnişin ana ülkesini birbirine bağlayan halka konumundaki ülke olan Irak’ta yüzlerce uçak ve helikopterle, artı binlerce zırhlı araçla birlikte yaklaşık 200 bin kişilik silhalı kuvvetlerinden bir tampon oluşturduğunu görürsünüz. 

Doğal olarak Amerika’nın bu askeri varlığı, Siyonist rejime bu konudan yararlanma ve bir girişimde bulunma fırsatını veriyordu; şöyle ki, bu hegemonya, İran’ın sindirilmesinde, Suriye’nin sindirilip durdurulmasında etkiliydi ve o yüzden bu iki devletin bir girişimde bulunmaması gerekirdi. Siyonist rejim bu algıya dayanarak, özellikle (o dönemde) Amerika’da  iş başında bulunan yönetime –yani hızlı karar alan keskin mizaclı Bosh yönetimi ve hakeza Siyonist rejimle birlikte hareket eden Beyaz Saray’daki hakim ekibe – güvenerek böyle bir savaşı başlatmak için fırsatı uygun görüyordu. 

O yüzden bu savaşın çıkmasının temel nedeni, Siyonist rejimin ABD’nin bölgedeki askeri gücünü kullanmasıda, Saddam’ın devrilmesi, Amerika’nın Afganistan’daki ilk başarısı ve Amerika’nın bölgede icat ettiği ağır korku ortamından faydalanmasında saklıdır; öyle ki Amerika kendi politikalarına muhalif olan bölge ve dünyadaki siyasi grupların geniş hacimli bir kesimini terörist grupların bir parçası saymıştı. Siyonist rejim bu durumdan yararlanmak istiyordu ve yıldırım hızında bir savaş için en uygun fırsatı bulduğunu düşünüyordu. Zira bu rejim 2000 yılında bir hezimeti yaşamıştı, Lübnan’dan geri çekilmişti daha doğrusu kaçmıştı ve Hizbullah’a mağlup olmuştu. Yeniden Lübnan’a dönmek istiyordu ama işgal ederek değil, belki Lübnan’ın güneyindeki demografiyi değiştirip yok ederek.

Elbette daha sonra, savaş sırasında ve takriben savaşın başlamasıyla birlikte asıl niyetlerinin Lübnan’da demografiyi tamamen değiştirmek olduğu ortaya çıktı; yani Lübnan’ın güneyinde bulunan ve Hizbullah’la dini bir bağı olan güçler veya halk göç ettirilip Lübnan’dan sürgün edileceklerdi. Siyonist rejim, 1967’den sonra Lübnan’ın güneyinde Filistinlilerle ilgili icra edilen planın aynısını Lübnan’ın güneyindeki Şiiler hakkında hayata geçirmek istiyordu; Filistinlileri Lübnan’ın güneyinden çıkarma zorunda bırakarak Lübnan, Suriye ve diğer Arap ülkelerinde çeşitli kamplara dağıttıkları ve Yaser Arafat’ın dahi faaliyet merkezini Lübnan’dan Fas’a taşımasıyla ve daha doğrusu Siyonist rejimin Filistin komuta merkezini Lübnan’dan sürmesiyle sonuçlanan planın tıpa tıp aynısı düşünülmüştü. Aynı zihniyet Lübnan Şiileri hakkında da söz konusuydu. Bu nedenle, konuyu tamamlamak için savaş öncesi şartları izah ederek savaş sırasındaki şartlara geliyorum. 

Amerikalılarla İsraillilerin iki önemli ifadesi vardır. Bush savaşın başladığı esnada çok ucuz ve seviyesiz sözler safetti ve bu sözler kendisinin seviyesinde ve ona yakışır sözler olduğu için onlara değinmeyeceğim. Fakat daha edepli açıklamayı Rice yaptı. Lübnan’ın güneyinde katliamlar, çığlıklar doruğa çıkmıştı, teknolojinin verdiği sahoşluğun zirvesini gösteren bombardumanlar yaşandı, öyle ki istedikleri yeri teknolojiyi kullanarak vurup imha ediyorlardı, Kana katliamını kendisinde hazmedip silen katliamlar oluyordu, işte bunların yaşandığı sırada Rice o açıklamayı yaptı. O, enkazların altındaki günahsız insanların, mazlum kadın ve çocukların yükselen çığlıkları ve feryadlarına ilişkin çirkin bir benzetmede bulunarak, “Yaşananlar, yeni Ortadoğu’nun doğum sancılardır” demişti. Büyük bir hadisenin doğuş sancıları. Dolasıyla bu ifadeler işin içinde büyük bir dizaynın varlığını gösteriyordu. 

Siyonist rejimi ilgilendiren mesele de şuydu: Bu rejim Filistin’de bir takım gemilerle birlikte büyük kamp kurmayı öngörmüştü; Lübnan halkından alabildikleri kadar alıp öncelikle Filistin’de 30 bin kişilik düzeyinde öngörülmüş bir kampa taşıyacaklardı ve daha sonra bu kampta kişileri eleyerek sıradan olanları başka ülkelere göndereceklerdi ve kendilerine göre suçlu olan ya da Hizbullah’la örgütsel bağı bulunanları da tutuklayacaklardı. Göç işi için gemileri de hazırlamışlardı.

Onun için, yaş kuru demeden yakan diğer bütün savaşların aksine, bu aşamadaki savaş teknik bir dikkatle yapıldı; yani bir taifeyi hedef aldılar; ilkin Hizbullah’ı hedef almaya çalıştılar ama sonra güneyde demografik değişimi tamamen uygulayabilmeleri için hedefi genişlettiler ve Lübnan’ın güneyindeki bütün Şiileri hedefe koyuldular. Daha sonra böyle bir işe niyetlendiklerini kendileri itiraf ettiler. Önce Olmert, sonra savunma bakanı ve daha sonra rejimin genelkurmay başkanı, ‘biz bu savaşı beklenmedik ve sürpriz bir şekilde yapmak istiyorduk, eğer o sürpriz olmuş olsaydı Hizbullah kadrolarının önemli bir kısmı bir hava saldırısında imha olacaktı ve birinci aşamada Hizbullah örgütünün yüzde 30’dan fazlası ciddi darbe alacaktı’ demişlerdi. Sonraki aşamalarda tamamen imha etmenin peşindeydiler. 

Dolaysıyla, bu planlanmış savaş geçmişteki bütün savaşlardan farklıydı ve izlediği strateji Hizbullah gibi bir örgütle savaşma stratejisi değildi, belki izlenen o strateji ve hedefi Lübnan’da bir taifenin kökünü kazıp onu Lübnan’dan başka bölgelere sürgün etmekti. Başka bir ifadeyle, düşmanın zaferi kendisine, “her zaman için Hizbullah’tan kurtulma” sonucunu vermeliydi ve Hizbullah’tan kurtulmanın şartı, sadece güneyde değil, belki Beka’ ve Lübnan’ın kuzeyi gibi ülkenin önemli bölgelerinde yaşayan Lübnan halkının önemli bir kesiminden kurtulmaktı. 

Çok ciddi olarak üzerinde durulması gereken diğer bir nokta, Arap ülkelerinin böyle bir savaşta İsrail’i destekleme yönündeki eğilimleri ve Hizbullah’ın veya Şiilerin Lübnan’ın güneyinden silinmesi karşısında razı olmalarıdır. Siyonist rejim en üst perden, yani bu rejimin o zamanki  başbakanı Olmert’in ağzından bu meseleyi açıkladı ve Olmert, Arap ülkelerinin ilk defa İsrail’i Arap bir örgüte karşı savaşta desteklediklerini söyledi. Elbette onun Arap ülkelerden kastı, bütün Arap ülkeleri değildi, belki kastı daha çok Fars Körfezi’ndeki Arap ülkelere ve en başta Al-i Suud rejimine yönelikti; tabi Mısır’ı da kapsıyordu ancak o dönemde bazı istisnaları ileri sürebiliyorduk. 

Irak hakimiyetten yoksundu ve o günün Irak hakimi, Amerikalı bir askerdi. O yüzden Irak’ın hakimiyeti Amerikalıların elindeydi. Suriye devleti ise merhum Hafız Esad’ın ölümü nedeniyle yeni işe başlamış genç bir devletti. Herhalü karda, ilk defa Arap bir örgüte karşı Arap ülkelerin çoğu bu savaşta İsrail’e destek verdiler. Bu, Olmert’in açıkladığı önemli bir gerçekti. 

Buna göre, 33 günlük savaşın gizli hedeflerinde üç maksadı göz önünde buldurmalıyız: Birincisi, Amerika’nın Irak’taki hakimiyeti ve bölgedeki geniş kapsamlı varlığı sonucunda icat etmiş olduğu korku ve sindirmenin (Siyonist rejime) sunduğu fırsat. İkincisi, Arap üklerinin Hizbullah’ın kökünün kazılması ve Lübnan’ın güneyinde demografinin değişmesi için Siyonist rejimle gizli işbirliğinin ilam edilmesi ve buna hazır olmaları. Üçüncüsü, Siyonist rejimin Hizbullah’tan her zaman için kurtulma doğrultusunda bu fırsatı kullanarak izlediği hedefler. 
 

Birinci bölüm
Devamı gelecek...

Çev: Mehmet Gönül - Welayet News



Yeni yorum ekle