Din ve Bilim

Pt, 20/02/2017 - 14:19

Din ve bilim arasındaki ilişki asırlardır farklı açılarda ve farklı zaman birimlerinde bilim adamlarınca eleştiri ve tartışma konusu olmuştur. Bu tartışmalar halen günümüzde de devam etmektedir

Din ve Bilim

Din ve bilim arasındaki ilişki asırlardır farklı açılarda ve farklı zaman birimlerinde bilim adamlarınca eleştiri ve tartışma konusu olmuştur. Bu tartışmalar halen günümüzde de devam etmektedir. Her bilim adamı kendi prespektifinden bakarak farklı  bir sonuç elde etmiştir. Bazıları dinin bilime hükmettiği, bazılarıda  bilakis bilimin dine hükmettiği kanısa varmıştır. Bazı bilim adamları ise din ve bilimin kapsam alanını bir birinden ayırarak  bir çeşit uyum  icadetmeye çalışmışlardır. Bu konu hakkında  diğer görüşlerde ise bazıları din ve bilimin bir birine tamamen zıt olduğu ve aralarında kaçınılmaz bir çatışma olduğu, bazıları ise ikisinin arasında bir birlerini tamamlayan ve geliştiren bir ilişkinin söz konusu olduğunu savunmuşlardır.

İnsanın karşı karşıya olduğu iki gerçeklik vardır. Bunlardan birisi bilim adamlarının "evren" dediği, insanların da vücutlarıyla içinde bulundukları cismani alem, yani fizik dünyadır. Diğeri de her insanın düşündüğü, hayal ettigi, inandığı, duyguları ile yaşadığı kendi özel dünyasıdır. Birbirinden bağımsızmış gibi görünen bu iki dünya arasındaki etkileşme şüphesiz bir gerçektir. Fizik dünyada olan bir olay, haber bile olsa kişinin özel dünyasını etkiler, onu üzer, sevindirir veya korkutur. Hatta hayalindeki dünyanın yapısını tamamen değiştirebilir. Öte yandan insanın iç dünyasının etkilerini dış dünyada görmek de mümkündür. Bunlar bize yollar, köprüler, binalar olarak gözükür; sanat ve teknoloji harikaları bu gerçeği açıkça ilan eder.

Her iki dünyanın da bilgisi insan için hazır değildir. İç dünya öğrenmeyle birlikte şekillenmeye başlar. Öte yandan dış gerçekliği kavramak da iç dünyanın şekillenmesine bağlıdır. Kendi benliğinin ve aynı zamanda dış gerçekliğin bilincine ermiş her insan, varlıklar içinde kendi konumunu merak eder. Bu da onu insan nedir?  Hayat nedir? İnsan ile iletişimi olan varlıkların,  evrenin ve evren içindeki olayların bir anlamı, bir amacı varmıdır? Gibi daha bir çok soruyla karşı karşıya bırakır. Bu tür sorular insanlığı ilgilendiren temel kozmolojik sorulardır. Herkesin bir dünya görüşü vardır ve bu dünya görüşü içinde kişi farkında olsun veya olmasın, ifade edebilsin veya edemesin bu kozmolojik soruları mutlaka cevaplandırabilir.

 İnsanların dış gerçeklikle ilgili bilgileri her zaman eksiktir. Dünya görüşlerindeki tutarsızlıklar ve çelişkiler bir bakıma bu eksikliğin habercisidirler. Öyle ki dünya görüşlerindeki tutarsızlığın veya detaylarındaki eksikliğin farkına varan bazı insanlar tutarlı ve güvenilir bilgi üretmenin yollarını aramışlardır. Böylece sistematik, kendi içinde tutarlı bilgi üretme faaliyeti olarak tanımlayabileceğimiz bilim ortaya çıkmıştır. Bununla beraber bilim, henüz bütün özellikleriyle birlikte tam olarak anlaşılmış bir kavram da değildir. Günümüz bilim felsefecilerinden Feyerabend "Bilim felsefesi ile ilgilenen her ekol bilimin ne olduğunu, nasıl çalıştığını farklı şekillerde anlayıp anlatmaktadırlar. Buna ek olarak bilim adamlarının, politikacıların ve kamu adına konuştuğu iddiasında olan muhtelif kimselerin de görüşleri vardır. Bilimin tabiatının hala karanlıklar içinde olduğunu söylersek gerçeği büyük ölçüde dile getirmiş oluruz" demektedir.

Bilimin objektif bir tarifinin yapılamaması bizleri farklı bilim anlayışlarıyla karşı karşıya bırakır. Hemen belirtelim, bilim anlayışı sadece "bilim" sözcüğünden kişinin ne anladığı değil, bilim adamlarının bilim yapmaktaki amacı, bilimin sonuçlarını anlama ve kullanma tarzı ve hatta dünya görüşü içinde bilime biçilen tüm değerler sistemi olarak anlaşılmalıdır. Yapılan araştırmalar, edinilen bilgiler açısından bilimin kimliği tek olmasına rağmen bilim anlayışı kişiden kişiye çok farklı olabilir. Bununla beraber etkileşen fertler çeşitli toplum düzeylerinde toplumların bilim anlayışlarını da oluşturabilirler. Bilim anlayışı fertten ferde, toplumdan topluma değişebileceği gibi zamanla da değişir.

Din ve bilim  hakkında yapılan  tartışmaları dünya tarihinin üç önemli devrinde özetleye biliriz. 

a) Rönesanstan önce 

b) Rönesanstan , 20.yüzyılın ilk yarısına kadar

c) 20.yüzyılın ikinci yarısı

Rönesans‘sa kadar dinin bilim üzerinde hakimiyeti söz konusu idi. Hatta din bu dönemde gelişimin sınırını ve sıhhatini tayin edici bir konuma sahipti. Akıl ve his her halükarda dine tabii olmak zorunda idiler. Elbette böyle bir ilişkinin sahih olmadığını düşünenlerde vardı, (Galileo,bunlardan yalnızca birisidir) ancak  hakimiyet kilisenin büyüklerinin elinde idi. Bu durum batılıların geri kalmışlıklarının sebebinin kilise tarafından konulan katı kısıtlamalar ve din adına onların bütün dünyevi işlerine müdahale edildiği duygusuna kapılmalarına kadar devam edmiştir. Bundan dolayıdır ki kilisenin aşırı nüfuzuna karşı ve hayatlarında aklın ve hissin daha fazla belirleyici rol oynaması amacı ile kilise alehine ayaklandılar. Rönesans 15.yüzyılda başladı ve 19.yüzyılada ise doruğuna ulaştı. Rasyonalistler (Akılcılar)  rönesansın öncüleri idiler.Rasyonalistler dinin kapsam alanın fakat aklın kavrayamadığı veya ulaşamadığı yerler olduğunu iddia ettiler. Hatta daha ileri giderek dinin aklın kabul ettiği ölçüde meşru olduğunu savundular. En önemlisi dinin, aklın ve hissin kavradığı  alanlarda görüş belirtme hakkına sahip olmadığını ileri sürdüler. Onlara göre dinin insanlara geliş amacı akıllarını ve hislerini kenara itmek değildi. Buna göre insan sonuna kadar aklını ve hissini kullanmakla yükümlüdür, eğer insan akıl ve his yolu ile acze düşerse dinin devreye girmesinde bir sakınca yoktur.

Akılcıların akıla aşırı değer vermeleri dinin tamamen yok olmasına sebeb olmadı, velakin modernistler akılcılardan da ileri giderek dinin insanların sosyal ve bireysel alanından da soyutlanmasına sebeb oldular. Artık din git gide farklı bir görünüme büründü Sosyal hayatta, bir formalite  haline geldi. böylece  akılda vahiy karşısında istiklalini ilan etmiş ve günden güne güçlenmiş, sosyal ve bireysel meseleleri daha iyi halledebileceğine inanmıştır. Öyle ki ; yemek yeme tarzından, giyime, sağlıktan, beden ve ruh selemetine, müdüriyetten, geliştirmeye, emniyetten, refaha ve asayişe, yani insan hayatında ihtiyaç duyduğu her alanda kendini yeterli hissetmeye başlamıştır.

 İş öyle bir boyuta gelmiştir ki bazıları bu gibi fikirlerden etkilenerek kendilerini romantizmin kucağına atmış ve bu dönemlerdeki yitirdikleri manevi duygularını bile akılcılıktan temin etmeye çalışmışlardır. Batılıların aydınlanma ve modernleşme süreci (diğer yüzü ise dinden soyutlaşma süreci) 20.yüzyıla kadar devam etti. Ancak 20.yüzyılda modernistler  çok ciddi eleştirilerle karşı karşıya geldiler ve hatta görüş değişimine gitmek zorunda  kaldılar. Modernleşme sürecinin ürünü teknoloji, refah ve sosyal imkanları bir armağan gibi gelmiş ve gözlerini perdelemişti.

Belki’de daha hala düştükleri bu  çıkmaz yolun farkına varmadılar. Maalesef bu durum üçüncü dünya ülkelerinde daha fazla göze çarpmaktadır.

Meseleleri daha derin tahlil edip, yalnız bir açıdan bakarak hemen neticeye varmayan  bazı batılı bilim adamları da vardı ki, modernleşmenin insanın maddi olan ihtiyaçlarını temin ettiği ancak en önemli ve en temel ihtiyacı olan manevi ve ruhi ihtiyaçları için yetersiz kaldığını savundular. Bazı batılı aydınlar insanların bu temel ihtiyaçlarını karşılamak için büyük çaba sarf ettiler ancak onların sorunlarını halletmekten ziyade çok daha fazla sorun icat ettiler. Belirtmekte fayda varki beşeriyetin düçar olduğu bütün bu manevi sorunların  ilacı yüce İslam dinin öğretilerinde, din olarak beyan edilmiştir.

Rönesanstan sonra yaşanan çekici ve aldatıcı maddi gelişimin insanlık için geriye bıraktığı şeyler ıztırab, ümitsizlik ve kendisine karşı yabancılaşmadır. Dinin bu sorunları çözümdeki katkılarını hiçe sayarak bir nevi sorunları çözümsüz bırakmışlardır. Bütün bu olup bitenler tevhidi din ve mekteplere de çok pahalıya mal olmuştur. Din inanç açısından değişime uğradı ve dindarlık ise kiliselerin içersine makum edildi. Ama her ne kadarda din kiliselerde mahdud  kılınsada, insanlar yahudi veya hırıstiyan kimliklerini kaybetmediler, buda zihinlerinde çok ciddi soruların ortaya çıkmasına sebeb oldu. Örneğin; dinin insan hayatındaki rolu ve işlevi nedir? Din ve bilim arasında ne gibi ilişki söz konusu olabilir?

Yukarıda zikredilen meselelerin  aksülamellerini  din alimlerinin günün  ilimlerini kavrayarak bu meseleler hakkında görüş bildirme çabalarında gözlemleyebiliriz. Nitekim bugün batıda Post Modernizmin (modernizm sonrası) hızla geliştiğini müşahede ediyoruz. Elbette bu bilimin değerini yitirip, tekrar dine karşı bir yöneliş olduğu anlamına gelmiyor ama batı tarzındaki modernleşme sürecinin bir çok problemleride beraberinde getirdiğini  ve bu problemler karşısında’da yetersiz kaldığını ortaya koyuyor. Böylece yeniden, dinin rolü nedir, sorusunun  altyapısı oluşmaktadır. Batılı çağdaş tarihçilerden biri şu açıklamada bulunuyor: Post modernizm öncesi  eğer intibak olmazsa gerçeklik, doğruluk ve iyilik hiç bir zaman olmaz.Ama post modernizmde ne doğruluk ve dürüstlük vardır nede iyilik ....

İran İslam İnkılabı 20.yüzyılın ikinci yarısında vuku bulan ve özellikle din ve bilim ilişkisi açısından tarihin seyrini değiştiren çok önemli bir hadisedir. İran halkı din önderlerinin liderliğinde hükümete ve modernleşme adı altında uyguladığı batılılaşma politikalarına karşı kıyam etmişlerdir. İran İslam İnkılabının en bariz özelliği, halkının tamamen dini inanç ve duygularıyla bu inkılabı gerçekleştirmiş  olmalarıdır. İrandaki bu değişimin amacı Avrupada yaşanan Rönesans  hareketinin aksine, dini insanın  hayatının sosyal ve bireysel alanında daha fazla etkin ve faal kılmak içindir. Nitekim bu inkılab büyük bir evrensel olay haline gelerek batıyıda etkisi altına almış ve hatta dünyanın pek çok noktasında dini ihya hareketlerinin hızla gelişmesine sebeb olmuştur. İran İslam İnkılabından sonra batılı bilim adamlarının zihnini meşkul eden yeni sorulardan biride din ve bilim arasındaki ilişkidir.

İran İslam İnkılabından sonra meydana gelen ve cağımızı meşgul eden yeni sorulardan biri de din ve bilim arasındaki ilişkidir. Bir toplum tamamen dini duygularıyla, dini yok etme girişimlerine karşı, güçlü ve yetenekli bir şahsın önderliğinde ayaklanmış ve bir inkılap gerçekleştirmiştir. İnkılap sonrası islami kurallara uygun bir hükümet kurup, modern dünya karşısında altarnatif olabilmek için mücadele vermişlerdir. Bu büyük bir evrensel olay haline gelerek batıyada etkisi altına almıştır ve enteresan bir şekilde batıda dini ihya hareketleride hızla gelişmeye başlamıştır. Dinin yeniden sahneye çıkmasıyla din ve bilim ilişkisine dair yeni tanımlara ihtiyaç duyuldu. Nasıl ki rasyonalizm dinin sosyal alanda zayıflamasına sebeb olduysa, dinde bugün rasyonel bakış açısının alanını daraltır hale gelmiştir.Artık  bu ikisi arasında yeni bir bakış açıları gelişmektedir. Din ve bilim ilişkisini incelerken post modernizmin, modernizme yönelttiği iki önemli ve haklı eleştiriye değinmekte fayda görüyoruz:

1-) Katı Rasyonalizmin Yetersizliği:

Yani modern ve bilimsel yaklaşım mutlak olarak insan zihnine ve empirik verilere dayanarak, insanların temel sorularına cevap vermeye ve yaşamsal sorunlarına çözüm bulmaya  çalışmış ama başarılı olamamıştır.  

2-)İslamiyetin  Hırıstıyanlıkla aynı kefeye konması:

Modern bakış İslamı diğer dinler, özellikle de hristıyanlıkla bir tutarak seküler bir yoruma tabi tutmakla büyük bir yanılgıya düşmüştür. Çünkü İslam, insanlığın uygarlaşma sürecinin en temel ilkelerini teori ve pratikte uygulayarak asırlar boyu hayatiyetini koruyabilen  bir din olarak ayrıcalıklı bir konuma sahiptir.

Buradan yola çıkarak, İslamı diğer semavi dinler karşısında ayrıcalıklı kılan en önemli özelliklerini şöylece sıralayabiliriz:

a )İslam bütün semavi dinlerin en sonuncusu ve en mükemmelidir.

“...Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm ı seçip-beğendim...”[1]

“Hiç şüphesiz din, Allah katında İslâm dır...”[2]

b) İslam diğer dinlerin aksine sınırlı bir topluluk, ümmet veya salt bir kavime hitap etmez; bütün insanlığı muhatap alır.

“Ey Muhammed, biz seni bütün insanlara müjde verici ve uyarıcı olarak gönderdik.... “[3]   

c) İslam akide, ahkam ve ahlakıyla evrenseldir; belirli bir zaman veya mekana munhasır değildir.

“Her ümmetin aleyhinde kendilerinden bir şahit göstereceğimiz günde seni de onların aleyhinde şahit tutarız. Sana bu kitabı her şeyi açıklayan bir bilge, bir doğru yol rehberi, bir rahmet kaynağı ve müslümanlara yönelik bir müjde olarak indirdik. “[4]

“Allah Taala her şeyin açıklamasını Kur’anda bildirmiştir.Allah’a yemin olsun,kullarının ihtiyacı olan hiç bir husus göz ardı edilmemiştir. “[5]

d) İslami öğretiler insanın manevi yaşamına olduğu kadar maddi yaşamına da yön verir.Dahası dünyevi ve maddi yaşamı mana aleminin ebedi sürekliliği için kaçınılmaz bir aşama olarak değerlendirir ve insanın dünya hayatındaki düşünce ve amellerini uhrevi hayatı kuran temel malzeme olarak görür.

“Allah ın sana verdiğinden (O nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma!... “[6]

e) İslam hakikate giden yolları tek bir yola indirgemez. Manevi seyr u sulük kadar his ve tecrübeye, akli ve düşünsel faaliyetlerede  önem verir. Bir yandan insandan içinde yaşadığı evreni gözlemleyerek evrendeki ilahi ayetleri incelemesini  isterken  diğer yandan akıl yoluyla ve fikirsel bir çaba içerisine girerek hakikate giden yolları araştırmasını öğütler.    

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok deliller vardır. “[7]

f) Bütün semavi dinler, zaman içerisinde hem içerik ve muhteva hemde toplumsal bir kurum olarak üstlendikleri misyon itibariyle değişim ve tahrife uğramışlardır. Ama İslamın en temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim  tahrife karşı korunmuştur. Haliyle İslam toplumsal  misyon ve fonksiyonları itibariyle pratikte asıl değerini yitirmiş olsa bile kaynak ve muhteva itibariyle güvenirliliğini korumaktadır.

“Bu Kur an Allah tandır, başkası tarafından uydurulamaz, ancak o, önündekini doğrulayan ve o Kitab ı açıklayıcı olarak alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir, bunda hiç şüphe yoktur! “[8]

“...Bu Ku ran uydurulur bir söz değil, ancak kendi önündekinin tasdiki, herşeyin açıklayıcısı ve iman edecek topluluk için bir hidayet, bir rahmettir! “[9]

Bu özelliklere bakarak İslamın Hristiyanlık veya her hangi bir diğer dinle kıyaslanamayacağını apaçık bir şekilde görebiliriz.

Modern çağla birlikte içerisine girilen süreç gözönüne alındığında, İslamın bütün diğer dinlerden ayrı bir şekilde mutalaaya tabi tutulması ve bu sürece hakim değerler karşısındaki konumunun belirlenmesi gerekmektedir.

İslam düşünce sisteminde, çağımızda insanın en büyük kazanımı olarak değerlendirilen bilimsel ve  teknolojik  gelişime karşıt bir tutuma rastlanılmaz. Aksine bu alandada insanın önünün açılması ve  bu yolla elde edilen kazanımların insanlığın hizmetine sunulması salık verilir. Çünkü İslamiyette insanın maddi yanı ihmal edilmez. Ruh temizliği kadar cismani temizliğide önem verilir. İslamın ideal insanı hırıstıyanlığın aksine bir melek değil, diğer canlılar gibi arzuları, ihtiyaçları olan ama Allah ı unutmayan, böylece duygularını ve nefsini kontrol edebilen insandır. İslamda bütün insanlar, günahsız doğar ve tertemiz bir şekilde dünyaya gelirler. İslama göre, insanın bu dünyada sahip olduğu bütün imkanlar; akıl, duygu ve sezgiler, bütün maddi-manevi yetenek ve kabiliyyetler ebedi bir hayatta işe yarayabilecek bir kıvama getirilmeli dünya-ahiret mutluluğunu temin amacıyla kullanılmalıdır. Dünya, ahiret için ürün veren bir tarla veya insanı ebedi hayata hazırlayan bir talimgah ve eğitim alanıdır. Akıl ve kalp (düşünce ve sezgi) insanın iki rehberidir. İnsanların aklına ve kalbine hitap eden, yani evrendeki olgu ve olaylara dikkat çekip insanları bakmaya, düşünmeye, duygulanmaya ve sonuçta yorum yapmaya sevkeden ayet ve hadisler burada sayılamayacak kadar çoktur.

Müslümanlar kendi dünya görüşlerini, Kur an ayetleri ve hadisler ışığı altında yunan bilimiyle karşılaşmadan önce sağlam bir şekilde oluşturmuşlardı bile. Bu dünya görüşünde evrenin detaylı bir haritası yoktu ama insanın kozmoz içindeki yeri ve rolü tutarlı ve anlamlı olarak anlatılıyordu. Doğayı ve işleyişini anlamak amacıyla gözlem yapmak ve yorumlamak olarak tanımlanan bilimsel anlayış zaten bir müslümanın inancının dayanak noktasıydı. Bu yüzden müslümanlar hırıstıyanların aksine bilimi reddetmeyip tam tersine sahip çıktılar. Ancak müslümanların sunduğu bilim anlayışı yunan bilim anlayışını aşar. Örneğin 800 lü yılların başında yaşayan Kindi "ilim varlığın hakikatını bilmektir" der. Bu ifadeye göre evrenin yapısını ve işleyişini öğrenmek, hakikaten bilmek için ancak bir araç ve adım olabilir, nihai bir amaç olamaz.

800 lü yıllarda tercümelerle başlayan bilimsel faaliyetler, müslümanların orjinal katkılarıyla 12. yüzyıla kadar faal ve çok üretken bir dönem yaşadı. İslam dünya görüşü ışığında gelişen bilimsel gelenek, aynı şekilde 12. yüzyılda arapçadan latinceye tercümelerle İspanya ve İtalya kanalıyla batı hırıstıyanlık dünyasına ulaştı. Cabir bin Hayyan ın kimyası, Harizmi nin cebiri, İbni Sina nın Kanun u (tıbbı ve felsefesi), İbni Heysem in optiği ve Öklit, Arşimet ve Batlamyus gibi yunanlı yazarların orjinal eserleri arapçadan latinceye çevrilen eserlerden sadece bir kaç tanesidir. Batılı düşünürler Yunan geleneğini, özellikle Aristotles i toplumlarına kabul ettirebilmek için Farabi nin, İbni Sina nın, İbni Rüşd ün fikirlerini kullandılar, eserlerinden yararlandılar. Descartes dahil, bir çok batılı düşünürün Gazali nin görüşlerinden nasıl ettiklendikleri inkar edilemez bir gerçektir.

Başlangıcında avrupa daki bilim islam bilim anlayışıyla uygunluk gösteriyordu. Batı biliminin kurucuları Bacon, Copernicus, Galileo, Kepler, Newton, Descartes ya rahiptiler veya inancında sadık birer dindardılar. Newton un (1642-1727) yerçekimi ve hareket yasalarını ilan ettiği "Principia" kitabının üçte biri bütünüyle evrenin ve yasalarının teolojik (ilahi) açıklamalarına ayrılmıştı. Fakat bu bilim anlayışı uzun sürmedi.Newton cu yasalarla dünyanın güneşten koptuğu teorisini ortaya atan Laplace (1749-1827), Napoleon un "bu teoride tanrının rolü nedir?" sorusuna karşılık "öyle bir varsayıma gerek duymadım" cevabıyla yeni bir dönemi başlattı. Bu tanrıtanımazlığı prensip edinen yeni bir bilimsel anlayış çağıydı. Aristo nun evreninde göklerin hareketi için tanrı zorunluydu, çünkü hareket için hareket ettirici şarttı. Fakat şimdi Newton un birinci yasası bu hükmü kaldırdı. Hareket için hareket ettirici şart değildir artık. Hareket maddenin doğasında vardır. Aristo evrenin nihayeti olmak zorundaydı. Çünkü yıldızlar küresi dünyanın etrafında dönüyordu. Ama Kopernik in evreninde güneş merkez oldu. Böylece yıldızlar bir küre üzerinde değil her yere dağılmış olabilirdi. Evren sadece zaman içinde sonsuz düşünülüyordu, şimdi evreni mekanda da sonsuz düşünmek mümkün oldu. Evren içindeki madde ve maddeyi hareket ettiren yasalar ezeldenberi hep var kabul edildi.

Newton baslangıç şartlarının ve hareket yasalarının belirleyicisi olarak Tanrıyı kabul etmiş ve imanını kuvvetlendirmişti. Ama aynı evren görüşü ve aynı bilgiler inanmak istemeyenlere firsat tanımıştı. Tanrısız bir evren düşüncesi, Thales le (m.ö. 600) başlayan İyonya lı bilginlerin oluşturmak istedikleri dünya görüşlerinin temel özelliğiydi. Bu eski yunan düsüncesi Batı bilim anlayışı olarak yeniden ortaya çıktı.

Hume ve Kant ın kritiklerinden sonra Batı bilimi metafiziği bütünüyle reddetti. Bu batı bilim anlayışını daha da daralttı. Böylece deneyle ve gözlemle ıspatlanamayan olaylar ve olgular bilimin konusunun dışına itildiler. Bu da ispatlanamayan, dogrulanamayan şeylerle uğraşmanın anlamsız olduğunu ifade eden pozitivizm anlayışını doğurdu. Tanrı ve ahiret inancı rasyonel olarak ispatlanabilir, deney ve gözlemle doğrulanabilir olmadıkları için bilimsel anlayışla bağdaşmaz duruma düştü. Sonuçta inancı da boşlanan insan, artık mekanik yasaların oyuncağı ve evren içinde hiç bir özelliği ve değeri olmayan bir makine konumuna indirildi.

1800 lü yılların sonunda batı dünya görüşü değişik türde bilimsel gelişmelere sahne oldu. Boltzmann termodinamiğin ikinci yasasını keşfetti. Böylece evrenin ezeldenberi işleyen bir makine olmasının imkansız olduğu ortaya çıktı. Çünkü evren bir ısı ölümüne doğru hareket etmekteydi. Öte yanda kuantum mekaniği ve Einstein ın genel relativite teorisi de evrenin bir başlangıcı ve bir sonu olabilecegini doğruladı. Evrenin bir başlangıcı ve bir sonu olabileceği fikri bir çok bilim adamını yüzyılı aşkın zamandır rahatsız etmektedir. Çünkü bu gibi fikirler bir yaratıcının olduğunu hatıra getirir.

Öte yandan bilim felsefesindeki gelişmeler de pozitivizmi yıktı. Günümüzün bilim felsefecilerinden Popper evrensel hükümlerin yanı sıra bilimsel teorilerinde doğrulanmasının ve ıspatlanmasının imkansız olduğunu gösterdi. Ona göre bilimin ilerlemesi öne sürülen her yeni teorinin yanlışlanabilir olmasına ama yanlışlanmamasına bağlıdır. Popper in fikirlerine itiraz edenler ise bir teorinin yanlışlanamaması onun doğru olduğunu değil sadece yanlışlanamadığını gösterir deyip doğruya ulaşmanın imkansız olduğu sonucuna vardılar. Böylece bilimde pozitivizm ve yanlışlamacılığın yanında pragmatizm, enstrümantalizm, natüralizm gibi daha bir çok "izmli" yaklaşımlar ortaya çıktı.

Yakın zamanda Kuhn yeni bir bilim anlayışını öne sürdü.Çok itirazlar almasına rağmen bir çok çevrenin de desteğini görmektedir.Kuhn a göre bilim objektif olamaz. Bilim belli bir paradigmaya hizmet etmek durumundadır. Paradigmalar zamanla eskiyip gözlemlerle çelisir duruma gelirler. Yeni bir paradigmanın kabulü sıkıntılı bir devrimle gerçekleşir. Kuhn a göre bilim devrimlerle ilerler.

 İlk dönem müslümanlarının kafalarında oluşturdukları dünya görüşü ve ona bağlı bilim anlayışı, bilimsel geleneğin avrupa ya ulaşmasından sonra da devam etti. Hiç bir zaman avrupa da olduğu gibi büyük değişikliklere uğramadı. Ancak zaman içinde müslümanların değer sistemleri değişti.Aliya İzzetbegoviç hırıstıyanlık dünyasındaki ve islam alemindeki değişmeleri tasvir ederken "Hırıstıyanlığın İslamlaşması" ve İslamın Hırıstıyanlaşması" tabirlerini yerinde kullanmıştır. Gerçekten o dönemde Hırıstıyanlıgın o eski uzlaşmaz tutumunu bırakıp insanın ruhsal ve manevi değerleri yanında maddi ve dünyevi değerlerini de bir derece kabule yanaştığını görüyoruz. Halbuki islam aleminde manevi değerler baskın olmaya başlamıştır. Tasavvuf ve mistisizmin daha ön plana çıktığı islam düşüncesi tarihinde açıkça görülebilir. Seyyid Hüseyin Nasr ın ifadesiyle islam alimleri o dönemde dünya görüşünde dengeyi bulduklarını sanıyor ve kozmoz içinde tabiatla uyumlu bir hayatı tasvir etmeye çalışıyorlardı.

Modern bilim ve teknolojinin ürünü olarak ortaya çıkan batı dünya görüşü ile islam dünya görüşü karşılaştırılınca daha önce sözünü ettiğimiz taban tabana zıtlık bugün de karşımıza çıkmaktadır.

Maalesef yakın dönemde islam dünya görüşünün, yukarıdaki değerler sistemi karşısında etkisiz kaldığını görüyoruz. Bunun sebebi olarak islam aleminin bilim ve teknolojiyi ihmal etmesi, böylece maddi gücün Batılılara geçmesi, müslümanların yozlaşması, batıdaki gelişmelerin sonuçlarının tahmin edilememiş olması günümüzün başlıca tartışma konuları içindedir. Onsekizinci yüzyıldan itibaren batılı dünya görüşünden kaynaklanan emperyalist emellerden islam alemi de etkilenmeye başladı. Böylece, islam alemi bilim ve teknolojideki ihmalinin bedelini ödemekle karşı karşıya kaldı.

İçine düştükleri bu problemden kurtulma yollarını arayan bir çok islam mütefekkiri çıktı. Ama, islam dünya görüşünde yenilik arayan düşünürlerin önerdikleri çözümlerde anlaşmazlıklar vardı. Bilim ve teknolojiyi bütünüyle reddedenler olduğu kadar, çağdaş bilim ve teknolojiye ulaşabilmek için kendi kültür değerlerini feda etmeyi uygun görenler de bulunur. Bu tartışmalar günümüzde halen sürmektedir. Bu tartışmaların birçoklarında farkına varılmayan önemli bir problem mevcuttur. Bu da bilimsel bilgi, bilim anlayışı, dünya görüşü gibi kavramların birbirine karıştırılmasıdır. Bu nedenle böyle tartışmalar bazan ya yanlış bir sonuca ulaşır veya anlamsız bir kavgadan öteye geçemez. Din adına bilimi red etmek uygun değildir. Çünkü islam dünya görüşünün temeli imandır. Bilgisiz iman Kur an da istenen iman değildir. Tutarlı bir dünya görüşüne, sağlam bir imana ulaşmak mevcut bilgilerin mantıklı ve tutarlı yorumuyla mümkündür. Ancak bundan sonra bir kimse, on asırdan bu yana detayları ihmal edilmiş islam dünya görüşünün günümüzün bilgileriyle daha canlı, daha anlamlı, daha tutarlı olduğunu, gerçek anlamda anlamsızlığın, tutarsızlığın tanrıtanımaz batılı bilim anlayışında ve dünya görüşünde olduğunu görebilir.

Bu noktada önemli  bazı sorularla karşılaşmak mümkündür, örneğin: İslam dini bilimin her alanındaki gelişiminin önünü açık bırakıyor ama acaba bilimin gelişimini yönlendirmesi açısından, vahiyden mustakil olan akla ne kadar meydan veriyor? Din eğer bilimin gelişimini yönlendirir ise bunun manası nedir? İnsan hayatında ve gelişiminde aklın ve hissin rolü ne kadardır? Eğer aklın ve hissin insan hayatında ve gelişiminde bir belirleyiciliği yoksa, insanın hali hazırdaki buluduğu konumunu değiştirme ümidi söz konusu olabilirmi? İslam dininin insan hayatındaki yeri ve etkisi ne kadardır? Bilimin kapsam alanı ne kadardır? İnsanın bilimden beklentisi nedir ve ne olmalıdır? Din ve bilim arasında karşılıklı etkileşim var mıdır? Din ve bilim arasında ilişki var mıdır ve eğer varsa ne tür bir ilişkidir?

İslam dini, adalet ve zulüm kavramlarının insanların sosyal ve bireysel yaşantılarına girebildiği her alana nüfuz edebilir.İslam insanların ebedi saadeti için gerekli olan her alanda faaldir. Bireysel ilişkilerinde, sosyal ilişkilerinde, maddi ve manevi her hususta kontrolü ele almıştır.Bunun için kaynağı Kur’an,akıl ve Sünnet olan güçlü bir felsefe, usul ve fıkıh ilmine sahiptir.Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki; dinin bütün bu alanlar üzerindeki hakimiyetinin hedefi insanların akıl ve his eşliğinde, tevhide ve tekamüle doğru daha tutarlı bir şekilde hareket etmelerini sağlamaktır. Dinin bu hedefi aklın ve hissin (bilim ve teknoloji) alanını daraltma veya gelişimlerine engel olma olarak algılama tamamen yanlış anlamadan ibarettir.

 

İbrahim Kızılyer

 

 KAYNAKLAR

 

1)-Dr.Mehdi GULŞENİ - Fizik Felsefesi –Ferzan yayınları / Tahran

            ( Muasır fizik felsefecilerinin görüşleri üzerine yaptığı değerlendirmeler )

2)-Alirıza PİRUZMEND - Din ve Tecrübii Bilimler Arasındaki Mantıksal İlişki

         Emir Kebir yayınları / Tahran

3)- Dr.Taki Azad ERMEKİ – İbni Haldun Sosyolojisi

         Tibyan yayınları / Tahran

4)- Seyyid Hüseyin Nasır - Islam ve Ilim – İnsan Yayınları / İstanbul 1989

            Çev. İlhan Kutluer

 


[1] Maide/3

[2] Al-i İmran/19

[3] Sebé/28

[4] Nahl/89

[5] Usul-i Kafi (İmam Sadık A.S)

[6] Kasas/77

[7] Bakara/164

[8] Yunus/37

[9] Yusuf/111



Yeni yorum ekle