DİNİN KAYNAĞI (2)

Pt, 30/01/2017 - 14:19

Konuyla ilgili daha önceki sayıda yayınlanan makalede iki önemli teoriye değinilmişti. Bu iki teoriden birincisi Fransız filozof ve sosyolog August Comte tarafından ortaya konulmuştu.

DİNİN KAYNAĞI 2

Konuyla ilgili daha önceki sayıda yayınlanan makalede iki önemli teoriye değinilmişti. Bu iki teoriden birincisi Fransız filozof ve sosyolog August Comte tarafından ortaya konulmuştu. Comte nin dinin kökeni hakkında geliştirdiği görüşü anlayabilmek için öncelikle onun düşüncesinin temel ilkeleri ve çerçevesini açıklamak gerekecektir. Özetle Comte’nin dinin kaynağı hususundaki görüşü şuydu;

1- İnsan, doğadaki olguları açıklamak istemiştir. Ancak bilimsel gelişmişlikten yoksun olan insan dinsel açıklamalara yönelmiştir.

2- Üç aşama kuramına göre, insanın tarih sürecindeki rasyonel tekamülü ileriye dönük bir gelişmedir. İlk aşama teolojik, ikinci aşama felsefi ve son aşama pozitiv veya bilimselliktir.

3- Din paradoksu insanın rasyonel gelişimiyle dinin gerekliliğinden doğar, şöyle ki eğer dinin kökeni cehalet olsa beşerin gelişerek bilimsel aşama ulaşmasıyla dinin kaynağı sayılan neden ortadan kalkar ve artık doğal olarak dine gerek kalmaz. Ancak din toplumun sabit boyutuyla ilişkili olduğu için kaçınılmaz bir olgudur. Comte’nin önerdiği çözüm yolu ise şuydu; olgucu ve pozitiv toplumun dini kendisiyle uyum içinde olmalı ve bu da insanlık dinidir.

August Comte’nin öne sürdüğü teoriye yöneltiğimiz önceki eleştirilere şunları da eklemek mümkündür;

Comte dinin kökeninin cehalete dayandığına dair hiç bir kanıt göstermemiştir. Onun görüşünün dayanağı şu geçersiz varsayımdan ibarettir; insanlığın eski dinlerinin tutarlı ve mantıksal bir sebebe dayanmaları olanaksızdır, dolayısıyla insanın bilgisizliğinden doğmuşlardır. Bu varsayımın doğruluğu kanıtlanmış değildir.

Comte din ile bilimin birbirleriyle çelişkili olduğunu belirtmekte ve bunun sonucu olarak dinin cehaletten doğduğunu söyler. O der ki ilkel insanlar tabiatın ilkelerini açıklamak istediler ama gereken bilimsel araçlara sahip olmadıkları için bu olguları dinsel inançlar olarak açıkladılar. Dinsel açıklamaları bilimsel açıklamaların yerine koymak ve bilimsel kurallara yaklaşıldığı gibi dinsel açıklamalara yaklaşmak doğru değildir. Din sahası temelde bilim alanından ayrıdır. Bilim adamı bir olayı hem bilimsel ve hem de teolojik açıdan inceleyip açıklayabilir. Yani bilimsel kuralları kabul etmekle birlikte, Allah’ın iradesini de bu olgu üzerinde müessir görebilir. Bundan dolayı, bilimin konusu dinden ayrıdır.

Üç aşama kuramı iki merhalede söz konusu olabilir;

1- Bireysel yaşamın değişimi

2- Bilimin tarihi. Comte bireysel yaşamın değişimi hususunda şöyle der: "insanların düşüncesi er ve ya geç bu üç aşamadan geçecektir." Söz konusu kuramın bireysel yaşamın değişim zemininde geçerliliği olanaksızdır, çünkü bir çok insan bilimsel aşamadan dinsel aşamaya geçmiştir. Yani bütün insanların yaşadıkları değişim ve gelişimler Comte’nin üç aşama kuramının sıralamasına göre meydana gelmemiş ve o sıralamaya tabii olmamıştır.

Dahası bu üç aşamanın arasında çelişki ve uyuşmazlık yoktur. Bazı insanların bilimsel aşamada olduğu halde yektaperestlikte kalmaları hatta bir çok bilim adamının putpereslikten çıkmaması az görünen bir vakıa değildir. Dolaysıla Comte’nin üç aşama kuramında vurguladığı sıralama ve tertip bir taraftan yeterli kanıtlara dayanmazken ve öte taraftan gerçeğin de aksinedir.

İslam düşünürlerinden şehit Murtaza Mutahhari materyalizme eğilim nedenleri kitabında bu teoriye iki eleştiri yöneltmiştir; ilk eleştiriyi şöyle özetleye biliriz: zihnin üç aşamalı tekamülü kitlelerin nezdinde doğru olabilir, şöyle ki insanlar bir dönemde cin gibi duyulara görünmeyen varlıkları bir olayın nedeni hastalık gibi bilmişlerdir. Başka bir dönemde doğaya hakim olan düzenin farkına vararak hastalığın nedenini diğer nedenlerden ayırmış ve tabiatın yarattığı bazı etkilerin hastalığa sebep teşkil ettiğini bilmişlerdir. Bir başka dönemde ise, insanlar nesnelerin bizzat birbirleriyle ilişkilerini bilimsel deneyler yoluyla bulmuşlardır. Bu da yeni ortaya çıkmış bir şey değildir. Çağımızda olduğu gibi geçen çağlarda da olmuştur. Ancak çağdaş dönemde insanın nesneleri tanıma, aralarındaki ilişkileri bulmaya yönelik eğilimi daha güçlü olmuştur, insan düşüncesini bu şekilde dönemlere ayırmak doğru bir değerlendirme değildir. Eğer insan düşüncesini dönemlere ayıracak olsak kitlelerin düşüncesi yerine düşünürlerin fikirlerini ölçü alarak dönemlere ayırmamız gerekir. Buradan yola çıkarak anlıyoruz ki Comte’nin yaptığı ayırım baştan sona yalnıştır. İnsan düşüncesi ki her dönemin mütefekkirleri onun temsilcisidir hiç bir zaman bu tür dönemleri yaşamamıştır. ikinci eleştiri daha önceki yazıda Comte nin teorisine yöneltiğimiz üç eleştirinin ikincisiyle aynı olduğundan tekrarına gerek yoktur.

İnsan bilgisini tarihi bakımdan üç aşama kuramını esas alarak eleştirmek mümkündür, ilkel insanlar arasında bilimin gelişmemiş olduğu ve doğayı bilimsel olarak açıklamaya kadir olmadıkları kuşkusuzdur. Ama şu soruyla karşı karşıya kalıyoruz: insan pozitiv aşamaya geldiğinde ilkel dinler felsefesi aradan gidiyormu? İnsanlık tarihi bunun tersini göstermektedir, bilimin zirveye çıktığı bir zamanda olduğumuz halde felsefe önceden daha çok ilgi kazanmıştır. Eğer batının bilimsel ve sanayi toplumlarına bir göz atsak göreceğiz ki bilimsel araştırmaların yanında çok derin felsefi incelemeler yapılmıştır. Her ne kadar 19. yüzyılda kısa bir dönem için Comte nin olgucu öğretileri canlanıp yeni bir biçimde boy göstermiş olsa da ancak kısa bir dönemden sonra felsefe ikinci kez kendine yeni bir konum yakalamıştır. Şu an pozitivist felsefe çökermiş bir felsefedir, ama bilim asrında başka felsefelerde meydana çıkmışlardır.

Bilim tarihi bazında üç aşamalı kurama yönelik eleştirileri çoğaltmak mümkündür. Anacak makalenin kapasitesini aşacağından burada noktalıyoruz.

Önceki yazıda açıklamaya çalıştığımız teorilerin ikincisini Emile Durkheim geliştirmişti. Onun, dinin kökeniyle ilgili ortaya koyduğu görüş kısaca şöyleydi: insanların tapındıkları tanrılar toplum tarafından bireyleri kontrol edebilmek amacıyla türetilen amaç rolünü taşıyan hayali varlıklardır. İnsanlar kendi bireysel gücünü aşan üstün bir varlığın huzuruna geldikleri zaman bu üstün varlık hakikatte toplumun yapısı ve doğasıdır. Toplum kendi bireyleri ve üyelerinin zihninde tanrısal nitelikler taşır. Onları tapınmaya tahrik eden kutsal nesne toplumun üyelerinin bağlılığına olan ihitiyacın yansımasıdır. Dolaysıyla tanrı doğa üstü bir varlık değildir, belki insanoğlu toplumsal yaşamını korumak için onu yaratmıştır.

Önceki yazıda bu teoriye yönelttiğimiz eleştirilerin yanısıra şunları eklemek de mümkündür;

Durkheim’in sunduğu teoriye göre, tanrıya inanmanın her şeyden daha fazla asalet ve doğruluk payı vardır. Zira tanrı kavramı eğer daha önce bireylerin zihninde olmamış olsaydı toplumun üyeleri de bu fikre mantıksal değer vermemiş olsaydı, toplum kendi amaçları doğrultusunda bu düşünceden suistifade ederek emirlerini ve bireyin özgürlüklerini kısıtlayan sınırları nasıl açıklayabilirdi? Demek ki semboller her zaman bir gerçeklik üzerine bina edilmiştir, ve bir gerçek olgudan kötü isitifade etmek onun doğruluğuna kanıttır. Mevlana’nın ifadesiyle gerçek olmazsa yalan olmaz, güneş olmazsa gölge olmaz.

Toplumun eğemen ve kahir gücünü hissetme insanlara özgü değil bellki eşit bir düzeyde toplumun tüm bireylerini mü min, mülhit, müşrik ve kuşkucu demeden kapsar. Hal böyleyken toplum kendi bekası için tanrı düşüncesini sadece inananların zihninde mi meydana getirmiştir? Niçin tüm bireyler bu deneyimi aynı ifadeyle dile getirmiyorlar? Neden sembolleştirme ve toplumun tanrıya dönüşme süreci yalnız bazı bireylerin zihninde gerçekleşiyor? Bu teorinin bu tür sorulara yanıt olacak bir açıklaması yoktur.

Bu teoride dinin kaynağıyla dindarlığın kaynağı aynı şey olduğu görünmektedir. Yani tanrının varlığını onun var olduğuna inanmaktan ayırma söz konusu yapılmamıştır. Bir başka deyimle, dini insanın kabul ya ret edişinden soyutlatarak kaynağı nedir? sorusunun yanıtı ile insan neden dine eğilim gösterir? Ve dindarlaşmasının kökeni nedir? Sorularının yanıtı aynı olamaz. İki ayrı soru iki ayrı yanıt ister. Bu ayrıma gidildiği takdirde Durkheim’in dindarlığın kökeniyle ilgili bakışını kabul ederek onun yanında tanrının var oluş gerçeğine inanmak mümkündür. Başka bir ifadeyle, dinsel inançların rasyonel oluşuyla dindarların inancının rasyonel olmayışı arasında fark vardır. İkincisinin akılsal olmayışından birincisinin akılsal olmadığı neticesi çıkmaz. Dolaysıyla Durkheim’in teorisi kabul edilse de dinsel inançların akılsal olmadığını göstermez, zira dinin kaynağı dindarlığın kaynağından ayrıdır. Kısacası, iki konuyla karşı karşıyayız. İlki "tanrı vardır" önermesini kanıtlayacak deliller varmıdır? sorusudur. İkincisi şudur: bu önermenin doğruluğuna inananların inancı o kanıtlara mı dayalıdır? Durkheim’e göre dindarların inançları rasyonel delillere değil  toplumsal temellere dayanır. Toplumsal temeller kanıtsal işlev görerek bireylerin zihninde inancın doğuşuna neden olmuştur. Bu görüş doğrulandığı takdirde dindarların inancının tutarlılığını yitirir. Ama "tanrı vardır" önermesinin kanıtsız olduğunu göstermez.

Dinin kayanğıyla ortaya atılan görüşlerin daha iyi anlaşılması için bir kaç meseleye değinmek gerekir. Aslında ele alınacak olan bu konulara bir önceki yazıda değinilmiş olsaydı daha yerinde olurdu. Çünkü o yazının daha iyi analşılmasına yardımcı olurdu. Şimdi bu konulara bakalım.

DİNİN KAYNAĞININ ANLAMLARI

Dinin kökeni nedir? sorusunun ayırt edilmesi gereken manaları vardır. Bu sorunun anlamları mübhem kaldığı sürece verilen yanıtlar ibham içinde kalacak ve yalnış anlaşılmalara yol açacaktır. Böyle bir durumla karşılaşmamak için bu sorunun manalarını titizlikle aydınlığa kavuşturmak gerklidir. Dinin kaynağı nedir? derken aklımıza en az üç anlam gelebilir:

1- Dinin ortaya çıkış nedeni

2- Dine eğilim nedeni (dindarlık dürtüsü)

3- Dinin gerekliliği (dindarlığın zorunluğu)

Birinci anlam, dini tanımlanırken ortaya çıkar, bu manada dinin kökenini sormak gerçekte insanların dini kabül etemsini ve ya red etmesini görmeksizin din olgusunun açıklanmasını sorgulamaktır. Bu sorunun hipotezi din ve dinsel konuların gerçek varlığıdır. İkinci anlam, din gerçekleşme aşamasındayken meydana çıkar. Bu anlam itibariyle dinin kaynağını sormak halkı dine eğilimli kılan sebepleri ve etkenleri sormak demektir. Bu anlamda sorumuzun varsayımı dinin ruhsal ve ya toplumsal bir biçimde kabul edilişidir. Bu sorunun yanıtı da psiklojik ve ya sosyolojik bir yanıt olabilir.

Üçünçü anlama gelince, dindarlığın akılsal yada ahlaki boyutuna yöneliktir. Bu boyut konu edilirken dindarlığın faydaları ve dinsizliğin zararları incelenmeye alınarak halkı dini tanımaya ve kabul etmeye çağırmanın ön zeminini oluşturur. Bu manayı taşıyan sorumuz dindarlığın akılsal oluşuna ve dinsel konulara inanmanın ahlaksal bir bakışla yönelmesine bir sorudur.

Başka bir ifadeyle, birinci soruda din insanların eğiliminden bağımsız ve objektif bir biçimde yani insanların ruhsal yapılarından ayrı ve toplumdan bağımsız olarak tartışma konusu yapılmaktadır. Bu anlamda dinin kayanğı nedir? Allah ve semavi vahiy midir? yoksa şeytan ve sihir midir? Benzeri sorular zihne geldiğinde dini objektif bir olgu şeklinde ele almakta ve kökenlerini açıklamaktadır. Dini yoksulları sömürmek ve sefilleştirmek için güçlülerin uydurduğunu söyleyen marksist teori aslında zikr edilen manada bu soruya bir yanıtır. Bu anlamıyla bu soru bilimsel veya felsefi veya tarihsel bir inceleme konusu olabilir. Onu yanıtlarken gereken uyumluluğu gözeterek bilimsel, felsefi ve tarihi yöntemden yararlanmak gerekir. Bu nedenle öne sürülen teorileri çürütürken tarihsel kanıtlara baş vurulabilinir. Örneğin peyamberlerin sürekli yoksul tabakadan çıkması zalimler ve sömürücülerle savaş ve direniş içinde olduklarını göstererek marksist teori iptal edilir.

İkinci soruda ise dindarlığın nedeni söz konusudur. Yani dindarlar neden dindardır? Ve onları dine sürükleyen etken nedir? Bu inceleme din felsefesine konu edilen bir diğer soruyla eş anlamlıdır. İkinci sorunun aksine bu soruda dinsizliğin kökeni veya ataizme eğilim nedenleri araştırmaya tabii tutulur. Bu mana itibariyle-önceki manada olduğu gibi- yine dine nesnel bir olgu olarak yaklaşmaktayız. Ancak bu afaki (objektiv) olgu birinci sorudaki afaki olgudan farklıdır. Zira dindarlık dinin kendisi değildir. Böyle olduğu için dinin ortaya çıkış nedeni kabul ediliş nedeninden ayrı olabilir.

Dinin toplum ve ya bireylerin ruhundaki varlığı toplumsal ve ya ruhsal bir nedeni gerektirir. Yani dinsel yaşantıyı teminat altına alan ve bekasını sağlayan toplumsal bir ihtiyactır, aynı şekilde bireylerin dindarlığına canlılık veren, gelişmesini sağlayan bireysel ihityactır. Bu sorunun yanıtıyla ilgili çeşitli teorileri incelerken bu konuya dikkat etmek çok önemlidir. Çünkü önem verilmez ve görmezlikten gelindiğinde iddia iyi anlaşılmayacaktır ve çekişen iki taraf bir konu etrafında tartışmamış olacaktır. Bir sosyolog sosyolojik bakışıyla dine baktığında dinin doğuşunu, batışını, yükselişini ve gerileyişini diğer toplumsal kurumlar gibi topluluğun ihtiyacına bağlı görür. Bundan ötürü eğer günün birinde başka bir kurum bu ihtiyacı sağlayabilse ve dine karşı bir alternatif olarak ortaya çıkarsa dine yer bırakmayacaktır. Aynı şekilde psikologlar din psikolojisi alanında yaptıkları araştırmaların konusu ruhsal bir olgudur. Bu olgunun varlığı ve yokluğu, büyümesi ve küçülmesi tamamıyla ihtiyaç duygusuna bağlıdır. Değindiğimiiz bu iki konu kuşkusuz filozoflar ve kelamcıların araştırmaya aldıkları din olgusuyla farklıdır. Şöyle ki psikolojik açıdan korkuyu ya da sosyolojik açıdan yoksulluk gibi bir etkeni dindarlığın dürtüsü (ikinci sorunun yanıtı) olarak belirtiğimiz zaman bunun dinin kökeni vahiydir (birinci sorunun yanıtı) diyen görüşle hiç bir çelişki yoktur.

Üçüncü soruda değersel bir hüküm ispatlanarak insanın dini tanımasını ve ona eğilim göstermesinin ön zeminini oluşturmaktır. Bu soruda dindarlık olgusunun gerçekleşmeden önceki haliyle karşı karşıyayız ve onun nasıl pratikleştirileceğini öğrenme peşindeyiz. Ama ikinci soruda gerçekleştikten sonra bu olguyla yüzyüze gelmekteyiz. Ve nasıl açıklanacağını bilmek istemekteyiz. Üçüncü soruda dindarlık sabit varsayılmış değilken ikinci soruda bu varsayım, soru sormanın hipotezi olmuştur. Yani ikinci soruda bazı insanların dindar olduklarını kabul ederek dindar olmalarının kökenini bulma ve açıklama niyetindeyiz. Üçüncü soruda ise insanlar nasıl dindar edilir? Dahada önemlisi dindarlığın makbul ve makul olup olmadığını bilme azmindeyiz.

Değindiğimiz üç soru ayrı ayrı yanıtlar gerektirdiği için ve bu soruları bir konuda işlemek yalnışlıklara sebebiyyet vereceğinden ayrı ayrı konularda ele almak gerekir. Ancak üç konudan birini incelerken diğer iki konuda geçen açıklamlardan yararlanmak mümkündür. Örneğin dindar olmanın nedenlerini bulduğumuzda hangi güdülere vurgu yapmak gerektiğini anlayabiliriz. Maddi ve dünyevi amaç ve güdülerden dolayı dine yönelme, dinin aslı ve esasıyla uyuşmadığını sanmamak gerek. Zira bu mesele dini metinlerde kabul edilmiştir. Yani insanın hem dünyevi hem de uhrevi isteklerine kavuşması için dinin Allah tarafından geldiğini ifade eden ayet ve hadisler herkes tarafından bilinmektedir. Ancak konumuzla daha yakınlık arz eden İmam Ali’nin bir sözüne değineceğim. İmam Ali ibadet hakkında şöyle buyurmakta: “ibadet üç kısımdır; kölelerin ibadeti, tacirlerin ibadeti ve hürlerin ibadeti” ibadet bütün dinlerde var olan ve dinin özünü oluşturan temellerden biridir. Bu hadisten anlaşıldığı gibi ibadet olgusu üç nedene dayanır: 1- cehennem korkusu (köle ibadeti)

2- Cennet arzusu (tacir ibadeti

3- Özgür olma (hür ibadeti).

İslamın insanları terbiye etme ve kemalin nihai derecesine hidayet etme yöntemi gerçeklik ve olabilirlik ilkesi gereğince insanlardan hemen ilk adımda mükemmel olmayı ve eksiksiz olmayı beklemez. Çünkü olmayacak bir şeyi beklemek hikmetle örtüşmez. İnsanlar kamil olarak değil belki mükemmel insana dönüşebilecek potansiyel olarak doğar. Eğer bu yetenek yumağı olan çekirdek uygun toprak, su ve havası olan bir bahçivanın bahçesine düşerse mana alemini simgeleyen semaya doğru büyüyecektir. Aksi takdirde çekirdek olarak kalır. İmam Ali yukarıda ki hadiste ibadet çeşitlerini sıralarken birinin Allah katında geçerli olduğunu diğer ikisinin geçersiz olduğunu söylememektedir. Belki ilk iki ibadet türünün ideal olan üçünçü ibadet tarzının uzantısında olduğunu ve mutaâli olana varmak için ister istemez insanın bazı aşamalardan geçmesinin kaçınılmaz olduğunu belirtmektedir. Dinin tebliğiyle pratik yaşama dönüşmesi arasında vazgeçilmez bir bağ söz konusudur. Dini tebliğ ederken dinin semeresi olmayan ve ona yabancı kalan olgulara vurgu yapılamaz. Çünkü birey, dine yönelmesini sağlayan ihtiyacını din vesilesiyle elde edemeyeceğini anladığında dinden yüz çevirecektir. Öyleyse dini tebliğ etme noktasında yalnız dinin beyan edilmesi, pratikleşme noktasında dinle ilşkisi ispatlanmış güdülere vurgu yapılabilir.

DİNİN KAYNAĞINI SORGULAMANIN AMACI

Üçüncü anlamda dininin kökenini sormak yani dindar olmak gereklimidir? Sorusu dini tanımak ve kabullenmek isteyen her insan için söz konusudur. Çünkü dini tanımak ve dindar olmak insandan ileri gelen iradi bir davranıştır, ve her iradi davranış gibi bir hedefin oluşuna dayanır. Ancak kelami kitapların yazılmasıyla birlikte bu soru ilmi bir konu olarak gündem edilmiştir. Çünkü doğal olarak kelamcıların kelami araştırmaların başında ele aldığı konulardan biri, kelam ilminin yararı ve gerekliliğidir. Bu konuyu açıklamak içinde dindar olmanın gerekliliğini ve dini tanımanın zorunluluğunu ispatlamak gerekir. İnsanı tanımanın gerekliliği, nübüvvet ve imametin gerekliliği, Allah, peyamber ve imamın tanınmasının gerekli olduğuna yönelik öne sürülen kelami görüşler tümüyle bu konu hakkındadır. Fakat birinci ve ikinci anlamda dinin kökeni nedir sorusu üçüncü sorunun sahip olduğu tarihsel geçmişe veya birikime sahip değildir. Aslında bu ilk kez 19. yüzyılda psikoloji ve sosyoloji gibi bilimlerin kenarında yeşermiş, yeni bir konudur. Oradan da din felsefesine girmiştir. Bu meseleyi ele alanlar ataistler ve kuşkucular olmuştur. Dindarlar ise cevap vermek zorunda kalmış ve bu meseleyi ele almaktan başka çare bulamamıştır. Bu konuyla ilgili geleneksel kelami ve felsefi eserlerde her hangi bir şeyin bulunmayışı bundan olsa gerek. Çünkü geçmiş asırlarda böyle bir soru islami çevrelerde ortaya atılmamıştır.

DİNİN BİLİMSEL İNCELENMESİNİN TENKİDİ

Din, toplumsal ve ruhsal gibi çeşitil boyutlara sahip olan karmaşık bir olgudur. Dini bilimsel incelemek ne anlama gelmektedir? Psikolok ve sosyologların her biri kendi bölümüyle ilgili boyutu analiz eder ve açıklamaya çalışır. Örneğin bir psikolog dinin değişik ruhsal fonksiyonlarıyla uğraşır. Bir sosyolog kurumların ve toplumsal değişimlerin din ile olan ilşkisinin üzerinde durur.

Dinin her bir boyutu insani bilimlerin biriyle irtibatlıdır. Her dalın uzmanı kendi bilim dalının kapsamında din olgusunun analizini yapabilir ve dinin toplumsal ve ruhsal etkilerini inceleyebilir. Fakat iki konuya dikkat edilmesi gerekiyor:

Hiç bir bilim tanrının varlığıyla mukabele etmeye kalkışamaz. çünkü tanrının varlığı deneysel bilimlerin alanına girmeyen felsefi ve kelami bir konudur. Bilim adamları tanrınının varlığnı tartışırken kendi bilim dalının kapsamından çıkmaktadırlar. Aslında teorilerine felsefi hipotezler katarak yaptıkları arştırmalar da dinin temellerini inkar etme sonucuna gelmekteler. Tanrının varlığı bu tür felsefi hipotezlerle çelişmektedir, yoksa bilimsel incelemenin kendisiyle bir çelişkisi yoktur. Görülen o’dur ki bu bilginler din olgusuyla ilgili baştan beri doğru olmayan bir varsayıma sahiplerdir. Onlar salt bilimsel olgularla dini açıklamak gerektiğini farz etmişlerdir. Böyle bir hipotezin kendisi bilimsel bir ilke değildir, belki ispatlanması gereken felsefi bir hipotezdir. Bu varsayımın yanında başka felsefi varsayımları da görüşlerinde yer vermekteler.

Her bilim dalının uzmanı sadece olguları nitelendirerek kendi alanından çıkmazsızın onların analizini yapar. Örneğin psikolog bastırılmış duygular veya korku gibi ruhsal olguları inceleyerek analizini yapabilir. Bu olguların nerden kaynaklandğını, insanın yaşamında ve ruhunda nasıl bir etkisi olduğunu açıklayabilir. Din psikoloğu ise din olgusunun güdüler, kompleksler, neşe ve korkuya benzer psikolojik konularda bıraktığı etkiyi inceler. Fakat bastırlmış duygular yada doğadan korkmanın dinin kaynağı olduğuna nasıl varılabilir? Bu gibi olguları nitelemekle, alınan sonuç arasında mantıksal bir bağ yoktur. Bazı sosyologlar şöyle demiştir: toplumsal etkenler bir takım özel inançların ortaya çıkışına neden olmuştur. Hemen ardından dinin kökeni için bir takım özel toplumsal etkenler olması gerekir sonucunu almışlardır. Özel bir kısım inançların doğuşuna sebep olan bazı toplumsal etkenlerden yola çıkarak dinin kaynağı tanrı değil toplumsal etkenler olduğu sonucunu nasıl çıkarabiliriz? Bilimsel yöntemin fonksiyonu olan nitelendirme aşamasını geçerek tanrının varlığı hakkında görüş belirtmek, bir tür yanıltmadır. Mantıksal bir tutum içinde konuya bakarsak bazı boş ve batıl şeylerin özel olan inançlara neden oluşu hareketle dinin kaynağının batıl bir şeyden ibaret olduğu neticesini almamız mümkün değildir. Kısacası dinin bilimsel yöntemle incelenmesini savunanların öne sürdüğü gibi bu yöntem salt bilimsel ve deneye dayalı değildir. Belki söz konusu yöntemin içinde felsefi ve deneysel olmayan temeller ve hipotezler vardır. Bundan dolayı bu yönteme dayalı teoriler eleştirilerin hedefi haline gelmiştir. Bilimsel yöntem hiç bir zaman nitelendirme aşamasından hareketle dinin kökeniyle ilgili bir teoriye ulaşamaz.

DİNİN KAYANĞIYLA İLGİLİ TEORİLERİN AYRIMI

Bu konuyla ilgili ortaya atılan teorileri ataist ve teist adları altına iki genel guruba ayıra biliriz. Ataist teorilerin temel özelliği dinin doğa üstü bir kökene dayanmadığını vurgulamakta ve dini salt psikolojik ya sosyolojik temeller üzerine açıklamaktır. Bu yönüyle ataist (ilhadi) görüşleri iki guruba ayırmak mümkündür:

Sosyolojik teoriler: bu teorilere göre, din toplumsal bir olgudur ve bireyin dindarlığı toplumsal kaynaklardan beslenmektedir. Diğer bir deyimle bazı nedenlerden dolayı toplumun kendisi bireylerinin dindar olmasına sebep olmasıdır. Toplum bazı ihtiyacları dinsel kavramlar biçiminde bireylere yansıtmaktadır.

Psikolojik teoriler: bu teorilere göre ise din bireysel bir olgudur ve onun kökenini bireylerin içindeki korku ve bastırılmış iç güdüler gibi nesnelerde aramak gerekir. Fakat iç güdülerin bastırılması toplum tarafından gerçekleşse de ancak psikolojik teorilerde bastırılmış iç güdülerin ruhsal etkileri insanlarda dinsel inançların ortaya çıkışına neden olmaktadır. Bu teoriler duygusal ve akılsal diye iki gruba ayrılır;

a) Dinin kökenini insanın duygusunda arayan teorilerdir.

b) Dinin kökenini insanın akılsal yönünde arayan teorilerdir.

Ataist teorilerin önemli iki özelliği vardır; birinci grup evrimcilerdir; yani dinler için yalın bir hal göz önünde tutarak onu ruhsal ve toplumsal bir etken temelinde açıklar ve gelişmiş dinleri de sade ve yalın dinin gelişmiş biçimi bilirler. Örneğin bazıları totemizmi dinin en yalın hali bilmektedir. Bunun için ataist teorilere evrimci teoriler de söylenmektedir. İkinci grup teoriler ise, tanrının yokluğunu bir hipotez olarak bilmektedir. Tanrının yokluğuna dair hiç bir kanıtları olmadığı halde psikolojik ve ya sosylojik açıklamayla dini inkar etmeye çalışmaktalar, fakat işin gerçeğine bakılırsa doğru olmayan bir varsayım üzerinden din için asılsız ve boş bir köken bulma gayreti içindeler.

Teist veya ilahi teoriler ise “dinin kaynağı Allah’dır” varsayımına dayanmaktadırlar. Ancak bu varsayım kanıtsız kabul edilmiş bir hipotez değildir. Bu varsayımın kanıtları Allah’ın varlığını ispatlamak konusunda ele alındığı için genel olarak dinin kayanğı konusunda işlenmez. İlahi teorilerin dindarlık konusunda bir açıklama yapmaları gerekir. Din bireylerin inançlarının dışında kalan bir olgu değildir. Din maddi bir olgu değildir ki inançsız ve dindarlık olmadan var olsun. Bunun için ilahi teorilerin dindarlıkla ilgili bir açıklama yapmaları kaçınılmazdır. Yani insanların neden dindar olduklarını aydınlatmaları gerekir.

Bir kaç yazıda dinin kaynağıyla ilgili bütün teorileri ele almak olanaksızdır. Bu ancak bir kitap şeklinde yapılabilir. Bir sonraki yazıda Allah’ın izniyle bu konuyla igili bir kaç önemli teoriyle kısa bir şekilde aşına olacağız. Bunun yanında ilk yazıda konuyla ilgili özet olarak ele aldığımız kuran’ın ilahi bakışını biraz daha açarak dinin beşeri değil ilahi oluşunu savunmak için islami ekollerin seçtiği yolları ele alacağız. Selam ve duayla

 

Nurullah Akpınar

Kaynakça

1. Alir Rıza KAİMİNİYA-Dinin kayanağına giriş-Maarif yayınları\Kum

2. Abulkasım FENAİİ-Din felsefesi ve yeni kelama giriş-işrak yayınlari\Tahran

3. Ayetullah CEVADİ AMOLİ- Dini tanıma-İsra yayinları\Kum

4. Prof.Dr.Mehmet S.AYDIN- Din felsefesi-İzmir ilahiyat Fk.vakfı yaynları\İzmir



Yeni yorum ekle