İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei’nin Pehlevi dönemindeki Cuma hutbeleri ilk defa yayınlandı

Ct, 27/07/2019 - 09:06

KHAMENEI.IR haber sitesi, ilk Cuma namazının düzenlemesinin kırkıncı yıl dönümü münasebetiyle İmam Hamanei’nin Yezd halkının 1978  kıyamında verdiği şehitlerin kırkıncı günündeki hutbelerin metin ve ses kaydını yayımladı.

Welayet News - İmam Hamanei’nin 1978’de İranşehr’deki Alurresul Mescid’inde verdiği hutbenin tam metnini ilginize sunuyoruz.

Birinci Hutbe

بسم الله الرّحمن الرّحیم
الحمدلله‌ ربّ العالمین احمده حمداً متواتراً بتواتر آلائه و متواصلاً بتواصل نعمائه اشهد ان لا اله الّا الله‌ کما شهد بذلک رسله و شهدت بذلک ملائکته.

...Mukaddes İslam dini, halkın dünya ve ahiretini, insanın maddi ve manevi hayatını uyumlu programlar yoluyla saadet ve felaha ulaştırır. İslam sadece halkın ahiretini abat etsin ama halkın dünyasıyla işi olmasın, böyle bir şey doğru değildir. İslam ve din düşmanlarının bu kutsal dine yönelttikleri  oldukça namert töhmetlerden bir tanesi, ‘İslam dini sadece manevi ve ahlaki konularla ilgilenir, dünya ile işi olmaz’ demeleridir. Bu töhmet, düşmalar, sümürgeciler ve sümürgecilerin yanında diktatörler ve zorbalar tarafından kaç asırdır kullanılan bir töhmettir. Müslüman halka, kendi ahlaklarının, ahiretlerinin derdinde olmaları gerektiğini, uluslararası ilişkilerle ilgili siyasi ve küresel meselelerin kendilerini ilgilendirmediğini ve onlar için karar alıp kendileri için çalışan kimselerin var olduğunu anlatmaya çalışıyorlar.

Oysa bu algının aksine mukaddes İslam dini, bunların söylemiş ve söylmekte olduğu şeyin tam kaşısında yer alıyor. İslam, hayat dinidir. İslam’da  manevi ve ahlaki konular var olduğu kadar siyasi ve dünyevi konular da vardır. Namaz ne kadar önemli ise Allah yolunda cihatta o kadar önemlidir. Namazda Allah’a yönelmek ne kadar gerekli ise düşmanların kinini, keydini anlamak ve onlara karşı cephe almak ta o kadar gereklidir. Müslüman insan sadece namaz kılarak, ibadet ederek ve halvet köşesinde oturarak kendi müslümanlığını kemale erdirmiş olmaz. Eğer kamil bir müslüman olmak istiyorsa dünya işleriyle de ilgilenmelidir, siyaseti de anlamalıdır ve siyasete de müdahil olmalıdır.

Bize diyorlar din siyasetten ayrıdır; ama İslam diyor ki din ve siyaset birdir, siyaset dinin, dini hükümlerin bir parçasıdır; fıkıhımızın en önemli bölümü siyasetler bölümüdür. Eski bir taklit merciinin –Allah rahmet eylesin – deyişiyle, dinin en büyük bölümünü siyasetler teşkil eder. Yönetimle ilgili hükümler, yöneticiyle ilgili prensipler, yöneticinin halka karşı vazifeleri, halkın yöneticiye karşı vazifeleri, ‘kim yönetici olabilir, bu makamın selahiyetine sahiptir veya değildir’ konusu, bunların tümü İslam fıkhının meseleleridir; müçtehit alim nasıl ki namaz, oruç ve zekatın hükümlerini istimbat ediyorsa bunları da istimbat (şer’i delilerden elde) eder. 

Ve fıkıhımızın en önemli bahislerinden biri, velayet bahsidir, yani yönetim konusu. Emire’l-Mü’minin Ali (a), Nehcü-l Belağa’da bir araya getirilmiş hutbeleri ve mektuplarının önemli bir bölümünü yönetim meselesine ayırmıştır ve yönetici için bir takım kriteler açıklar; müslüman halkı kimin yönetmesi gerektiğini, kimin bu hakka sahip olduğunu müslüman halka anlatır. Bu şartlara haiz bir yönetici müslüman halkı yönettiğinde halkın ona karşı nasıl bir vazife var, onu açıklar ve ‘Babanın kendi çocuğu üzerindeki hakkı, çocuğun baba üzerindeki hakkı, eşlerin karşılıklı hukuku, müslüman kardeşlerin arasındaki haklar, bütün bu haklardan daha önemli olanı yönetici ve yönetilen arasındaki haktır; hakların en büyüğü bu haktır ve Allah Teala’nın her kese diğeri karşında farz kıldığı bir farizedir’ der. Müslüman halk bu hukuka riayet ederse, yönetici yönetilenler üzerindeki hakkını ve yönetilenler de yönetici ve egemen siyaset üzerindeki hakkını elde ederse ortaya nasıl bir sonuç çıkar? Şöyle buyurur: “Yöneten ve yönetilenler karşılıklı haklarına riayet ettikten sonra onların dünyası intizamlı olur, karmaşa halinden çıkar, ekonomik ve içtimai işler yoluna girer. Onların dini, düşüncesi, toplumlarına hakim ideolojileri izzet kazanır”.

Bugün eğer dünya Müslümanları İslam’ı uygulasalardı, kendi toplumlarını İslam vasıtasıyla –başka bir ideoloji ile değil – yenileyip yeniden inşa etselerdi  İslam toplumu bütün dünya halklarını İslam’a çekmek, İslam’ı kabul etmeye teşvik etmek için yeterli olacaktı. (Ataların dedeği gibi:) Yüz tane söz, bir yarım amel kadar etkili değildir.

Allah’ım! Muhammed ve Ehli Beti’nin hatırı için bizleri İslami maarifle aşina eyle.

اعوذ بالله‌ من الشّیطان الرّجیم، بِسمِ اللهِ الرَّحمنِ الرَّحیمِ. قُل یاَایُّهَا الکافِرونَ. لا اَعبُدُ ما تَعبُدونَ. وَلا اَنتُم عابِدونَ ما اَعبُدُ. وَ لا اَنَا عابِدٌ ما عَبَدتُم. وَلا اَنتُم عابِدونَ ما اَعبُدُ. لَکُم دینُکُم وَلِیَ دین.

İkinci Hutbe

سم الله الرّحمن الرّحیم
قال علىّ (علیه ‌السّلام): فلَولا حُضورُ الحاضِرِ وَ قیامُ الحُجَّةِ بِوُجودِ النّاصِرِ وَ ما اَخَذَ اللهُ‌ عَلَى العُلَماءِ اَلّا یُقارّوا عَلَى کِظَّةِ ظالِمٍ وَ لا سَغَبِ مَظلومٍ لَاَلقَیتُ حَبلَها عَلَى غارِبِها وَ لَسَقَیتُ آخِرَها بِکَأسِ اَوَّلِها وَ لَاَلفَیتُم دُنیاکُم هَذِهِ اَزهَدَ عِندى مِن عَفطَةِ عَنز.(5)

Emire’l-Mü’minin Ali (a), söylediğiyle amel etmiştir. Müslüman halk onun etrafında toplanıp kendisinden yönetimin başına geçmesini istedikten sonra o, kendini bir kavşağın başında buldu: Bir taraftan hayatın bütün cazibelerine ilgizisdi; dünyada halk için cazibeli olan bütün cilvelerin onun için bir cazibesi yoktu; insalar güç ve iktidar için cinayet işliyorlar, insan öldürürler, iktidar yolunda yalan, aldatma ve riya onlar için reva ve caiz olan işlerdir, ama Emire’l-Mü’minin Ali’nin nezdinde gücün, iktidarın kendi başına pek bir değeri yoktur, onu değeri düşük olarak görür, tahkir eder ve elinin tersiyle geri iter.

Ancak diğer taraftan şunu görüyordu: Burada insanların hukuku söz konusurdur; eğer o, işleri eline almayacaksa kim alacak, kim insanları ve Müslümanları ihya edecek? Kim sınıfsal ayrımcılığı ortadan kaldıracak, gasp edilmiş malları gaspçılardan alıp hak sahiplerine verecek? Zalimlerle kim savaşacak? İnsanların bu büyük hakkını neden görmezden gelsin? İşte bu yüzden yönetimin başına geçmeyi kabul etti. Ve şöyle dedi: Levla huzurul hazır/eğer halk bana doğru gelmeseydi, ve kiyamul hucceti bi-vucudin nasır/ bana yardımcı olacak kimselerin olacağından emin olmasaydım, ve ma ahazel-lhahu ala ulema / eğer Allah ulema ve alimlerden misak alıp ellerini bağlamasaydı – bilmiyenler bilenler kadar ceza almazlar; ilim sahibi olupta kendi görevlerini yerine getirmeyenlerin vay haline! Alimlerin en büyük görevlerinden biri, bilmeyenleri irşat emetleridir ta ki her kes bilsin; İslam bunu isiyor, İslam istiyor ki bilmeyen kimse bilenin vasıtasıyla bilinçlensin, böylece herkes bilgili olsun ve bir anda İslam dünyası, İslam toplumu hep beraber amel edip ileriye hareket etsin; Allah cahili affetmez cahil kaldığı için, alimi hiç affetmez neden ilmiyle amel edip cahili bilinçlendirmediği için –Allah alimlerden aldığı misak nedir? İyi kulak verin, iki kelimeyle açıklıyor: Ella yukarru ala kizzet-i zalimin ve la sağab-i mazlumin / Allah, zalimin tokluğu ve mazlumun açlığına karşı sabır ve tahammül etmeyecek diye alimle ahde bağlamıştır, antlaşmıştır. Dünyanın bütün uleması, bütün bilginleri bu ödevi yerine getirmekle muvazzaftırlar; Emire’l-Mü’minin Ali’nin sözüdür bu.

Ali (a) diyor ki, ben bu misak yüzünden yönetimin başına geçmeyi kabul ettim; Allah benden ahd almış, beni mecbur etmiş ki sabretmeyeksin, bir köşede oturup susmayacaksın; zalimin tokluğunu ve mazlumun açlığını sineye çekmeyeksin, bazılarının bazılarına zülüm yapmasına izin vermeyeceksin. Ali (a) böyle bir iktiza ile yönetimin başına geçmeyi kabul ediyor ve şöyle diyor: Eğer böyle bir iktiza olmasaydı hilafetin yularını istediği yere gitsin diye beline atıp bırakırdım. Budur Ali’nin (a) yöntemi.

Biz halk olarak bilmeyiz ki, Ali’nin izinden gidenlerin mesuliyeti herkesten daha çoktur; çünkü, böyle alim bir önderleri var, kendilerine her şey izah edilmiştir. Onun izinden gitmeninin ayrı bir sorumluluğu vardır. Ehli Beyt İmamlarına tabi olma iddiasında olanların mesuliyeti daha büyüktür ve onlardan alim olanlarınki ise daha ağırdır. Ali’ye tabi olduğunu iddia edipte hakikatleri bilmemek, söylememek mümkün mü? İşte bu yüzden Şii alimlerinin, gerçekten Ali’nin izleyicisi ve helefi olmaya layık olan alimlerin tarih boyunca zalim güçlere karşı durduklarını görürsünüz. İmamların (a) döneminden günümüze kadar böyle olmuştur. Tarih boyunca sapma ve düzensizliğe karşı durmuş olan o güç, bugün direniyor. İlmin gücü ve dini bilinç sadece ve sadece Kuran’a tabi olma gücüdür. Dini, Kuran’ı olan toplumlar, özellikle Ali’nin izinden gidenler, sapma ve buzulmalara karşı daha sağlam ve daha donanımlı toplumlardır. Eğer toplumda satma ve buzulma varsa, nerede bir sapma, bir düzensizlik –toplumun hangi köşesinde olursa olsun –bulunursa o köşse, o oranda dinle arasına mesafe girmiştir. O köşe, dinden sayılmaz.

Ali’nin izleyicisi olduğunu iddia eden toplumumuz, memleketimiz ve halk olarak bizler ne kadar alevi ehkama, ilkelere yakınız? Bizde ne kadar adalet ve kıst var? Ne kadar kenidimizi özgür ifade edebiliyoruz? Hakkı düşünecek, söylebilecek ne kadar düşünür ve biligi sahibi insanımız var? Bugün de İran’da ve İran dışındaki büyük alimlerimiz, teklit mercilerimiz aynı şeyi söylüyor; İran’ı yönetenlere karşı bugün aynı sözü dile getiriyorlar.

Son gelişmeleri işitmişsinizdir; bunlar, Cuma namazında gündeme gelmesi gereken gelişmelerdir; hatibin söylmesi gereken farizelerin bir parçasıdır ve kamuoyunu bilgilendirmesi gerekir. Benim bu hususta söyleyeceğim yeni bir şey yoktur. Sizin bilmediğiniz yeni bir haberim yoktur. Benim bildiğim her kesin de bildiği şudur: Büyük bir fırtına var, bir itiraz ve protesto var. Halkın bir takım şeylerden rahatsız olduğu söyleniyor. Onun için itiraz ediyorlar, bir takım şeyler söylüyorlar. Bütün Müslümanlar eğer kendileri o göstericilerin içinde değillerse göstericilerin ne söylediğini bilmelidirler.

Welayet News 



Yeni yorum ekle