İnsanın Gerçek Kimliğinin Şekillenme Niteliği

Sa, 21/02/2017 - 15:41

Özet

İslam anlayışında insan denen varlık iki boyutlu, dolayısıyla iki yönlü bir varlıktır. İnsanın bir boyutu maddi ve cismanidir diğer boyutu ise ruhani ve manevidir. İnsanın hakiki ve gerçek kimliğini oluşturan boyut onun, ruhi ve manevi boyutuyla alakalıdır. İnsanın bu boyutu düşünsel ve yöneliş olmak üzere iki merhalede şekillenir. Elbette hatırlatmak gerekir ki, bu iki merhale zamansal olarak bir diğerinden fasılalı bir şekilde değil, bilakis eş zamanlı ve tedrici olarak ikisi birlikte şekillenir. Ama rütbe bakımından ilkin insanda fikir ve düşünce ve ardından da insandaki yöneliş gerçekleşir. Adeta ikisi arasında nedensellik kanunu hâkimdir. İnsanın düşüncesi doğrultusunda şekillenen batini boyutu ve yönelişi de onun, bedensel boyutu vesilesiyle sözsel ve eylemsel kalıplarda, içinde yaşadığımız madde âleminde tecelli bulur. Ama insanın şekillenen ruhani ve manevi gerçeği, ahiret de olduğu gibi zahir olacaktır. Elinizdeki makale, insan hakikatının yaşam süreci içinde oluşma niteliğini ve nasıllığını açıklamayı güdüyor.

Makale Filozoflarca akıl için kabul görülmüş merhaleleri; “akli heyülani”, “akli bilmeleke”, “akli bilfiil” ve “akli bilmustefad” referans almaktadır.

Akıl

Akıl kavramı, dışsal bir varlık ve insanın ruhani boyutunu teşkil eden unsur olmak üzere iki hakikat için tabir edilen bir kavramdır.

İnsanın ruhani boyutu için farklı isimler kullanılıyor. Bazen ruh, bazen nefis, bazen kalp, bazen akıl ve… deniliyor. Bu farklı isimler insanın ruhani ve manevi boyutunun birçok parçadan oluşmuş mürekkep bir hakikat olduğunun göstergesi değildir. Zira insanın ruhani boyutu tek bir parça ve soyut bir varlıktır.  İnsanın dünyaya geldiği andan itibaren cismani boyutunun şekli bellidir; bir başı, bir gövdesi ve iki ayağı vardır. Ama ruhani boyutu şekilsizdir. İnsanın bu boyutunu şekillendiren onun düşünce yapısıdır. İnsanın düşünce tarzını şekillendiren de ilimdir. Dolayısıyla insanın asıl kimliğini ve gerçek hakikatını oluşturan şey, insanın, insan için hâsıl olan ilme karşı gerçekleştireceği itikat, kabul görme ve tasdikleridir. Başka bir beyanla: İnsanın, insan için hasıl olan tasavvurlarına karşı takındığı pozitif ve negatif tavrı onun asıl ve gerçek kimliğini oluşturur. Zira insanın hakikatı, insanın kendi zihninde şekillenen ilimlere karşı kalbi tarafından bir tavır takınmadığı sürece mübhem ve belirsiz kalacaktır. İlim ise soyut bir varlık olup soyut bir varlıkta yani akılda tahakkuk  buluyor. Daha doğru bir ifadeyle aklın hakikatını, ilim şekillendirir. Şekillenen tasavvurların muhtevasını tasdik edip etmemesi ve kabullenip kabullenmemesi veya pozitif ve negatif nitelikte bir tavrın sergileme gerçeği de insanın kalbine aittir.

İmam Gazali akıl için dört mana zikretmiştir: Birincisi: Akıl insanı diğer varlıklardan ayıran bir vasıftır. Bu vasfın temel özelliği, insanda nazari ve kesbi ilimlerin şekillenmesinin, fikirsel ve sırlı sanatların tedbir edilmesinin imkânını sağlar. Bu anlam, Harisi Muhasibi (ilk ariflerden) tarafından akla atfedilen anlamdır.

İkincisi: her çocuğun zatında tecelli eden bedihi (apaçık) ilimlerdir. Mütekellimlerin akla atfettikleri anlam da budur.

Üçüncüsü: akıl insanın yaşam sürecinde tecrübeyle kazandığı ilimlerdir. Bu nedenle (her alanda) tecrübesi daha fazla olan bir kimsenin (o alanda) daha akıllı olduğu söylenilmektedir.

Dördüncüsü: akıl güçlendirilebilinen ve farklı mertebeleri açabilen bir yetidir. Güçlendirme doğrultusunda insanın yapacağı işlerin menfaat ve zarar bakımından getirilerini ve götürülerini anlayabilir derecesine kadar varabiliyor. İmam Gazali sonunda şöyle diyor: birinci anlam asıl, temel ve kaynaktır. İkinci anlam, birinci anlama yakın, ama fer’idir. Üçüncü anlam, birinci ve ikinci anlamın neticesidir. Zira deneyimli bilgiler yeti ve bedihi bilgilerle kazanılıyor. Dördüncü anlam, nihai anlamdır. Kast edilen en son anlam ise, son anlamdır. İlk ikisi doğal ve zatidir. Son ikisi de kesbi ve kazanılan akıldır.[1] Dolayısıyla ilk ikisi, bütün insanlarda aynı derecededir ama sondan ikisi ise, insanlarda farklıdır. Bu nedenle insanlar da ona oranla farklılaşır.

Görüldüğü gibi imam Gazali tarafından akıl için zikredilen bütün anlamların temelinin oluşturan unsur, bilgilerdir. 

Aklın kavradığı kesbi bilgiler, fiziksel ve metafiziksel olmak üzere iki çeşittir. Yani bir kısım bilgilerin muhtevası fiziksel varlıklar ile alakalıdır. İnsanı madde âleminde var olan varlıklarla tanıştırıyor. Diğer bir kısım bilgilerin muhtevası ise metafiziksel varlıklar ile alakalıdır. Dolayısıyla akıl tarafından kavranan bilgiler, insanın bilgisel ihtiyacını gidermenin yanı sıra, onun maddi ve manevi ihtiyaçlarını da giderebilirler. İşte bu doğrultuda insanın iç dünyasında, onun kavradığı bilgilerin çeşitliliğiyle uyumlu bir şekilde genel anlamda iki yöneliş türü şekilleniyor. Bir yöneliş: fiziksel varlıklara karşı diğeri; metafiziksel varlıklara karşıdır. Yani bir taraftan insan fiziksel varlıklara temayül ediyor diğer yandan metafiziksel varlıklara. Birinci türden olan yöneliş, insanın fiziksel boyutuna ait olan ihtiyaçlar doğrultusundadır, ikinci türden olan yöneliş de onun, metafiziksel boyutuna ait olan ihtiyaçlar doğrultusundadır. Birinci türden olan yöneliş, metafiziksel boyutuyla çelişir bir şekilde takip edilirse ona nefis denilir. Kur’an’ı Kerim’de, bunlar kendi nefislerini ilah edinmiş kimseler olarak tanımlanır: “Nefsinin arzusunu ilâh edinen, Allah’ın; (hâlini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?”[2] “Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?”[3] Fiziksel boyutuyla ilgili sosyal hayattan fasıla almış, sadece metafiziğe yönelmiş mistik bir hayat tarzını benimsemiş kimselere de ruhbanlık adı verilmektedir. Kur’an’ı Kerim’de bu yaşam türü, Allah’ın istemediği bir hayat tarzı (yöntem) olup insanların kendi icadı olduğu halde gerektiği şekilde onlar tarafından riayet edilmediği Allah tarafından beyan edilmektedir: Allah şöyle buyuruyor: "Kendiliklerinden) icat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara yazmadık. Allah’ın rızasını kazanmak için (ruhbanlık nitelikli yaşam tarzını kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar”.[4] Bu her iki yöntem de insanı, kendi hakiki ve gerçek hüviyetine ulaştıracağı yerde onu, gerçek hüviyetinden daha da uzaklaştıran iki yaşam yöntemidirler. İnsanı asıl hakikatine ulaştıran yöntem, her iki yönelişi gözetip dengeli tutan bir yöntemdir. Bu yöntemi gözeten kimseler, Kur’an’ Kerim’de vasat ümmet şeklinde tanımlanmıştır: “sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi vasat (orta) bir ümmet yaptık”.[5] Bilinmelidir ki; bu orta yolun yakalanması, orta ve doğru bir düşünce tarzının yakalanmasına bağlıdır. Bu nedenle Allah u Teâlâ Kur’an’ı Kerim’de ehli kitabı muhatap alarak şöyle buyurmaktadır. “De ki: “Ey Kitap ehli! Hiçbir şey üzere (doğru bir düşünce tarzına sahip) değilsiniz ta Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni (Kur’an’ı) uygulayabilesiniz”.[6] Düşünce tarzını şekillendiren hakikat, insan aklını şekillendiren bilgi türüdür.    

Filozoflarca aklın oluşum şekli

Nefis olarak isimlendirilen insanın manevi ve ruhani boyutu (nefsi) tekâmüle doğru seyir ederken farklı merhalelerden geçiyor. Filozof ve hikmet ehli bu merhaleleri aklın mertebeleri olarak tarif etmişlerdir. Bu dereceleri dört, bazen de beş unvan altında açıklamaya çalışmışlardır. “Hikmet-i Mütealiye” ekolünün kurucusu Molla Sadra bu merhaleleri şöyle açıklıyor:

İnsani nefsin, eşyaların hakikatini derk etme kabiliyeti vardır. Ancak eşyaların hakikatini derk ve algılaması dört merhalede tahakkuk bulur. İlkin, nefis bütün idrak ve bilgilerden arî ve halen bütün idraklerden yoksun ancak idrak edebilen sadece bir yeti ve kabiliyetten ibarettir. Nefsin bu haletine ve merhalesine “akli heyulani” deniliyor.[7] Daha sonra nefis bazı bilgilere sahip olur ancak bu bilgiler, kesbi ve nazari bilgiler değil bilakis; kesbi ve nazari bilgilere araç konumunda bedihi ve zaruri bilgilerdir. Nefsin bu haletine “akli bil-meleke” denilmektedir. Yani nazari bilgileri edinebilir “akli bil-fiil”e intikal etme melekesine sahiptir. Nefsin bu mertebesine “akli bil-fiil” denilmemesinin nedeni de aklın vücudu daha tahakkuk bulmamış olmasıdır. Zira aklın varlığı, bedihi ve evveliyat şeklinde olan bilgiler ve idrakler ile tahakkuk edemez. Zira bir şeyin hakikati, genel ve müphem olan bir şeyle tahakkuk etmesi imkânsızdır. Müphem ve genel olan şeyler, genellikten çıkıp özelleşmeyinceye kadar fiiliyata dönüşemez. Makulatlarda bedihi yargıların, nazari olan akli tasavvurlara oranı hisler âleminde tabii ve doğal cismin bütün tür şeklinde olan cisimlere olan oranı gibidir. Cismani form şeklinde olan hakikat görünür âlemde sadece cismani olduğu için görünür âlemde vücut bulamaz, görünür âlemde vücut bulabilmeleri için tür ve özel bir cisim ve kendine has bir tabiata dönüşmesi lazım. Akli bil-fiil’in vücut bulması da müphem ve genel cismani varlıklara benzerdir. Akli bil-fiilin vücudu ilk ve genel olan “vücut” ve “şeylik” kavramları gibi kavramlarla ve “bir; ikinin yarısıdır”, “kül; kendi cüz’ünden daha büyüktür” gibi ilk yargılarla fiiliyat bulamaz. Aslında bu mertebedeki nefis, ilk kavramların çoğalması, istidadının şiddetlenmesi ve bu mertebede şiddetli bir sıcaklığa sahip -“Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile neredeyse aydınlatacak (kadar berrak)tır”-[8] neredeyse kendiliğinden alevlenen kibirtiyat fitili gibi aklani nurları kabullenmekte hızlandığı sebebiyle diğer nefislerden farklılaşmışsa kendisine kuds-i bir yeti de deniliyor. Yoksa ona kudsi yeti denilmez. Her halükarda akli bil-meleke safhasında olan akla, vücut kazanmış fiili akıl (akli bilfiil) değildir.

 Nefis bir sonraki merhalede nazari bilgiler edinir ancak bu merhalede edindiği bilgiler, bilfiil olarak yanında hazır ve müşahede edilen bilgiler değildir, ne var ki istediği her an, sadece bir teveccüh ve iltifatla onları hazır ve müşahede edilebilir duruma getirebilir. Nefsin bu haletine de filozoflar “akli bil-fiil” diyorlar. Nefis edindiği nazari bilgileri sürekli kendisinin yanında bilfiil olarak hazırda bulundurur ve onun tarafından müşahede edilir durumda ise “akli müstefad” denilmektedir. Nefis, bu bilgileri kendisine ifaze eden mebdein (kaynağın) kendisinde (yani akli fa’al'in kendisinde) müşahede ederse kendisine “akli faal” deniliyor.[9]

Materyalist Ve Metafiziksel Teorik Akılların Şekillenmesi

 Nefsin bu dört veya beş merhalesini İslam filozoflarının tamamı kabul etmiştir. Görüldüğü gibi filozoflarca insanın ruhani boyutunun şekillenmesi, nefsinin gelişip aklının şekillenmesiyle tahakkuk buluyor. İnsanın asıl kimlik ve hüviyeti ve insanlığı da bu doğrultuda şekil kazanıyor. Biz buradaki açıklamalardan insanın, batıni hakikatinin ve gerçek kimliğinin nasıl şekillendiğini kolay bir şekilde anlayabiliyoruz. Şöyle ki: İkinci merhalede “akli bilmeleke” ve üçüncü merhalede “akli bilfiil” unvanıyla anlatılan konudan iki tür -materyalist ve metafiziksel- teorik aklın şekilleneceğini çıkarabiliriz. Zira ikinci merhalede şöyle denildi: insan nefsi ikinci merhalede (akli bilmeleke)  bedihi ve evveliyat[10] şeklinde bilinen bilgi türüne sahiptir. Bu tür bilgilerin temel özelliği, bütün nazari ve kesbi bilgilere oranla eşit mesafede; yani daha belirginlik kazanmamış ve belirsizlik içinde ve müphem olmalarıdır. Bu nedenle insanın kimliği ve hüviyeti henüz şekillenmemiş ve nefsin bu merhalesine “akli bilfiil” değil “akli bilmeleke” deniliyor.  Üçüncü merhalede ise şöyle denildi: nefis bu merhalede nazari ve kesbi[11] bilgileri kazanarak gelişmiş ve fiiliyat bulmuştur. Yani nefiste var olan bedihi ve müphem olan bilgiler kesp edilen nazari bilgilerle şekil kazanmış ve belirsizlikten çıkmış ve bir nitelik kazanmıştır. Bu nedenle insan nefsi “akli bilfiil”leşiyor ve nitelikli bir akıl ve bununla da insanın kimliği ve hüviyeti şekilleniyor. Yani “akli bilfiil”in hakikatini oluşturan ve dolayısıyla insan kimliğini şekillendiren hakikat ve gerçek insanın edindiği “nazari” bilgilerdir.

İşte insanın hakikati ve gerçek kimliği bu merhalede nazari ve kesbi bilgilerle şekilleniyor. İnsanın nefsi, nazari ve kesbi bilgilerle şekillenerek aklileşiyor. İnsan aklının şekillenmesiyle insanın hakikati da şekilleniyor. Zira insanın hayatına yön veren, insanın aklıdır. Sonuç itibariyle insanın hakikatini şekillendiren ve ona asıl kimlik ve hüviyet kazandıran nazari bilgiler türüdür.

İnsanın hakikatini oluşturan/şekillendiren nazari bilgiler, ihtiva ettikleri hakikatler (ilmin taalluk ettiği şeyler) bağlamında iki türdür. Zira insanın sahip olup kabul gördüğü bilgilerin ihtiva ettiği hakikatler ya madde türündendir veya metafizikseldir. Dolayısıyla insanın aklını şekillendiren bilgiler ya madde âlemindeki varlıklar ile ilişkindir. Ya fiziksel âlemindeki varlıklardan hareketle metafiziksel varlıklara varmış ve oradaki varlıklar ile ilişkindir. Eğer insanın aklını şekillendirip fiiliyat kazandıran bilgiler, madde âlemindeki varlıklara münhasır kılınmış bilgiler ise tabii olarak şekillenen akıl materyalist akıldır. Dolaysıyla bu insan türünün hakikati ve gerçek kimliği materyalist olacaktır. Bu nedenle bu insan türü maddi türden olan varlıklar âlemini ancak derk edebiliyor ve onun ötesinde var olan metafizik varlıkları inkâr ediyor. Metafiziksel varlıkları kabul edebilmek için onların maddileşmeleri gerekiyor. “Hani siz, “Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıktan açığa görmedikçe sana asla inanmayız” demiştiniz”[12]. Zira Hz. Musa (a.s.) bu topluma şöyle buyurmuştu: ben hissi duyuların alanına girmeyen Allah tarafından sizin için Resul olarak gönderildim. Ama bu toplumun sahip oldukları zihniyet ve akıl, maddi ve materyalist bir zihniyet ve akıl olduğu için Hz Musa’nın dediklerini anlamamışlardır. Gayri mahsus olan bir varlık tarafından Musa’nın gönderilebileceğini derk edememişlerdir. Çükü onların akli nazarisi, maddi varlıkları derk etmeyle sınırlı bir şekilde şekillenmişti. Bu nedenle Hz Musa’ya, “Biz Allah’ı açıktan açığa (maddi gözlerimizle) görmedikçe sana asla inanmıyoruz” diyorlardı.

Doğal olarak materyalist türünde şekillenmiş akli nazarinin sahipleri ve bu doğrultuda gerçek kimlik ve gerçek hüviyeti şekillenmiş kimselerin pratik aklı da madde âlemiyle sınırlı olan menfaat ve zararları ancak derk edebiliyor. Bu nedenle sadece insanın maddi boyutunu alakadar eden maslahat ve mefsedeleri, menfaat ve zararları anlayabiliyor ve bu boyutla alakalı maslahatları elde etmek ve bu boyutla alakalı zararlardan korunmaya çalışıyor. Dolayısıyla böyle bir süreç içindeki insan, maddeleşiyor ve dünyevileşiyor. 

Ama eğer insanın aklını fiiliyata geçiren nazari bilgiler, madde âlemini açan metafiziksel bilgiler ise, metafiziksel bir aklı şekillendirecek, dolayısıyla Allah başta olmak üzere, metafiziksel varlıkları anlamakta zorluk çekmeyecektir. Bu nedenle bu akla sahip olan kimseler maddesel varlıkların ötesine giderek metafiziksel varlıkları kavramaya çalışıyorlar. Doğal olarak bu kimselerin sahip oldukları pratik akıl da derk edeceği menfaatler, maslahatlar ve mefsede ve zararlar da insanın maddi boyutuyla sınırlı kalmıyor. Yaşam tarzını şekillendiren bildirilerin kapsadığı programları da madde âlemiyle sınırlı kalmıyor, bilakis öteki âlemin faydaları, menfaatleri ve zararlarını da kapsayacak şekilde düzenleniliyor. Bu aklın “yapılmalı” ve “yapılmamalıdır” şeklinde pratik aklın derk ettiği direktifler, insanın her iki boyutunu ilgilendiren maslahat ve zararları kapsamaktadır.

Başka bir beyanla: Yukarıda akla ilişkin zikir edilen filozofların görüşlerine dayanarak insanda şekillenen teorik aklı, "hakikatçi akıl"; yani hakikatleri anlamak isteyen akıl olarak ve pratik aklı da "maslahatçı akıl"; yani maslahatları kazanmak için ve zararları da onlardan kaçınmak için anlamak isteyen akıl olarak tanımlamak mümkündür. "Hakikatçi akıl" kavradığı ve hakkında bilgi edindiği varlıklar eğer madde âlemiyle sınırlı ise tabii olarak maslahatçı akıl de sadece madde âlemindeki maslahat ve zararları derk edebiliyor. Ama eğer teorik aklın derk ettiği hakikatler madde âlemiyle sınırlı değil bilakis; metafiziksel âlemleri de derk ediyor ise, pratik aklın derk edeceği maslahat ve mefsedeler alanı da bu oranda genişliyor. Bu nedenlerdir ki, teori alanında salim ve sağlam bir anlayışa sahip olmayan kimseler, pratik alanda da salih ve sağlıklı amelleri (İncil ve tavratı) gerçekleştiremezler. “De ki: “Ey Kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni (Kur’an’ı) uygulamadıkça hiçbir şey üzere değilsiniz.” Andolsun ki sana Rabbinden indirilen bu Kur’an, onlardan çoğunun taşkınlık ve küfrünü artıracaktır. Öyle ise o kâfirler toplumu için üzülme.”[13] Buna binaen insanın bedensel kanalıyla zahir olan davranışları ve yaşam tarzı, ister söylemde olsun ister eylemde olsun, hepsi gerçek itibariyle insanın batıni hakikatinin dış âleminde tecelli bulması anlamındadır. 

Kur’an’ı Kerim’de insanın zahiri boyutuyla dış âleme yansıyan söylemleri ve eylemlerinin, iç âleminin şekillenmesine uygun olduğunu söylemektedir. “De ki: “Herkes kendi (iç aleminin) yapısına uygun ameller işler. Rabbiniz, en doğru yolda olanı daha iyi bilir.”[14] Görüldüğü gibi bu ayeti şerife, insan eylemlerinin iç âleminin şekillenmesiyle uyumlu olduğunu söylemektedir.  Ancak hangi insanın iç âleminin nasıl şekillendiğini ve dolayısıyla kimlerin hidayet üzerinde olduğunu Allah-u Teala daha iyi bilir. Allah u Teâlâ bir diğer ayeti kerimede şöyle buyurmaktadır: “(Toprağı) iyi ve elverişli beldenin bitkisi, Rabbinin izniyle bol ve bereketli çıkar. (Toprağı) kötü ve elverişsiz olandan ise, faydasız bitkiden başkası çıkmaz. Şükredecek bir toplum için biz ayetleri işte böyle değişik biçimlerde açıklıyoruz”.[15] Bu ayeti kerimedeki “belde” insanın iç dünyasından kinayedir. Dolayısıyla İç dünyası, Allah denen metafiziksel varlığı ispatlama doğrultusunda şekillenmiş olan insan hakikatinden meydana gelen eylemler, Rabb’lerinin izni doğrultusundadır ve doğal olarak yaşamı ve gözetlediği menfaatler ve maslahatlar da bu doğrultuda olacaktır. Kendilerinden sakındığı zararlarda sadece dünyevi zararlar değil bilakis; uhrevi zararlarda söz konusudur. Ama iç dünyası, Allah denen metafiziksel varlığı inkâr eder doğrultusunda şekillenen insan hakikatinden tecelli eden eylemler, sadece geçici dünya yaşantısına mahkûm olan insanın bedensel boyutuyla alakalıdır. Bu nedenle Allah- u Teâlâ bunları faydasız bitkiler şeklinde olduğunu söylemektedir. Zira ahireti gözetlemeyen veya ahireti unutturan bu dünyadaki amellerin, Allah’ın katında hiçbir değeri olmayacağı gibi hiçbir faydası da olmayacaktır.

Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da şudur: İnsan, kendisine verilen dil ile insanları sömürmek için şekillenen iç dünyasını insanların nabzına göre ayarlamaya çalışıyor. Dolayısıyla bazı kimseler, her ne kadar gerçek itibariyle tek bir kimliğe sahip iseler de toplum içinde farklı kimliklerle zuhur ediyorlar. Aşağıdaki ayeti kerimeler bu bağlamda çok anlam vericidir:

Onlar sizinle karşılaştıkları zaman “inandık” derler. Ama kendi başlarına kaldıklarında, size karşı kinlerinden dolayı parmaklarını ısırırlar. De ki: “Öfkenizden ölün!” Şüphesiz Allah, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) bilir.[16] “İnsanlardan öylesi de vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider. Bir de kalbindekine (Sözünün özüne uyduğuna) Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki o, düşmanlıkta en amansız olandır.[17]

İnsanlardan, inanmadıkları hâlde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık” diyenler de vardır.

Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.

Kalplerinde münafıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah’ da onların hastalıklarını artırmıştır. Söyledikleri yalana karşılık da onlara elem dolu bir azap vardır.[18] İç âlemleri hastalık üzere şekillendikleri için dış âlemleri de ona göre değişiyor.  Konuyu Ebu Turabi-i Nahşebi’nin insan anlayışıyla sonuçlandırmaya çalışacağız.

Netice:

Ebu Turab-i Nesefi (Nahşebi) Anlayışında Varlık Âleminin Mertebeleri

Ebu Turab-i kendi dünya görüşünü açıklarken varlık âlemini bir ağaca benzetiyor. Ona göre bir ağaç tüm hakikatiyle tek bir hedefi gözetliyor. Oda kendi hakikatinde saklı olup insan için yararlı olan meyveyi çıkarmaktır. İmkân âlemi de tüm boyutlarıyla tek bir hedefi gözetliyor. Oda kendi hakikatinde saklı olan meyveyi ortaya çıkarmaktır. İmkân âleminde saklı olan meyve insan denen varlıktır. Dolayısıyla imkân âlemi insanı vücuda getirme hedefini güdüyor. İmkân âleminin hulasası ve özü olan insanın kendisi de ağacın üzerindeki kurtlu meyveler olmaktan ise salim meyveler konuma ve yararlı bir insan duruma kendini getirmesi gerekir. Ebu Turabi şöyle diyor:

 Bütün varlıklar bir ağaçtır. İlk felek[19] bu ağacın üzerinde dikilmiş olan yerdir. İkinci felek[20] bu ağacın kökleridir. Her birisi gezegenlere sahip olan yedi gök bu ağacın gövdesidirler. Gezegenlerden bize en uzak olanı Zuhal ve bize en yakın olanı ise Kamerdir. Ağaç bize doğru uzadığı için bizlerden uzaklarda olan Zuhal en dipte ve bizlere yakın olan kamer de en üstte yer almaktadır. Daha önce dört unsur olarak bilinen (ateş, hava, toprak ve su), şimdi ise yüzden daha fazla olduğu tespit edilen varlık âleminin unsurları ve mizaçları, bu ağacın dallarıdır. Varlık âleminde bulunan madenler bu ağacın yaprakları, bitkiler bu ağacın çiçekleri ve hayvanlar (canlı varlıklar) bu ağacın meyveleridirler. Görüldüğü gibi ağaçtaki unsurlar, yukarı çıktıkça daha nazik, şerif ve latifleşiyor. Ağaçtaki diğer unsurlar, meyve unsuruna yakınlık oranında özleşiyor, nazikleşiyor ve latifleşiyor. [21] İmkân âlemi de imkân âleminin özü ve meyvesi olan insanı vücuda getirmeyi hedefliyor. İnsanın neyi hedeflemesi gerekir sorusuna, İbn-i Sina’dan bir nakil yaparak cevaplandırmamız oldukça yerinde olacaktır.

“İnsanın meydana gelmesi Kevn (imkân) âleminin kemalidir (imkân âlemi insanı meydana getirmekle kendi nihai kemaline ulaşır). İnsan dışındaki diğer varlıklar ise ya insanın kendisi için ya da telef olmayacakları şekilde başka hedefler için yaratılmışlardır. Bu, bir ustanın kendi hedefi doğrultusunda bir ağaçtan yararlanması ve söz konusu ağacın kalıntılarını da telef olmaması için başka bir yerde kullanmasına benzetilebilir.  İnsanın nihai kemali ise teorik boyutta akl-ı müstefad’ı meydana getirmek ve pratik boyutta ise sosyal adaleti gerçekleştirmektir”. İşte bundan dolayı maddedeki şeref, nihai noktasını bulur ve insanın gerçek kimliği, bu doğrultuda şekillendiği zaman, insan kendi nihai kemaline ulaşır ve böylece diğer insanlar için faydalı bir duruma gelmiş olur. Kimliğini bu doğrultuda şekillendirmeyen kimseler, ağacın kurtlu meyvelerine benzer. Ey insan! Kurtlu meyve olmaktansa salim ve vitaminleri kendinde toplayan meyveler olmaya çalış. Madde âlemindeki varlıklar insana özenip insan olmaya çalışıyor ise insanın kendisi de maddenin ötesine seyir ederek kendinin metafiziksel bir varlık konumuna getirmesi gerekiyordur. Ama eğer insan bunun tam tersine insan seviyesine çıkmak isteyen maddeye mahkûm ediyor ve kendini materyalist konumuna getirerek dünyevileşmeyi hedefliyorsa kendine çok zulüm etmiş oluyor. Kendini kendinden daha aşağı olan varlıklara mahkûm etmek en büyük zulümdür. Bu nedenle Allah- u Teâlâ putlara ibadet ederek şirk koşanların bu eylemlerini büyük zulüm olduğunu vurgulamaktadır. “muhakkak ki şirk koşmak elbette büyük bir zulümdür.” İnsanın, kendini kendisinden daha düşük ve daha alçak olan varlıklara mahkûm etmesinden daha büyük bir zulüm türü olabilir mi? 

 

Murat Aydoğdu


[1] İMAM GAZALİ, Muhammed, “ihya’u ulumi’d-din”, c. 1, s. 88-89. (özet).

[2] Casiye 23.

[3] Furkan 43.

[4] Hadid 27.

[5] Bakara 143.

[6] Maide 68.

[7] Aşağıdaki ayeti kerime de bu hakikata işaret etmektedir: “Allah, sizi analarınızın karnından, siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı”. (nahl 78).

[8] Nur 35.

[9] Esfari arbaa”, c. 3, s. 419-421.

[10] Zaruri ve bedihi bilgiler tefekkür ve delil istemeyen bilgi türleridir.  Kül kendi cüzünden büyüktür, `çelişk muhaldir` yargıları bu tür bilgilerdendir.  

[11] Tefekkür ve delil isteyen bilgi türlerine nazari ve kesbi bilgiler deniliyor. “Ruh vardır”, “ruh soyuttur” yargıları bu tür bilgilerdendir.

[12] Bakara 55.

[13] Maide 68.

[14] İsra 84.

[15] Araf 58.

[16] Ali İmran 119.

[17] Bakara 204

[18] Bakara, 8 – 9.

[19] Nakış almamış sade ve bütün varlıkları ihata eden feleklerin felek’idir. 

[20] Sabitlerin felek’i olan felektir.

[21] İnsan’i kamil, s 266-267.



Yeni yorum ekle