Afrika gelişmelerinde Al-ı Suud’un topal ayağı

Pt, 29/04/2019 - 23:48

Al-ı Suud, “kendi ayakları” üzerinde duracak bir rejim değildir ve üzerinde durduğu ayaklar ise yaşlılık nedeniyle ciddi bir titreme ve sarsıntıya düçar olmuşlardır. 

Welayet News - Birlikte Sudan, Libya ve Cazayir gelişmelerine bir göz atalım. Tecrübe bize diyor ki, devrimlerin istikametinde yaşanan değişim geçici bir duraksamaya neden olur ama zamanla devrim dalgası bir kez daha dirilir; üstelik, öncekiden daha dirençli ve daha kalıcı olacak şekilde ihya olur. Yemen halkının Şubat devrimi, Al-ı Suud’un planlaması ve fitnesi ile birlikte Ali Abdullah Salih yönetiminin –Salih’in yardımcısı Mansur Hadi’nin de merkezinde yer alarak – yeniden kurulmasıyla sonuçlanınca, iki yıllık bir duraksamanın ardından devrim başka bir noktadan kendi hareketini sürdürmeye başladı. Bütün devrimlerin geleneğidir bu. 

Sudan’da “egemen elitler”e karşı başlayan halk hareketinin güçlü itiraz dalgası, barışçıl değişimler temelinde ve sağlıklı seçimlerin yapılması çerçevesinde gelişiyor ve her gün daha kapsalı hale geliyor. Kuşkusuz, “demokratik talepler” dalgası Amerika, Siyonist rejim ve diktatör  Arap kabile rejimlerine göre değildir ve onların durumuyla uyuşmuyor.  Bu yüzden, askerlerin mutlak yönetimini halka dayatamadıkları şartlarda işi halk ve askerler arasında anlaşma sağlama suretiyle sonlandırıp seçimlere varmasına mani olmaya çalışıyorlar. 

Demokratik bir Sudan kesinlikle İslami bir Sudan olacaktır, çünkü Sudanlılar dindar olmakla meşhurdurlar. Sudan’da din kendinde iki kimliksel unsur barındırıyor; Ehli Beyt sevgisi ve dini aşırılığa karşı olmak. Buna göre, seçimle iş başına gelecek bir yönetim bu iki özellikten ayrı olmayacaktır. Sudan, birinci özellikle Batı’dan ayrılırken ikinci özellikle de vahhabilerden ve Suudi rejiminden ayrılıcaktır. Bu yüzden Sudanlılar kendi sorunlarının çaresini “özgür seçimler”de görürlerken Batı ve Suudi reimi ise bunu kendileri için sorunun başlama noktası olarak değerlendiriyorlar. 

Rotanın değişmesi, Güney Sudan’ın ayrılması ve mazlum Yemen halkının katledilmesinde belirgin şekilde yer almasını kabul edip Arabistan’ın yanında duran Ömer el-Beşir, şüphesiz Batı ve Körfez’deki Arap ülkelerinin işe geliyordu ve onu iş başında tutmak kendileri için temel bir strateji sayılıyordu. Ancak Suudi Arabistan ve...halkın itiraz dalgasının Ömer el-Beşir’e iş başında kalma izni vermediğini görünce, süreç devrimle sonuçlanmasın diye ondan orduyla anlaşarak kenara çekilmesini istediler. Ama köklü değişimi takip etmeye çalışan halk, bugüne kadar teslim olmuş değiller. 

Diğer Arap ülkelerinin aksine, başarılı bir devrim tecrübesine sahip bir ülke olan Cazayir’de her ne kadar bu devrim zaferinin üzerinden 56 yıl geçmiş ve bu özgürleştirici devrimin temellerinden geriye pek bir eser kalmamış ise de ancak özgürleştirici devrime eşlik etmiş neslin bir yüzdeliği hala yaşıyor. Cazayir üç siyasi grubun merkezidir. Bir grup, milliyetçi bir karakteri bulunan geleneksel siyasi güçlerden oluşuyor. Bunlar doğru veya yanlış geçen 50 veya 60 atmış yıl boyunca Cazayir’de yetki makamlarında oturmakla suçlanıyorlar. Bu yüzden Cazayir’in şu anki itirazları büyük ölçüde milliyetçi tezahürlerden aridir ve bu durum, biz zaman aynı halk tarafından kovulan Fransa’ya aktif bir aktör olarak meydanda zahir olma imkanı vermiştir. 
İkinci grup, aşırı mezhepçiliğin etkisinde olan güçlerdir. Bunlar, mezhebin tasavvufla özdeşleştiği Cazayir’de her ne kadar önemli bir iş yapacak güçte değiller fakat Suudi parası ve politikası sayesinde ve vahhabilerin Batı Asya ve Kuzey Afrika’da yaydıkları kazip ideolojiye dayanarak bu ülkede önemli bir etkileri var. Ancak Cazayir’in son 30 yıllık gelişmeleri, aşırı grupların ve Suudi Arabistan politikasının büyük ölçüde marjinalleştiğini göstermiştir. 

Üçüncü grup ise, “daha fazla özgürlük” ve seçim prosodürünün ıslah edilmesi çerçevesinde kendi taleplerini takip eden güçlerdir. Bunların, aşırı mezhepçi hareketlerin bölgede yenilmesinden sora Butaflika’ya kaşı sesini yükseltmeleri oldukça manidardır. Bu muhalefet, önceki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aşırı grupların Cazayir’de güçlenmesinden korkulduğu için ortaya çıkmadı ve Butaflika gayet rahat bir şekilde beş yıllık bir süreyle bir kez daha cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturabildi. Üçüncü grubu oluşturan güçler, bugün seçimlerden bir temel ilke olarak söz ediyorlar ve bu ise istenilen şeyin “rejimi değiştirmek” olmadığı anlamına geliyor ve bir nevi seçim prosodürünün ıslahı sayılıyor. 

Libya’da askeri ve dış müdahale boyutlarında yaşanan gelişmeler, Sudan ve Cazayir’de askerlerin ifa ettiği rolden daha belirgindir. Mısır, Arabistan, BAE, Amerika, Avrupa ve bazı diğer ülkelerin ortaklaşa desteklediği Halife Hafter, Faiz Sirac’ın idaresindeki başkent Trablus’u ele geçirmek için harekete geçti ama onun askeri güçleri Sirac’ın askeri güçlerinin karşı saldırısıyla durduruldu. Operasyonun durması sırasında Hafter’in Arabistan’a yaptığı ziyaret, Suudilerin belirgin ve fitneci rolünü ortaya çıkardı. Hafter’in Riyad’tan dönüşü ve bu saldırıların şiddetlenmesi de Arabistan’dan daha fazla destek sözü aldığını gösterdi. 

Diğer yandan Hafter’in güçleri ile Sirac’ın güçlerinin çatışması ve askeri çatışmaların kızışması, BM Güvenlik Konseyi’nde gündeme gelen bütün Libya’nın tedrici olarak Sirac’ın hükümetinin kontrolüne girmesine ilişkin çözüm yolunun da akim kaldığını ve bir yere varmayacağını ortaya koymuş oldu. Arap ve Batılı ülkelerin Hafter’i iktidara getimek için ortaklaşa işbirliği yapması, BM Güvenlik Konseyi’nin başlattığı insiyatifin sona erdiğinin göstergesidir. Ancak Hafter aynı zamanda Libya’yı toparlamak için ciddi sorun yaşıyor. Şimdi Hafter’in Libya’da siyaset sahnesine çıkalı iki yıl geçti ama o hala Libya’nın sadece doğusunun hakimi olarak tanınıyor. O sadece general “Sisi”nin rolünü Libya’da oynamadı, belki ciddi bir şekilde Mısır’ın askeri cumhurbaşkanı tarafından da desteklendi ve bu destek hala da davam ediyor ama buna rağmen ve bu süre zarfında Hafter’in kendi muhalifleriyle çatışmasında Libyalı askerlerden ve halktan binlerce kişi hayatını kaybettiği halde, büyük bir kesimi oluşturan muhaliflerini hala mağlup edememiştir. 

Suudi Arabistan, BAE ve Katar’ın Hafter’in himaye edilmesinde yer almaları, bu günlerde Libya’da şahit olduğumuz gelişmelerin Arap fitneciliğinin bir sonucu olduğunu gösteriyor. Ancak soru şu: Bu zengin Arap ülkeleri Libya’nın gelişmelerini yönetebilecekler mi? Eğer son yılların tecrübesine bir göz atacak olursak, bu sorunun yanıtı olumsuzdur; mütref ve şımarık Arap liderleri risk ve tehlike meydanları için hiçbir zaman dirayetli liderler, aktörler olmamıştır. Maliyet öderler ve bir takım maliyetleri ödetirler ama nihayette bir değişim meydana getiremezler ve çoğu durumlarda meydanı rakiplerine bırakırlar. 

Bölgenin siyasi çatışmalarına, güvenlik krizlerine müdahil Arap ve Arap olmayan ülkelerin, Sudan, Cazayir ve Libya gibi ülkelerden daha çok değişmeye ve kendi yönetim yapılarında insani değişim ve dönüşüme ihtiyaçları vardır. Batı Asya ve Kuzey Afrika’daki çatışmaları körükleyen bir ülke olarak Suudi Arabistan’ın başka ülkelerden daha çok temel değişimlere ihtiyacı bulunuyor. Eğer diktatörlüğe karşı olma namına bir ülkeye müdahele ediyorlarsa, kendi yönetimleri diktatörlükten daha yukarı bir rütbededir! Eğer gerileme ve kaos dehaletin ölçüsü olacaksa, Suudi Arabistan ülkesindeki kaos ve karışıklık müdahale ettiği ülkelerden daha fazladır. Eğer dış el olmasaydı Libya ve benzeri ülkelerdeki yönetimlerden çok daha kısa bir sürede yıkılırlardı. Bundan kaç hafta önce Trump, Suudi yetkililere, ‘bizim desteğimiz olmadan bir hafta bile ayakta kalamazsınız’ demedi mi?

Şimdi temel bir soru da şu: Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Libya, Cazayir ve Sudan gibi ülkelere müdahalelerinin sebebi nedir? Bu soruya verilecek çeşitli yanıtlar vardır ama en güçlü yanıt şudur:  Suudi Arabistan gücü ele geçirmek için Arap ülkelerinde harcama yapmazmış! Eğer böyle olsaydı Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen’deki başarısız tecrübe Suudi Arabistan’ı aynı müdahaleleri Libya ve benzeri ülkelerde tekrarlamaktan alıkoyardı. Bir hafta önce Al-ı Suud’a yakın Arapça yayın yapan bir medya organında çıkan haberde, Riyad yönetiminin Lübnan’da gücü ele geçirmek için 200 milyar dolara aşkın bir harcama yaptığı halde Lübnan’daki harcamaları birkaç yüz bin dolardan da daha az olan İran’ın politikasına galip gelemediği itiraf ediliyordu.  Demek ki yanıtı başka yerde aramak gerekiyor. Bana göre, Suudiler uzaktaki Arap topraklarında yangın çıkartarak Arabistan topraklarının alevlenmesine mani olmaya çalışıyorlar. Yaptıkları iş, Siyonistlerin yaptığına benziyor. Onlar da yoğun güvenlik saldırıların hedefinde oldukları halde, Suriye’deki bazı noktalara değeri olmayan hamleler yaparak kendilerini saldıran bir ülke konumunda tanıtma çabası veriyorlar! 

Al-ı Suud rejimine ve bu rejimi ayakta tutan temel faktörlere –Amerika, vahhabiyet, petrol ve hanedan – bir göz atacak olursak, bu rejimin utanç verici ömründen geçen yaklaşık 85 yıl boyunca, ilk defa, Al-ı Suud’u ayakta tutan dört ayaktan üçünün ciddi sarsıntı geçirdiğini görüyoruz. Suudi Hanedanı kendini güçlü göstermek için kendi sınırları dışındaki sonuçsuz müdahalelere yönelmiştir ama bu oyunun ömrü son noktaya yaklaşmış durumda. Al-ı Suud, “kendi ayakları” üzerinde duracak bir rejim değildir ve üzerinde durduğu ayaklar ise yaşlılık nedeniyle ciddi bir sarsıntıya düçar olmuşlardır. 

Sadullah Zarii
Çev: Mehmet Gönül - Welayet News



Yeni yorum ekle