Din ve Toplum

Pt, 30/01/2017 - 13:43

Tarih ve toplum yaklaşımları, düşünce ekollerinin dünyayı yorumlayış şekillerini yansıtır. Bundan dolayıdır ki müslümanlar da kendi tarih ve toplum yorumlarını belirgin bir şekilde açıklığa kavuşturup ona göre hareket etmelidirler

 Din ve Toplum

Giriş

Tarih ve toplum yaklaşımları, düşünce ekollerinin dünyayı yorumlayış şekillerini yansıtır. Bundan dolayıdır ki müslümanlar da kendi tarih ve toplum yorumlarını belirgin bir şekilde açıklığa kavuşturup ona göre hareket etmelidirler.

Fakat başlangıçta şunu vurgulamakta yarar var; Mutahhari’nin de özenle üzerinde durduğu gibi İslam ne sadece bir toplum kuramı ve ne de bir tarih felsefesidir. Ve İslami öğretimin temel kaynağı olan Kur’an’ın hiç bir yerinde herhangi bir toplumsal ya da tarihsel olay açıklanırken, tarih felsefesenin ya da sosyolojinin teknik terimleri kullanılmamıştır. Aynı şekilde; ahlaki, hukuki, felsefi herhangi bir problem, ne çağdışı kavramlarla ne de bilimin geleneksel sınıflandırma kalıplarında ele alınmıştır.

Önemine binaen bu konular dikkatlice araştırılıp, incelenmelidir ve diğer branşlarda kullanılan duyarlılık burada da gösterilmelidir.

Toplum hakkında akla gelen muhtemel konulardan bazıları şunlardır:

Toplum nedir?

İnsanın toplumsal bir varlık oluşu neye dayanır? Tabiattan, çaresizlikten ya da seçmeden mı kaynaklanıyor?

Birey mi toplumu önceler, toplum mu bireyi... Başka bir yaklaşım da mümkün mü?

Toplumun birey üzerindeki etkisi.

Bireyin toplum üzerindeki etkisi.

Farklılıkların toplumsal hayatın üzerindeki etkileri.

Toplumsal Kurumlar (Aile – Din – Siyaset – Ekonomi – Eğitim)

Toplumsal Kurumların birbirleriyle olan ilişkileri.

Toplumsal değişim

Toplumsal kurumlarda değişim

İslam devletinin sınırları ne ile belirlenir?

İdeal Toplum

Bu ve buna benzer konuların islami bakış açısıyla incelenmesi ve yorumlanması gerekir. Bunların herbiri tek başına bir kaç araştırma gerekmektedir. Bu bölümde bu konuları genel bir şekilde açıklayıp, gelecek sayılarda ise herbirini detaylı bir şekile ele alacağız.

Toplum nedir?

Köklü kurallar, özgün işleyişler, gelenek-görenekler ve kollektiv toplumsal varoluş sayesinde kenetlenerek bir arada yaşayan insan gurupları toplumları meydana getirirler. İnsanlar yaşayışları itibariyle toplumsal varlıklardır. Bir yandan insani ihtiyaçlar, tatminler, faydalar ve etkinlikler toplumsal bir temel taşırken ve toplumsal işleyiş, iş bölümü, kar ve ihtiyaçlar bölüşümü olmaksızın ayakta duramazken; diğer yandan özgün düşünceler, idealler, karekteristikler insanları yönlendirmektedir. Toplum; ihtiyaçların zorlaması sonucunda bir yığın inanç, ideal ve arzunun etrafında birbirine kenetlenmiş insan guruplarının temsilcisidir. Bu bütünleşme aynı gemide yolculuk edip, aynı hedefe ulaşmaya çalışan aynı ümidi ya da korkuyu paylaşan -aynı kaderi paylaşan-  insanlar arasındaki bütünleşme gibidir.[1]

İnsanın toplumsal bir varlık oluşu neye dayanır?

Toplumsal hayatı şekillendiren etkenlerin neler olduğu sorusu çok eski zamanlardan beri sorulagelmiştir ve problemle ilgili üç farklı teori ortaya çıkmıştır:

İnsan toplumsal bir varlıktır.

Dış zorlamalarla toplumsallık kazanmıştır.

Kendi özgür istemiyle toplumsallaşmıştır.

Birinci teoriye göre insan ‘bir toplum içinde yaşama’ içgüdüsü ile ve bütünün bir parçası olarak doğmuş ve doğası gereği bütüne varma eğilimindedir. Bu teoride asıl olan, bireyin iç doğasıdır ve toplumsallaşmak, insanların doğaları gereği elde etmek istedikleri genel ve evrensel bir hedeftir.

İkinci teoriye göre insan sosyal bir varlık olarak yaratılmamış, harici zorlamalar ve belirlemeler onu kollektif hayata sürüklemiştir. Bu teoride asıl olan, bireyin dışında olmasına rağmen, bireyin bağımlı olduğu şeydir. Bu görüşe göre; toplumsallaşmak hiç bir zaman birincil hale gelmeyen, rastlantılara bağlı olan bir görünümdür.

Üçüncü teoriye göre asıl olan ise, bireyin entellektüel ve çıkarcı yetenekleridir ve toplumsallaşmak, insanın akletme yeteneğinin ürünüdür.

Kur’an ayetlerinde ise, toplumsallaşma sürecinin insan fıtratına yerleştirildiği ve yaratılışında varolduğu bildirilmiştir. Bu olay Hucurat süresinde şöyle ifade edilmiştir:

«Ey İnsanlar, biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız takvaca üstün olanınızdır.»[2]

Bu ayette insanın toplumsal var oluş felsefesine ilişkin göndermeler vardır. Yani insan milletlere ve kabilelere bağlılığı ile bilinen ve gruplar/kabileler/milletler halinde yaşayan bir varlık olarak yaratılmıştır. O halde milletlere ya da kabilelere bağlanmanın doğal hedefi ve felsefesi insanların değişikliği dolayısı ile birbirlerini tanımalarıdır. Bireysel farklılıklar ve tanışma eylemi toplumsal hayatın vazgeçilemez şartıdır. Bunun aksi yani, bu tür farklılıkları gurur ve ayrıcalık nedeni olarak kabul etmek mümkün değildir. Çünkü İslam’da üstünlük takva iledir. İnsanlar kendilerine bahşedilen imkanlar ve beceriler açısından birbirinin aynı olarak yaratılmamışlardır. Eğer böyle yaratılmamış olsaydılar yani, herkes aynı özelliklere sahip olsaydı -bunun doğal sonucu olarak- kimsenin kimseye ihtiyacı kalmaz ve karşılıklı olarak yerine getirilen sorumluluklar anlamsız hale gelirdi. Özel kabiliyetleri sayesinde insanlardan bazıları diğerlerine üstün kılınmış, böylece insanlar doğuştan birbirlerine muhtaç hale gelmiş ve birliktelikler kurmaya başlamışlardır. Bu da kollektif ve toplumsal hayata geçiş sürecini kolaylaştırmıştır.

Toplumun bağımsız bir varlılığının olup olmadığı problemi

Mutahhari bireyle toplum arasındaki sentezin ne olduğu ve birey ve toplum arasındaki ilişkinin niteliği ile ilişkin dört farklı yaklaşımdan söz etmektedir:

Birinci Yaklaşım

Toplum bireylerden meydana gelmiştir. Bu bileşim gerçekliği doğrulanmayan bir varsayımdır. Çünkü gerçek bileşim, elementlerin etki-tepki zinciriyle meydana gelir ve bu etkileşim, kimyasal tepkimelerde olduğu gibi, yeni bir fenomene zemin hazırlar. Örneğin oksijen ve hidrojenin tepkimesi sonucunda, su meydana gelir. Gerçek bir bileşimin şartı, bileşimi meydana getiren elementlerin, bu süreç içerisinde kendilerine özgü özellikleri kaybedip yeni bir bileşim meydana getirmeleridir.

Toplumsal hayatta ise insanlar hiç bir zaman böylesine bütünleşemezler. Bu yaklaşıma göre, toplumun asli ve bağımsız bir varlığı yoktur. O, ancak ikincil ve farazi bir fenomendir.

İkinci Yaklaşım

Bu kuramda toplum yapay bir bileşim olarak kabul edilir fakat doğal bileşim yerine  de geçebilir. Yapay bileşim makine ile onu meydana getiren parçaların bileşimi gibidir. Mekanik bir bileşimde, parçalar arasında zorunlu bir düzenlilik ve uygunluk vardır. Yapay bileşimlerde elemanlar karakteristiklerini korurlar ve ayrıldıklarında da bağımsızlıklarını sürdürürler. Toplum da bunun gibi bir çok birincil ve ikincil derecedeki kurum ve kuruluşların birleşiminden oluşmuştur.Bu oluşumda bireyler ve kurumlar birbirleriyle sıkı bir bağlantı içindedirler. Öyle ki bu kurumların herhangi birindeki kültürel, dini, ekonomik, siyasal veya eğitsel-öğretisel değişiklikler, diğer kurumların tamamını anında etkisi altına alır. Toplumsal hayat da, toplumsal kurumlara bağlı bir fenomendir. Fakat ne bireysel özellikler, ne de kurumsal özellikler, bütün içerisinde tamamen çözülerek bir arada bulunmazlar.

Üçüncü Yaklaşım

Bu yaklaşıma göre toplum doğal bir bileşim kadar gerçek bir bileşimdir. Fakat bu bileşim fiziksel ya da yapısal olmayıp kültüreldir yani duyguların, düşüncelerin, arzu ve isteklerin bileşimidir. Maddi elementlerin bir tepkime sırasında kimliklerini kaybederek yeni bir oluşuma zemin hazırladığı gibi, bireyler de kendi doğuştan yetenekleriyle ve kültürel kazanımları sonucunda edindikleri bilgilerle topluma girerler ve toplumsal ruh olarak adlandırılan iç bütünsel kimliğe kavuşmak için düşünsel bir kaynaşma durumuna gelirler. Burada bireyler karşılıklı etkileşimlerle yeni bir form ve kimlik kazanırlar fakat bireyler hiç bir zaman toplumda eriyerek bir bütün halini alamazlar yani bu bileşim tüm bireylerin kaynaştığı fiziksel varlığı oluşturamaz.

Dördüncü Yaklaşım

Toplum, doğal bileşimlerden daha üst seviyede gerçek bir bileşimdir. Doğal bileşimlerde bileşimi meydana getiren öğeler, bileşimi oluşturmadan önce kendi bireyselliklerine ve kimliklerine sahiptirler. Tepkime sürecinde bunları kaybederek yeni bir özün oluşmasına zemin hazırlarlar. Bununla beraber insan, toplum öncesi var oluşunda hiç bir şekilde bireyselliğe sahip değildir. Sadece toplumsal ruhu içine alabilme yetisine sahip olan boş bir kap gibidir. Bu görüşe göre, eğer insan toplumsal ruhu kazanmak suretiyle topluma girmezse, hiç bir zaman bireyselliğini tamamlayamaz ve birey psikolojisine sahip olamaz.

Kur’an’i Yaklaşım

Toplumla ilgili problemde Kur’an -kısmi olarak- üçüncü yaklaşımı benimser gibidir. Çünkü Kur’an ümmetler (toplumlar) için fertlerden ayrı bir varlık, yaşama süresi, kitap bilinç, kavrama yeteneği, eylem, ibadet ve itaatsizlik kabul etmiştir.

Nitekim yüce Allah aşağıdaki ayetlerde şöyle buyuruyor: “Her ümmet için bir ecel (belirlenmiş bir süre) vardır. Ecelleri gelince, ne bir an gecikebilirler ve ne öne geçebilirler.” (Araf, 34) “Her ümmet kendi kitabına çağrılır.” (Casiye, 28) “İşte böyle, biz her ümmete yaptıklarını süslü (çekici) gösterdik.” (En’am, 38) “Onlardan aşırılığa kaçmayan (mutedil) bir ümmet (toplum var).” (Maide, 66) “Kitap ehlinden bir topluluk var ki, gece vaktinde ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar.” (Al-i İmran, 113) “Her ümmet kendi peygamberini yakalamaya yeltendi. Hakkı batıl ile yok etmek için batıla dayanarak mücadele ettiler. Ben de onları yakalayıverdim. Benim cezalandırmam nasıl olurmuş (görsünler)!” (Gafir, 5) “Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında adaletle hüküm verilir.” (Yunus, 47)[3]

Ayrıca Kur’an’da bireylerin davranışlarını topluma mal etme ya da yaptığı hataların kendinden sonraki kuşaklara geçme olasılığından da bahsedilmektedir.(ör.: Bakara, 79, Al-İmran, 112). Bu gibi durumlarda insanlar aynı kollektif düşünceye, aynı kollektif iradeye, bir başka deyişle aynı toplumsal ruha sahiptirler. Örneğin Semud kıssasında, Salih peygamberin devesinin kesilmesini tek bir kişi gerçekleştirdiği halde, suç tüm ümmete mal edilmiştir ve tüm ümmet bundan sorumlu tutulmuştur. Sonuçta bu topluluğun tamamı, böyle bir suç işlediğinden dolayı cezaya çarptırılmışlardır. Çünkü tek kişi bu eylemi gerçekleştirirken onlar buna göz yummuş ya da desteklemişlerdir.[4]

Toplum ve toplumsal kurallar

Eğer toplum gerçek bir varlığa sahipse doğal olarak kendine özgü kanunları vardır. Toplumun doğası hakkındaki birinci kuramı kabullenerek, toplumun gerçek bir varlığı olduğu yadsırsak; zorunlu olarak toplumu yönlendiren kuralların yokluğu olacaktır. Eğer toplumun yapay ve mekanik bir bileşim olduğu şeklindeki ikinci kuramı benimsersek; toplumun yaşayan organizmalar ve hayata ait özel ve ayırt edici özellikleri olmayan  çeşitli kısımları arasındaki nedensel ve mekanik ilişkilerle sınırlanmış bulunan kurallar tarafından yönlendirildiği de kabul etmeliyiz. Eğer üçüncü yaklaşımı benimsersek; ilk etapta, toplumun bireyden bağımsız olarak kendi kendine var olduğu /olabileceğini ve kollektif hayatın bireylerin özlerine işlemiş olduğunu kabullenmemiz gerekir. İkinci etapta ise, toplumu oluşturan bireylerin organik bir yapı oluşturmak için kendi bağımsız kimliklerini kaybedeceğini, fakat, aynı zamanda bireyin göreli bağımsızlığının koruma altında olduğunu, çünkü, bireysel özün kollektif hayatta tamamen yok olmayacağını da bilmemiz gerekir. Bu temel üzerine insanı; psikolojik ve sosyolojik yasalar yönetir. Fakat dördüncü kurama göre insanı yöneten/yönlendiren yalnızca bir yasadan söz edilebilir. Toplumsal yasalar.

Kur’an’da kullanılan ortak kader ve toplumsal akıbet gibi kavramlar, toplumları yönlendiren  mutlak, belirli kuralların bulunduğuna işaret etmektedir. Kur’an; kişiliği, karakteri, gücü, hayatı, ölümü, bilinçliliği, itaatı ve isyanı topluma yüklemesine rağmen bireylerin toplumsal yasalara karşı çıkma ihtimalini de açıklıkla kabul etmektedir. Ve bu güce  “fıtratullah” adını vermektedir. Kur’an öğretisi baştan başa insanın sorumluluğu kavramı üzerine kurulmuştur. İnsan kendisinden ve toplumdan sorumludur. “İyiliği emredip kötüllükten sakındırma ilkesi bireyin bu sorumluluğunu canlı tutar ve ona toplumsal bozulmalara karşı başkaldırma ruhu verir. Yine bu ilke; toplumu kargaşadan, düzensizlikten ve çöküntüden kurtarmak için insanlara, Kur’an tarafından verilen davranış kalıbıdır.

Kur’an’ı Kerim’de toplumsal sünnetler

İslam düşünce sistemine göre insan toplumu, Allah ın yarattığı diğer varlıklar gibi, belli kanunlar ve sünnetler çerçevesinde hayatını sürdürür. Bu sünnet ve kanunların tanınmasıyla müslüman toplumlar salah ve hayrı, fesat ve sapmadan daha kolay ayırdedebilir, toplumsal hayatta arzuladıkları yüce İslami hedeflere ulaşabilirler.

Kur’an’da zikredilen bazı toplumsal sünnetler şunlardır: 

1-Topluma kanunun hakim oluşu.

2-İhtiyar (erkinlik) sünneti ve insanın sorumluluğu.

3-Ümmetlerin ortaya çıkış ve yokoluşları sünneti.

4-Resullerin gönderiliş sünneti.

5-İlahî hidayet ve ilahi dalalet sünneti.

6-Hakkın batıla zaferi sünneti.

7-Cezalandırma sünneti.

8-Mühlet verme sünneti.

9-İmtihan ve deneme sünneti.

10-İbret alma sünneti.

Topluma Kanunun Hakim Oluşu

Toplumbilimde incelenen konulardan biri, toplumlarda kanun ve kuralın varlığı çevresindedir. Toplumbilimcilerden küçük bir grup, toplumsal kanunları inkar ederler veya toplumsal kanunların varlığını kabul etseler bile bunu dakik bilimsel kanunlar türünden saymazlar. Toplumbilimcilerin büyük çoğunluğu ise toplumsal kanunlara inanmaktadır. Ancak toplumsal kanunlar hakkında anlayış ve görüş farklılıkları vardır.

İslam, toplumsal kanunların varlığına inanır. Bu konuda çok sayıda ayet ve hadis mevcuttur. Ayrıca akli deliller de, toplumsal hayatta kanunun varlığına hükmeder. İslami metinlerde tarihsel ve toplumsal kanunları açıklamak için "sünnet" kelimesi kullanılmıştır. Kur an-ı Kerim de ilahi sünnetlerden bir kısmı "sünnet" kelimesiyle belirtilirken bazı ayetlerde bu kelime kullanılmamasına rağmen yine de ilahi sünnetler açıklanmaktadır.

İlahi sünnetlerden olan toplumsal sünnetlerin özellikleri şunlardan ibarettir:

1- Genellik: Bu sünnetler genel, kapsamlı ve yaygındır.

2- Değişmezlik: Toplumsal sünnetlerin değişmesi ve başka bir duruma girmesi mümkün değildir.

3- İlahi olma: Toplumsal kanunlar "sünnetullah"dır.

4- İnsanların özgür ve muhtar (erkin) oluşu: İlahi sünnetlerin varlığı, cebrin (zorlama) olması ve ihtiyarın (erkinlik) ortadan kalkması anlamında değildir.

5- Toplumsal oluşu: Bu sünnetlerin uygulanma ve hayata geçiş sahası toplumdur.

6- Bu dünyaya ait oluşu: Toplumsal sünnetler bu dünyayla ilgili ve dünya hayatına aittir.

7- Maslahatın ön planda oluşu: İlahi sünnetlerden biri olan toplumsal sünnetlerin hedefi evreni maslahat, barış ve iyiliğe doğru yönlendirmektir.

İhtiyar (erkinlik) Sünneti ve İnsanın Sorumluluğu

Toplumsal hayatta ilahi sünnetlerin varlığı konusunun, zihinlerde bazı şüphelere yol açması, insanın seçme hakkı olmayan, cebre teslim olmaya mahkum bir varlık olduğu düşüncesini oluşturması mümkündür. Ancak bu şüphenin temelsizliği ve ihtiyar ve cebir düşüncesinin insan hayatındaki yerinin aydınlığa kavuşması doğrultusunda İslam düşünürleri geniş inceleme ve bahisler yapmışlardır. Özellikle filozoflar ve mütekellimler bu alanda ayrıntılı ve birbirinden farklı görüşler ortaya koymuşlardır. İhtiyar ve cebir konusunda Ehl-i Beyt mektebinin yani İmamiye nin gürüşü, "Emr-i beyn-el emreyn" yani ikisinin arası orta bir görüştür. Toplumsal sünnetlerle bağlantılı olarak yukarıda sözü geçen şüphenin cevaplandırılması amacıyla şu kadarını belirtelim ki, insan toplumsal hayatı karşısında muhtar (erkin) ve sorumludur. İlahi bir sünnet olan bu hususun açıklığa kavuşması için birkaç ayeti kısaca inceliyelim:

1- «Bir millet kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.»[5]

Bu ayet-i kerimeye göre toplumlar ve ümmetlerde meydana gelen her türlü değişiklik o toplumların kendi durumlarında oluşan değişikliğe bağlıdır. Toplumların hayatında gözlenen mutluluk ve mutsuzluk, nimet ve cezalandırma, kurtuluş ve yokoluş gibi durumların oluşmasına o halkların kendileri ortam hazırlarlar.

2- «İnsanların elleriyle kazandıkları (günahlar) yüzünden, karada ve denizde fesat çıktı.»[6]

Toplumlarda ortaya çıkan bozgunluk, perişanlık ve çöküşlere toplum fertlerinin davranışları yol açmaktadır.

3- Konuyla ilgili ilahi sünnetlerden biri Allah (c.c) tarafından her ümmet veya topluma resullerin gönderilmesidir. Allah Tebarek ve Teala, toplumları hidayet etmesi, doğru yola sevketmesi, saadetlerini temin etmesi için her ümmete peygamber göndermiştir. Peygamberin gönderilişinden sonra halktan bir bölümü hidayete erer, bir grup ise dalalet ve sapıklık yolunda yürümeyi tercih eder. Allah Teala halkın hidayete, doğru yola ve saadete erişmesine ortam hazırlar. Hüccet ve kesin delil gösterildikten sonra insanlar hidayet ve dalalet yolundan birini seçmek konusunda serbesttir:

«Andolsun biz her ümmete Allah a kulluk edin, tağuttan kaçının diye bir elçi gönderdik. İçlerinde Allah ın doğru yola sevkettiği de var, sapıklıkta kalmayı hakkedeni de..»[7]

Örnek olarak kısaca incelediğimiz bu ayetlerden de anlaşıldığı üzere insanlar kendi hayatlarında hiç bir şekilde mecbur bırakılmamış bilakis, bir nevi erkinlik ve seçme serbestliğine sahiptirler ve kendilerini ilgilendiren davranışlarından sorumludurlar. İlahi sünnetlerin varlığı, cebri kanun ve kuralların toplum ve fertler üzerine hakimiyeti anlamında değildir. İnsanların ilahi sünnetlere aykırı davranma serbestliğine sahip olmadıkları ve tamamen bu sünnetlere uymaya, itaat etmeye zorunlu oldukları düşüncesi burada geçerli değildir. İnsan, ilahi sünnetlere uyabileceği gibi yine ilahi sünnetlere aykırı davranarak geçici olan nefsani heva ve heveslerine uyabilir.

Ümmetlerin Ortaya Çıkış ve Yok Oluşları Sünneti

İlahi sünnetlerden biri de her ümmetin belli ve kesin bir alın yazısı ve ömrü olduğuyla ilgilidir. Allah Teala, her ümmet ve her toplum için bir zaman devresi tayin buyurmuştur. Bu zaman tamamlanınca ortadan kalkacak, yok olacaktır. İlahi sünnetlere göre ümmetler ortaya çıktıktan sonra tevhid, şirk, küfür ve benzeri dönemler geçirir, değişikliklere uğrar ve bir süre sonra yok  olurlar.

«Her ümmetin  bir süresi vardır. Süreleri gelince (onlar), ne bir an ertelenir ve ne de öne alınır, (tam vaktinde batıp giderler)»[8]

«Hiç bir şehir yoktur ki, biz o şehri, kıyametten önce yok edip yerle bir etmeyelim, yahut şiddetli bir azaba uğratmıyalım. Bu, kitapta yazılmıştır, (takdir edilmiştir)»[9]

Bu sünnet, İslam ın, tarih olayları ve gelişmeleri konusundaki görüşünü ortaya koymakla birlikte tarih devri (Cyclic) hakkındaki teoriyi de tasdik etmektedir. İlahi sünnetlere göre, ümmetler ve milletler ortaya çıkar, çeşitli devrelerden geçer ve nihayet yok olup giderler. Ancak sonunda öyle bir toplum ortaya çıkacaktır ki, o toplum, adaletle dolup taşacak, hakiki eşitlik sağlanacak, insanın kemal ve yüce değerlere doğru erişmesine ortam hazırlanmış olacaktır. 

Resullerin Gönderilişi Sünneti

İlahi sünnetlerden birisi de Allah ın (c.c) her ümmet veya toplum arasında bir peygamber görevlendirme sünnetidir; bu peygamber aracılığıyla, onları hak dine ve doğru yola hidayet etmeği, dalalet ve sapıklıktan kurtarmayı irade etmiştir. Sonuçta bir grup Hakk ın davetini kabul ederek hidayet olur, bir grup ise sapıklık yolunu seçerek doğru yoldan uzaklaşır. Bu gelişme bütün ümmetler ve bütün toplumlar için geçerli olup; belli bir topluma mahsus değildir. Bu sünnetin uygulanışı, Allah ın kulları üzerindeki hüccetini ve delilini tamamlaması içindir; bu sünnet esas alınarak: "Yeryüzü hiç bir zaman hüccetsiz olmaz" denilmektedir. Allah ın emriyle daima halkı hakka doğru hidayet edecek, onları sapıklıklardan kurtaracak hidayet edici bir peygamber veya diğer bir masum vardır.

Bu ilahi sünnete rağmen ümmetler ve toplumlar içinde daima hakka uymayan, tuğyan ve taşkınlık eden kişiler ve gruplar olagelmiştir. Bu olgu, insanın davranışlarında bir tür özgürlük ve ihtiyara (erkinliğe) sahip olduğunu, Allah Tebarek ve Teala nın, kullarını ihtiyar ve özgürlükten mahrum bırakmadığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu ise gerçekte Allah Teala nın kullarına bahşettiği bir nevi lütuf ve inayetidir. Resuller göndermesi ve taşkınlık eden toplumları yok edip cezalandırmadan önce hüccetini tamamlaması ve delillerini göstermesi O nun bitmez tükenmez lütuflarındandır.

«...Her toplumun bir yol göstericisi vardır.»[10]

«Bizim helak ettiğimiz her ülkenin mutlaka uyarıcıları vardı.»[11]

Hidayet Sünneti ve İlahi Dalalet

Yol veya hedefi insanlara göstermek anlamına gelen hidayet, ilahi sünnetlerden olup Allah ın (c.c) kullarına yönelik sınırsız ihsan, lütuf ve iyiliklerinin işaretidir. Allah Teala nın hidayeti genel anlamda bütün varlıkları kapsamına alır. Halbuki özel anlamda hidayet, bütün insanları değil de bilakis, sadece kulları  içine alır.

Hidayetin karşısında dalalet yer almaktadır. Dalalet, insanın kemale ve yüceliğe erişmesi için Allah Teala nın kendisi için belirlemiş olduğu yol ve hedeften başka bir yol ve hedefe doğru yönelmesi anlamındadır. Bu başka yol, gerçekte insanın nefsin ve şeytanın isteklerine uyarak, hidayete sırt çevirmesinden ibarettir.

Hidayet ve dalaletin her birinin birtakım bölüm ve dereceleri vardır ve bu konuyla ilgili Kur an-ı Kerim de yer alan ayetler ve müfessirlerin görüşleri dikkate alınacak olursa her biri hakkında çeşitli sınıflandırmalara gidilmiş, dereceleri beyan edilmiş olduğu görülür.

Kur an ayetlerinde açıklanan hidayet vesileleri şunlardan ibarettir: "Kur an-ı Kerim", "peygamberler", "İlahi ayetler", "İlahi deneme ve imtihan", "geçmiş ümmetlerin yaşayış şekli", "misaller" ve "kalb açıklığı".

İlahi hidayet ve dalaletin her biri, insan hayatında önemli değişikliklere sebep olur ve bu etkilenme fert ve toplumun mutluluk ve mutsuzluğunda kendini gösterir.

Hakkın Batıla Zaferi Sünneti

Allah Tebarek ve Teala, hakkın batıla galip gelmesi ve batılın yok olup ortadan kaybolmasını irade etmiştir. ve bu irade ilahi bir sünnetdir. Allah (c.c), bitmez-tükenmez ve sınırsız ihsanları itibariyle yaratıklarının, kullarının tümünü merhametiyle lütuflandırır, onlardan maddi nimetlerini esirgemez. Ancak kullar nimetleri görmezlikten gelerek nankörlük edip, nimeti nıkmete (ilahi cezaya), hayırı şerre çevirerek batılın temsilciliğine koyuldukları durumda, ilahi sünnetler uygulanacak ve hak batıla galip gelecektir. Kafir ve zalim ümmet ve toplumların helak olması, mümin ve müttaki toplum ve ümmetlerin zafere ulaşmaları bu sünnetin açık bir delilidir:

«Allah (levh-ı Mahfuz da) yazdı, takdir etti ki andolsun, ben ve peygamberlerim üst geleceğiz; şüphe yok ki Allah pek kuvvetlidir, üstündür.»[12]

Tarih boyunca geçici de olsa bazen hak ve hak yanlıları azınlıkta kalır ve batıl hakka galip gelir. Allah (c.c) Kur an-ı Kerim de bu sünnetle ilgili olarak şöyle buyurur: " O günler; öyle günler ki, onları biz insanlar arasında çevirip dururuz" Ancak bu durum hiç bir şekilde hakkın gerçekten yenilgisi ve batılın zaferi anlamına gelmez. Çünkü sünnetullah bunun aksini ifade ediyor. Hakla batılı karşı karşıya getirmesi de sünnetullahtandır ve Allah (c.c) daima nihaî zaferi hakka nasip eder. İlginç olan şu ki, hakla batılın çatışması aniden başlar, hakkın zaferinden, batılın ortadan kaybolmasından artık umutların kesildiği bir sırada sünnetullah tahakkuk eder, hakla batıl arasında kızışan mücadelede aniden hakkı muzaffer kılar ve batılı yokeder:

«Eğer size (Uhud da) bir yara dokundu ise, o topluluğa da (Bedir de) ağır bir yara dokunmuştu. O günler, öyle günler ki onları insanlar arasında  nöbetle döndürür dururuz (kâh bir kavme, kâh ötekine galibiyet veririz; bazen bir topluma iyi veya kötü günler gösteririz, bazen de ötekine). Bu, Allah inananları ortaya çıkarması (başka insanlar için) sizden şahidler edinmesi için (zamanı kah lehinize, kah aleyhinize çevirmekte)dir. Allah, zalimleri sevmez.»

«Ve (yine bu) inanları (günahlardan) temizlemesi ve kafirleri yok etmesi içindir (böyle günleri insanlar arasında çevirmektedir).»[13]

Allah’u Teala müminleri yeryüzünün mirasçıları kılacağını çeşitli ayetlerde va detmiştir:

«Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara va detti ki; onlardan önce gelip geçenleri nasıl yeryüzüne sâhip ve hakim kıldıysa onları da mutlaka yeryüzüne sâhip ve hâkim kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene erdirecektir. Onlar hep bana kulluk ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Ama kim(ler) bundan sonra da inkâr ederse işte onlar, yoldan çıkanlardır.»[14]

Bu ilahi va d  İmam Mehdi nin (Allah zuhurunu yakınlaştırsın) zuhuruyla gerçekleşecek ve salih amel işleyenler yeryüzünün hilafetine erişeceklerdir.

Cezalandırma Sünneti

Toplumsal sünnetlere ilişkin incelenebilecek ayrı bir ilahi sünnet de, kafirler, zalimler ve fesatçıların, ayrı bir ifadeyle İslam ın ilerlemesine karşı engel oluşturan, hakkın zaferine karşı çıkan tüm çevrelerin cezalandırılıp yok edilmesi sünnetidir.

Bu sünneti açıklayan ayetler aşağıda belirtildiği üzere dört bölümde incelenebilir.

Birinci grup: Bu gruptaki ayetler genel olup zalim ve kafir toplumların helak olmasına dair ilahi sünnetleri ifade ederler. Örnek olarak:

«Zulmeden nice şehirleri ve ülkeleri (halkı) zulmettiklerinden dolayı kırıp geçirdik, helak ettik ve onlardan sonra başka bir topluluk yarattık.»[15]

«Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince: Biz onları yavaş-yavaş hiç anlamıyacakları yerlerden helâkete yaklaştırır-dururuz.»[16]

Bu ayette başka bir ilahi sünnet daha beyan edilmekte. Bu istidrac ve derece artırma sünnetidir. Allah (c.c) kafirlere nimetlerini bir biri ardısıra vererek nimetlerin lezzetinden Allah ı zikretmekten gaflete düşmelerini irade eder ve onları böylece imtihana tabi tutar. Allah ı zikretmekten gaflete düşme, Allah ı unutma durumu onların kalb huzuru ve rahatlığını kaybetmelerine, içten içe muztarip olmalarına, kaygılanmalarına ve sonunda çetin bir azaba yakalanmalarına sebep olur.

İkinci grup: İlahi peygamberleri yalanlayan, onlarla mücadeleye girişen kavim ve toplumların helak olacaklarını açıklayan ayetlerdir:

«Nice şehirler var ki halkı, rablerinin ve onun peygamberlerinin emirlerine karşı gelmiştir de onları, çetin bir sürette hesaba çekmişizdir ve onları helak ederek azaplandırmışızdır.»

«... Fakat kendilerine uyarıcı gelince bunun onlara Hak tan uzaklaşmaktan başka bir katkısı olmadı. Yeryüzünde büyüklük taslamaklarını ve kötü tuzaklar kurmalarını artırdı. Kötü tuzak, ancak sahibini sarıp-kuşatır...»[17]

Bu ayette toplumsal sünnetlerle ilgili başka bir sünnetle karşılaşıyoruz ki, o da tuzak kurma sünnetidir. Şöyle ki, Allah (c.c) kalblerini dünya sevgisi, tutkunluğu, maddi şehvet ve güzelliklerle doldurur ve istidrac sünnetini onlar hakkında uygulamaya koyar.

Üçüncü grup: Bu gruptaki ayetler belli başlı kavimlerin helakiyle ilgili konuları beyan etmektedir. Bu bölümde bu kavimlerin uğradıkları keder ve acı sonuçlar sözkonusu edilmektedir ki onlar şunlardan ibarettir: Âd, Semud, İrem, Firavun, Lut, Beni İsrail.

Dördüncü grup: Bu gruptaki ayetler, enbiya ve ilahi dinlere muhalif olan kişi ve grupların durumlarını ve onların helak edilişlerini anlatır:

«Biz bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman onun varlıklılarına emrederiz. Orada bazgunluluk yaparlar (kötü arzularının peşinde koşarlar) böylece o ülkeye (azab edeceğimiz hakkındaki) söz (ümüz) hak olur, biz de orayı darmadağın ederiz.»[18]

Mühlet Verme Sünneti

Küfür ve şirk toplumlarının cezalandırılması ve yokedilmesiyle ilgili ilahi sünnetlerden biri onlara belli bir süre tanıma ve o süre bitiminden sonra onları helak etme konusudur. Ayrı bir ifadeyle, cezalandırmaya dair ilahî sünnet, zulüm, küfür ve şirkin toplumlarda yayılmasından hemen sonra gerçekleşmez. Allah (c.c) kendi iradesiyle onlara bir süre tanır, onları bu süre içerisinde imtihan eder, hücceti onlara tamamlar ve bu arada onlar dünya hayatlarında maddi nimetlerden yararlanmada aşırılık yaparlar ve bir nevi azaba düçar olurlar. Bu sünnet gerçekte ilahi lütuf ve ihsanların bir alametidir.

«Ama çok bağışlayan, esirgeyen Rabb in, eğer onları, yaptıklarıyla hemen cezalandıracak olsaydı, onlar için azâbı çabuklaştırırdı. Fakat onlar için vaadedilen bir zaman vardır ki, ondan (kaçıp) sığınacak bir yer bulamayacaklardır.»[19]

«Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince yavaş-yavaş hiç bilmiyecekleri yerlerden helâkete yaklaştıracağız. Onlara mühlet veriyorum, çünkü benim tuzağım çetindir.»[20] 

Kafirlerin Helakinden Sonra Onların Yerine Müminlerin Geçmesi Sünneti

 Hakkın batıla zaferi ve zalimlerle kafirlerin helak olup yok edilmelerinden sonra sıra müminlerin hakimiyetine, güç kazanmalarına gelir.

«Andolsun sizden önce gelip geçen nice toplulukları zulmettikleri ve peygamberleri kendilerine açık deliller getirdikleri halde inanmadıkları için helak etmişizdir. İşte suçlu topluluğu böyle cezalandırırız biz. Sonra onların ardından sizi yeryüzünde halifeler yaptık (onların yerine sizi hakim kıldık) ki nasıl davrandığınızı görelim.»[21]

İmtihan ve Deneme Sünneti

Öteki ilahi sünnetlerle tam bir ilişki içerisinde olan ve beşer hayatının önemli bir bölümünü oluşturan ilahi sünnetlerden biri de imtihandır. Allah (c.c), kullarını çeşitli merhalelerde imtihana çeker. Bu sünnet de öteki ilahi sünnetler gibi bütün insanlar için geçerli olup kafir ve müşrik toplumlar hakkında olduğu gibi, müvehhid ve mümin toplumlar üzerinde de uygulanır. Mümin, faziletlerinin (erdemlerinin) rezaletlerinden arınması, kafir ise amel ve davranışlarının aydınlığa çıkması için denemeye tutulur. Böylece said (kutlu) kişiler saadet ve mutluluğa kavuşur, şaki (günahtan çekinmeyen bedbaht) kişiler ise şakavet ve mutsuzluğa düçar olurlar. Müminlerin safında yer alan münafıklar da sınanarak amelleri ortaya çıkarılır ve kendilerine aşikar edilir ve sonuçta öteki ilahi sünnetler uygulamaya konulmuş olur; hakkın batıla zaferi, müşriklerin helaki, ortadan kaldırılmaları vb.

İşaret edildiği üzere bu sünnet, halkın fert fert davranış ve hareketlerinin ortaya çıkması, kendilerine aydınlanması için uygulanır ve sonuçta Allah (c.c) işledikleri amellerine göre onlara mükafat ve ceza verir:

«O hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek (ihlasınızı ölçmek) için ölümü ve hayâtı yarattı...»[22]

İmtihan sünneti genel olması itibariyle bütün toplumsal gruplar ve fertleri kapsamına alır. Buna göre, evliyaullah bile bundan müstesna değildir. Kur an-ı Kerim de bu hususla ilgili çok sayıda ayet mevcuttur. Bu ayetler, kafir ve müslüman kavimlerin yanısıra Hz. İbrahim (a.s), Hz. Davud (a.s) ve Hz. Süleyman ın (a.s) da imtihana tabi tutulduklarını beyan etmektedir.

İmtihan vesile ve yolları oldukça çoktur. İnsanlar bazen ilahi nimetlerle sınanırken bazen de Allah tarafından sıkıntıya sokularak ve cezalandırılarak denenirler. Kur an ayetlerine göre imtihan vesile ve sebepleri şöylece sıralanabilir:

Yeryüzündeki zinetler, ilahî kitaptaki hükümler, bela, sıkıntı ve müsibetler, rahatlık, hoşnutsuzluk, halkın ihtilafları konusunda hakemlik, dünyevi makamlara görünüşde de olsa erişmek, Rabbın fazl ve keremi, mücizeler ve olağanüstü olaylar, tağutun sultasından kurtulma, iyilikler ve kötülükler, fısk ve fücur ve itaatsizlik, resullerin gönderilişi, fitne çıkarma, azabın geciktirilmesi ve kafirlere mühlet tanınması, haramlar, yenilgi ve galibiyet, ihtilafın ortaya çıkması, korku, açlık, mal ve nüfus azlığı, mal ve can, maddi nimet ve vehimeler, şeytanın telkin ve sapıtmaları, evlatlar, ahit ve yemin, küfürle imanın savaşı, çeşitli halk grupları ve aralarındaki mertebe ve derece farklılığı. 

İbret Olma Sünneti

Geçmiş toplumların durumu ve uğradıkları kaderi beyan etmenin hedeflerinden biri günümüz ve gelecek toplumlarına ibret olmaktır. Bu da, ilahi bir sünnettir. Allah (c.c), sünnetlerini açıklarken her asrın halkının ondan öğüt almasını irade etmekte ve böylece onlara hüccetini tamamlamaktadır.

«Onlardan önce nice nesiller helak etmişiz ki, onların tutuşu bunlardan daha kuvvetliydi memleketleri delik-deşik etmişlerdi, her tarafı ellerine geçirmişlerdi. Fakat (azabımızdan) kaçacak yer mi var? Şüphe yok ki, bunda kalbi olan yahut şahit olarak (görerek) kulak veren kimse için ibret ve öğüt var elbette.»[23]

Kur an-ı Kerim de çok sayıda ayet, insanları yeryüzünde gezip dolaşmaya, geçmiş toplumların başına gelenleri, durumlarını incelemeye ve muşahade etmeye davet etmekle ve böylece ibret dersi almalarını, hakkı batıldan ayırtederek kendilerine gelmelerini, batıla yönelmekten kaçınmalarını, hatırlatmaktadır.

Sonuç olarak şu husus aydınlığa kavuşmaktadır ki, İslam a göre; toplumun belli başlı kanun ve sünnetleri vardır, bu kanun ve sünnetler değişime uğramayacağı gibi bütün ümmet ve toplumlar, tüm zaman ve mekanlar için geçerlidir.

İlahi sünnetlerle ilgili ilginç ve önemli bir nokta da şu ki, bu sünnetler birbirleriyle mükemmel bir irtibat ve uyum içindedirler, her biri diğerinin peşinden veya başka sünnetlerin uygulanışının sonucunda uygulanmaya koyulurlar.

Sosyal kurumlar[24]

Pek çok terimde olduğu gibi kurum da günlük dilde ve sosyolojide birbirinden çok farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Günlük dilde genellikle kurumsal bir işlevi yerine getiren “kuruluş”lara kurum denmektedir. Halbuki sosyolik açıdan kurum ne bir kişi, bir grup ve hatta ne de bir mekandır. Kültürün bir kısmıdır, insanların yaşam tarzlarının örüntüleşmiş bir parçasıdır. Bir başka deyişle çoğunluğun paylaştığı davranış örüntüleridir. Kurum, kültür normlarının yerleşmiş, belli ve sürekli tatmin yollarıdır. Diğer bir ifadeyle ihtiyaçları karşılama biçimleri veya metodlarıdır.[25] Bir toplumda temel sosyal kurumlar aile, ekonomi, din, eğitim, politika ve devlet şeklinde sıralanabilir.

Aile Kurumu

Aile toplumla ilgili en küçük bir sosyal birimdir. Bütün toplumlarda aile fert için hayat merkezidir. Ferdin içinde bulunduğu en önemli ve asli (primer) gruptur. Aile, üyeleri arasındaki ilişkilerden ve ilişkilerin yapılaşmasından doğan kurumlar olarak tanımlanabilir. Diğer bir tanımla, aile cinsler arası ilişkileri ve insan soyunun çoğalmasını kurallara bağlayan, istikrara kavuşturan ve standartlaştıran davranışlar sistemidir.[26]

Ailenin yapı ve fonksiyonları toplumsal değişmeye paralel olarak değişmektedir. Toplumlar geliştikçe ve özellikle sanayi devriminden sonra, aile bir çok görevini bürokratik örgütlere devretmiştir. Böylece geleneksel aileden çekirdek aileye geçişle birlikte ailenin üye sayısında azalma, fonksiyonlarında ve yapısında değişme olmuştur. Aile kurumunun bazı temel işlevleri şunlardır[27]:

Ailenin biyopsişik (ruhi)  işlevleri

Ekonomik işlev

Ailenin eğitim işlevi

Dini işlev

Boş zamanları değerlendirme işlevi

Ekonomi Kurumu 

Ekonomi, toplumların en temel işlevlerinden birisidir. İnsanoğlu aile kurumu ile soyunu devam etmekte; ekonomi ile bizzat kendi varlığını sürdürmektedir.

Ekonomi, insanın maddi ihtiyaçlarını karşılamak üzere emtianın üretimi, dağıtımı tüketimi ve hizmet faaliyetlerin tümü olarak ifade edildiğinde, “madde-insan” ilişkisine ait olay ve olguları kapsamaktadır.

Bütün toplumlar ekonomik kurumlara sahiptirler. Fakat ekonomik kurumların teşekkülü ve işleyişi kültürün ve toplumun organizasyon yoğunluğuna, mevcut kaynakların, teknoloji ve servetin dağılımına göre toplumdan topluma faklılık gösterir. Buna uygun olarak da ekonomik kalıplar arasında büyük farklılıklar doğar. Genelde karmaşık toplumlarda iptidai toplumlardan farklı olarak iş bölümünün durumuna göre ekonomik kurumların de çoğaldığını görmekteyiz.

İnsan iktısadi faaliyette bulunurken bir çok başka motiflerin etkisi altındadır ki bunların arasında gelenekler, grubun kuralları, ön yargıları, ahlaki değer ölçüleri, dini motifler sayılabilir[28]

Ekonomi kurumunun temel işlevi meta (mal-hizmet) üretimi, dağıtımı, mübadelesi ve tüketim ile ilgili işlemlerdir. Bunlar toplumlarda az-çok farklı biçimlerde gerçekleştirilebilir, ama temel görev aynı kalır.

Din Kurumu

Sosyologların çoğu dini de sosyal bir  kurum olarak diğer sosyal kurumların yanında  saymaktadırlar. Fakat dini yalnız insanın tanrı ile olan ilişki kurma ihtiyacını karşıladığı ve bunun dua ve ibadet gibi formlarla ifade edildiğini kabul etmek batı kültürününe uygun bir din anlayışını kabul etmek demektir.

Dinin tanımı ve kaynağı:

Sözlükte (Grekçe ve Latincede, Religion) bağlanma, korkma (Arapça’da) yargı, hesap anlamlarına gelen din, felsefe, sosyoloji ve din çevrelerinde çok farklı biçimlerde tanımlanmaya çalışılmıştır.

Batılı düşünürler özellikle Rönesans’tan beri, dini bir içkinliğe indirgeyerek onu insanın ya da toplumun doğasından (çoğu kere zaaflarından) türetmeye çalışmışlardır. Çoğu felsefi nitelikli olan (ki sosyologlar arasında bu noktadaki tartışmalar da felsefi bir içerik taşır) bu görüşler, açık ya da üstü örtük bir din karşıtlığını yansıtırlar. 19. yüzyılın materyalist ve daha sonraki salt pozitivist eğilimi, bu çabayı dini saf dışı bırakma noktasına kadar götürür. İlgisizlik ya da karşı tavır, bu sürecin genel doğasını belirler.

Bu çerçevede dini ferdin doğasından türetme çabalarından ilki ve en belirgini aydınlanma filozofu D. Hume’a aittir. Hume, dinin insanın korku ve ümitlerinden doğduğunu söylüyordu. Daha sonra bu çizgi 19. yüzyılın en tanınmış materyalist filozofu Feuerbach tarafından “insanın doğal güçler önündeki korkusunun fantastik bir yansıması (projeksiyonu)” olarak ifade edildi (yani din, doğal güçlerin üstesinden gelecek bir tanrı tasarımının uzantısı idi.).

Bilim alanında dini ferdin doğasına götürme girişimlerinin en popülerlerinden birisi Freud’a aittir. Freud dini ferdin bilinçaltı dünyasında tatmin olmamış duyguların (özellikle cinsel doyumsuzluğun bir tezahürü olarak tanımlıyordu. Bu açıklamaların ortak yönü dinin ne olduğundan çok, ne olması gerektiğiyle ilgiliydi. Sonuç olarak da din bir patolojik[29] bir ürün olarak çıkmış ve artık işin sonuna gelmiş olmalıydı.

Dinin toplumun doğasından türetmeye yönelik olan ve sosyolojik çerçevede daha ciddi sayılabilecek bir açıklama Durkheim’a aittir. O, bu konu üzerinde çok durmuş ve hatta müstakil bir eser (Din Hayatının İlk Şekilleri) bile yazmıştır.

Durkheim’a göre din, doğaüstü (veya Tanrı) ilkesiyle açıklanamaz. Çünkü (mesela) totemizmde bir doğaüstü olmadığı gibi Budizm ve Jainizmde de bir Tanrı fikri yoktur. Ona göre din “Kutsal şeylere bağlı inanç ve pratiklerin tutarlı bir sistemidir ki onu pratiğe döken insanlar bir cemaat (klise) oluştururlar.” Durkheim buradaki “kutsal” ile yasak edilmiş olup olmayanı anlar. Buna göre her dince değerli ve dokunulması istenmeyen (zaman mekan ve nesneler) vardır. Tabi buna karşılık bir de kutsal olmayanlar vardır.

Durkheim dinlerin kaynağı (veya kökeni) konusunda ruhu temel sayan animizmi (E. Tylor – H. Spencer) ve doğal güçleri çıkış noktası yapan naturizmi (Max Müller) reddettikten sonra onu toplumsal olana indirger. Ona göre dinin kaynağı toplumun kendisidir. Bir başka deyişle topluluk etkileşiminin doğurduğu heyecandır. Din tasarıları toplumun karakterini temsil eden birer sembolden, Tanrı fikri de topluluğun kişileşmesinden başka bir şey değildir. Bir başka deyişle, din toplumdan, toplum da kollektif bilinç olarak nitelendirilen ve aynı zamanda dini sayılan bir kutsallık alanından doğmuştur. Toplumu temsil eden totem onun en somut biçimidir, bir başka deyişle totem toplumun kendisidir.

Evrimci bir yaklaşımı izleyen Durkheim’a göre, dinin ilk biçimi totemizmdir ve daha sonra evrimleşme basamaklarına uygun olarak Tek Tanrılı dinlere doğru bir gelişme göstermiştir.

Durkheim’ın bu tanımı, genelde dinlerin aşkın bir yönünün bulunduğunu vurgulaması, ona dayalı inanç ve pratiklerden doğan bir sistem ve onun çevresinde oluşmuş bir cemaatın varlığını, vurgulaması bakımından olumlu bir yaklaşımı sergiliyor. Ancak tüm dinlerin kaynağını toplumsal içkinliğe götüren açıklama tam anlamıyla bir totolojidir. Çünkü sonuç bir sebeple açıklanırken sebep, geri dönüşü olarak ve sisteme hiçbir veri eklemeksizin sonuca geri döndürülmektedir.[30]

Hemen her türlü sosyal olguda olduğu gibi, toplumsal bilincin din alanını şekillendirdiği doğrudur. Ancak bu durum din olgusunun kaynağına açıklık getirmez. Durkheim’in açıklamasındaki önemli eksiklerden birisi aşkınlığın toplumsal içkinliğe indirgenmesidir. Kutsalın haram sayılışı (dokunulmazlığı) da gerçeğe uygun değildir. Mesela İslam’da domuz etinin haramlılığı kutsallığı ile ilgili değildir. O, aşkın dayanağı olan bir yasaktır. Domuz eti, emrin kaynağı değil, konusudur.

Din ile ilgili bir başka görüş Marx’ın dini toplumsal şartlardan biri olan ekonomiye (üretim ilişkilerine) bağlayan görüşüdür. Ancak temel niteliği itibariyle Durkheim’ınkinden farklı değildir. Buraya kadar yapılan açıklamalardan varılabilecek önemli sonuç, bunların hepsinin dini, kaynak itibariyle tanımlamaya çalıştıklarıdır. Halbuki bilinen bir gerçektir ki kaynak ve genetik sorunları öncelikle metafizikseldir ve bilim formunda açıklığa kavuşturulamazlar.

İslam’i görüşe göre din insanların hayatının bütün boyutlarına hitap eden  bir program ve sistemdir. İslam dini inanç, ahlak ve ibadetten yanı sıra hukukun çesitli kısımları olan siyasi, yargı, ceza, iktisadi, medeni ve uluslar arası hukukları da kapsamaktadır. Öyleyse dinin bütün sosyal kurumları içerip onlar üzerinde hakimiyeti söz konusudur.[31]

Demek ki kurumüstü sayıldığında yani belli olgular ağırlıklı nitelikleriyle “dini” kabul edildiğinde çok kapsayıcı bir kurum olur. Çünkü genel kültürel yapıyı oluşturan sosyal örüntüler dini değerlerle yakından ilgilidirler. Din insanların (maddi-manevi) çevresini bir algılama sistemidir.İnsana hazır bilgiler sunar; nerede ve konumda bulunduğunu işaretleyerek bir kimlik belirler.

Dinler kültürel yönden içinde doğdukları toplumlardan soyutlanamazlarsa da, dini olgu sırf toplumun ürünü sayılamaz. Din, toplumdaki büyü, bilim, teknik, vb.gibi yaklaşımlardan birisine indirgenemez. Mesela kutsal olan yalnızca rasyonel olanla açıklanamaz. Çünkü o, toplumüstü aşkın bir öze sahiptir. 

Dinin İşlevleri:

Din, temel kurumsal işlevlerin yerine getirilmesinde önemli rolü olan bir kurumdur. Yani genellikle dinin bütün önemli kurumların görevleri arasında sıkı bağlar vardır. Dine ve içinde bulunduğu toplumlara göre farklılıklar göstermekle birlikte din kurumu sadece aşkın nitelikli işlemlerin yerine getirilmesini değil sosyal ve siyasal hizmetleri de yerine getirmektedir. Bunun yanında da bazı kurumların görevini pekiştirici bir fonksiyonu da yerine getirmektedir. Mesela soyun sürdürülmesi ailesel bir işlevdir, ama din bunu değer boyutunda teşvik etmekte; ekonomik bir çalışmayı ibadet, öğrenmeyi manevi bir görev olarak vurgulamaktadır.

Din her şeyden önce insanın aşkın alanıyla bağ kurmasını sağlar. Din insanlara bir hayat programı sunar.

Dinin bir diğer sosyal işlevi değer hiyerarşisini sağlamış olmasıdır.

Dinin önemli toplumsal işlevlerinden bir diğeri kontrol ve denetleme mekanizması olmasıdır.

Ayrıca din genelde toplumsal birleştirici bir işleve sahiptir.

Siyaset kurumu

Siyaset, kamu düzenini sağlamak ve genel yönetimi gerçekleştirmek görevini yerine getiren bir temel kurumdur. Bu haliyle de insanlığın varlığıyla paralel bir olgudur. Temel bir kurum olarak siyaset, insanlığın başından beri potansiyel olarak, klan ve kabile hayatından itibaren de fiili olarak var olmalıdır. Yani aileden farklı ve aileler arası bir düzenin ortaya çıkmasıyla başlamış olmasıdır. İnsan toplumsal bir varlıktır. Öte yandan toplumsal yaşam kanunsuz olamaz. Zira, sosyal yaşamda zorunlu olarak bireyler arasında menfaat sürtüşmesi meydana gelir. Öte yandan insan bireyleri, kendi doğalarında bulunan kendini isteme ve kendi çıkarını düşünme içgüdüleri gereği olarak, her biri mümkün olduğu kadar kendi yararına gördüğü her şeyin en iyisine sahip olmak ister.Bu uğurda elinden gelen çabayı göstermekten kaçınmadığı gibi, önüne çıkacak engelleri aşmak ve isteğine en layıkıyla ve en kolay yoldan sahip olmak uğruna başkalarını da kullanmaktan, onların hak ve hukuklarına tecavüz etmekten çekinmez. Bu ise, toplumda kargaşa ve bozgunluğun meydana gelmesine ve sonuçta da toplumsal yaşantının yıkılmasına sebep olur. İşte bunun için insan aklı, toplumsal yaşantıyı düzenliyerek, bireylerin hak ve hürriyetlerini teminat altına alacak, zorbaların tecavüz ve sitemlerinin önüne geçecek kural ve kanunların ve bunları uygulayacak bir yönetimin var olaması gerktiğine hükmeder.

Devlet idaresi, siyasi meseleler, diğer toplumlar ve ülkelerle ilişkiler, birlikte yaşama ve uluslararası komşuluk ilişkileri, savaş, barış, yargı, ekonomi vb. insan kural ve prensıpleri Kur’an, hadis ve aklın ışığıyla bunların uygulanması ve hayata geçirilmesi halinde bütün bir insanlığın saadet dolu bir yaşama kavuşacağı kesindir.

Siyaset ile dinin ayrı mutalaa ve İslam’ın devlet ve siyasetten ayrılmasının imkansız olduğuna inanmaktayız.İslam, müslümanlara kendi idare ve yöntemlerini kendilerinin kurmasını ve İslam’ın yüce değerlerini bu devlet vasıtasıyla ihya edip, hayatın bütün boyutlarına geçirmesini ve İslam toplumunda, herkesin adaleti duyup, bizzat yaşayacağı şekilde bir eğitim ve öğretime tabi tutulmasını emreder: Allah’u teala şöyle buyurmaktadır:

«Ey iman edenler, adaleti tam uygulamaya koyulun, bizzat kendinizin, anne-babanızın ve yakınlarınızın aleyhine bile olsa, Allah için şehadette bulunun.»[32]

Eğitim Kurumu 

Eğitim sosyal temel kurumlardan birisidir ve genel olarak bireyin yaşadığı toplumda yeteneğini, tutumlarını ve olumlu değerdeki davranış biçimlerini geliştirdiği süreçler toplamıdır. Bir başka deyişle gayri resmi olarak evde ve genel kültür olarak çevrede, resmi olarak da toplumun karmaşık eğitimsel düzenlemelerinde gerçekleştirilen sistemli bir sosyalizasyon sürecidir.[33]

Eğitim kurumu en azından potansiyel olarak, her toplumda vardır, çünkü bireyin topluma kazandırılması ve dolayısıyla toplumun sürekliliğinin sağlanması temel bir işlevdir. Gerçekleştiriliş biçimi toplumlara göre değişebilir ama varlığı ve gereği değişmez. Onun için evrensel, önemli ve zorunlu bir kurumdur.

Büyük bir ihtimalle ilk formal eğitim, din kurumu tarafından gerçekleştirilmiştir. Çünkü eski Sümer ve Mısır uygarlıklarında tapınakların aynı zamanda birer eğitim kurumu görevi yerine getirdikleri bilinen bir gerçektir. Esasen dinin asıl işlevlerinden birisi eğitimdir. Yüzyıllar boyu toplumlar din tarafından eğitilip olgunlaştırılmışlardır.

Şüphesiz özellikle kurumsallaşmış bir eğitimin de din üzerindeki etkisi büyüktür. Dinin sistemli bir biçimde öğretilmesi eğitime bağlıdır. Bu etki bazen kendini daha illeri boyutlarda da gösterir, belli eğitimin yapılanmaları zaman içinde kendine has bir din anlayışını doğurur. Batıda skolastik zihniyet, İslam dünyasında Medrese, bu eğitimsel din anlayışına verilebilecek örneklerdir.

Dini rollerin  ve eylemlerin öğretilmesi, tutum ve davranış kazandırılması gibi işlevler, dini toplumda eğitim kurumunun en önemli görevleridir.

Eğitim ve öğretim İslam’da çok önemli bir konuma sahiptir. Nitekim yüce Allah Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

«Allah müminlere kendilerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı büyük bir lütufta bulundu. Bu peygamber onlara Allah’ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, onlara kitabı ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde idiler.»[34]

Bu konuda Resulullah (s.a.a.) şöyle buyuruyor: “İlim öğrenmek bütün müslüman erkek ve kadına farzdır.”[35]

İslam dini zuhur ettiği ilk günlerden itibaren bilime fevkalade önem vermiş, bilim öğrenmeyi her Müslümanın dini vazifeleri arasında saymış ve bu amaçla da bilim, kültür ve öğrenimin belli bir grubun tekelinde tutulmasını yasaklayarak bilim ve hikmet sahiplerini, bildiklerini başkalarına da öğretmeye ve değerli öğrenciler yetiştirmeye teşvik etmiştir. Sevgili İslam Peygamberi (s.a.a) bilim ve öğretim konusunda ahlakî ve ferdi açıdan herkesi teşvik etmekle kalmamış, müslümanların bilgi ve eğitim seviyelerini yükseltebilmek için pratikte de her fırsattan yararlanmıştır. Yüce İslam Peygamberi nin (s.a.a) Müslümanlara okuma yazma öğretme ve onların bilgili olmasını sağlama yolunda ne kadar titiz olduğunu görebilmek için İslam tarihine bakmak yeter: Bedir Savaşı nda Müslümanlar Mekke müşriklerini yenmiş, birçoğunu da esir almıştı. Esirler arasında, gerekli meblağı ödeyerek kurtulabilecek parası olmayanlardan bazısının okuma yazma biliyor olması Hz. Resulullah ın (s.a.a) dikkatini çekmişti; "On Müslümana okuma yazma öğreten bir müşrikin serbest bırakılacağını" buyurduğunda, herkes sevindi; çok geçmeden birçok sahabe okuma yazma öğrenmişti! Resulullah (s.a.a) tarafından ilim şehrinin kapısı olarak tanıtılan Hz. Ali (a.s) Nehc ül-Belâğa daki bir konuşmasında İslam devletinin önemli sorumluluklarından birinin de bilim ve kültürün yayılmasına yardımcı olmak olduğunu hatırlatır ve şöyle der: "Ey cemaat! Sizin benim üzerimde, benim de sizin üzerinizde hakkım vardır. Sizin benim üzerimdeki hakkınız daima hayır ve iyiliğinizi istemem, gerekli öğütlerde bulunmayı sizden esirgememem, gelirinizin ve millî servetlerin artmasını sağlamam ve cehalet içinde yüzmenizi önleyip, görgülü terbiyeli ve kültürlü olmanızı sağlamak için çaba göstermemdir..."[36]

Hıristiyanlığın tam tersine, İslam da, dinle bilim arasında hiçbir zaman çatışma yaşanmamış, bilakis, tarihte varolan çeşitli örneklerinden de kolayca anlaşılacağı gibi yüce İslam dininin yetiştirdiği iman ve takva timsali nice insanlar, kendi çağlarının çeşitli bilim dallarında doruğa tırmanmış; ilmi incelemeler, insan hayatının tekamülü ve ferdi ve sosyal prensiplerin tanzimi gibi konularda asırlar boyu bütün insanlık aleminin öncülüğünü yapmışlardır. Müslümanların asırlar boyu çeşitli sahalarda insanlığın en önünde yürüyüp beşeriyete kılavuzluk edebilmiş olmasının ana nedeni, "beşikten mezara, Çin de de olsa ilim öğrenme"sini salık veren dini inancı, yani İslam dır. Bu yüce ve eşsiz din, ırki, kavmi ve dini taassupların esaretinde kıvranan çağa yepyeni bir ruh vermiş, pırıl pırıl bir harmoni kazandırmış ve geçmiş çağların olumsuz dogmaları yerine birlik, beraberlik ve dayanışma anlayışını ikame etmiştir.

İslam’ın her yönüyle toplumsal oluşu 

İslam’da sistemler ve hükümler gibi ancak toplum halinde gerçekleştirilmesi mümkün olan bütün alanlarda toplumsallık gözetilmiş ve esas alınmıştır. Bu gözetilmede bu alanların her birine uygun düşen toplum türü, o alan için mümkün olan ve amaca erdiren emirler ve teşvikler kullanılmıştır.

Hiç şüphesiz İslam dini, yapısını (temelini) açık bir biçimde toplum temeli (toplum hayatı) üzerine kuran ve hiç bir alanında toplum konusunu göz ardı etmeyen tek dindir. İnsan düşüncesinin saymaktan aciz kalacağı insani faaliyetlerin genişliğine, bu faaliyetlerin bölümlerine, cinslerine, türlerine çeşitlerine baksak, arkasından bu ilahi şeriatın söz konusu faaliyetleri nasıl saydığına, kapsamına aldığına ve her birine yönelik hükümler koyduğuna bakarsak şaşar kalırız. İslam bu faaliyetleri nasıl toplum çerçevesinde aldığına baktığımızda, o zaman bu dinin toplumsal ruhu bütün insan faaliyetlerine mümkün olan en yüksek düzeyde işlediğini görürüz.

İslam’ı diğer hak şeriatlarla karşılaştırdığımızda İslam ile onlar arasındaki oran farkını ve bu dinin topluma verdiği önemi yakından görebiliriz. Uygar ve uygar olamayan milletlerin bu konuya ilişkin durumlarına da geldiğimizde bu konuda tarihin bize anlattığı sadece şudur: bu milletler, toplumu istihdam esasına bağlama ve fertleri monarşik bir hükümetin egemenliği ve kralların sultası altında tutma ilkesine dayanma biçiminde özetleyebileceğimiz insallık tarihinin ilkel mirasına bağlı kalmışlardır. Kavim, yurt ve bölge esasına dayanan toplumlar, kendi toplumsal yaşayışına müstakil bir ilgi göstererek bunu inceleme ve uygulama konusu etmeksizin krallık ve reislik bayrağı altında yaşıyorlardı; veraset, gelenek, bölge ve benzeri faktörler ile yönlendiriyorlardı. Toplum, gelişme ve ilerlemesinde bu krallara ve sultanlara bağlı idi ve onların ağır temposuna uyarak yerinde sayıyordu. Başka bir ifade ile toplumdaki ilerleme, gelişme; gerileme, duraklama ve çöküş, kral olan tek bir kişinin iradesine bağlıydı.

Oysa İslam Hz. Muhammed (s.a.a.)’in kendisine rabbinden inen ayetlerle insanları topluluk halinde mutlu hayata ve huzur içinde geçinme biçimine çağırdı. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

«Bu, benim dosdoğru yolumdur; topluca ona uyun. Sizi Onun yolundan ayıracak (başka) yollara uymayın.»[37] « Ve topluca Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın... Sizden; hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk olsun. (Bu emir, toplumu bölünme ve parçalanmaktan korumaya işaret ediyor.) İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın.»[38] «Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar (varya), senin onlarla hiç bir ilişkin yoktur.»[39] Kur’an’da bunlar gibi insanları toplum ve birlik ilkesine çağıran birçok mutlak anlamlı ayet vardır.

Yine yüce Allah buyuruyor ki. «Müminler ancak kardeştirler. O halde kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin. »[40] «Birbirinizle çekişmeyin; sonra çözülüp yılgınlaşırsınız ve gücünüz gider. »[41] «Sizden; hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk olsun.»[42] Kur an da bunlar gibi ittifak ve birliğe dayalı bir İslam toplumu oluşturmayı emreden ve bu toplumun çıkarlarını, maddi ve manevi ayrıcalıklarını gözeterek onu savunmaya çağıran başka birçok ayet vardır.

İdeal toplum (Ütopya)

Ütopyanın mahiyeti ve kaynağı yunanca’da “topos” kelimesi “yer” anlamına gelir. “Utopia”, topos kelimesinin olumsuz şekli olup “olmayan yer”, “düş ve hayal ülke” anlamında kullanılmıştır. Ütopya kavramı, Antik çağdan günümüze kadar, bir çok düşünür tarafından bazen mevcut toplumsal yapı ve ilişkilerin örtülü biçimde eleştirilmesi bazen de farazi olarak üretilen ideal toplum ve devlet (el-Medînetu’l-Fâdıle) modeli anlamında kullanılmıştır.[43]

Ütopyacı devlet anlayışının ilk temsilcisi Antikçağ filozoflarından Platon’dur. Platon “Devlet”inde ütopik bir devleti öngörmüştür.

Rönesans ile başlayan ve eskiye bir alternatif olarak gelişen felsefe akımları içinde, toplumlarının yaşadığı kaosa bir çözüm arayan düşünürler ütopyacı devlet arayışları içine girmişlerdir. Bu düşünürlerin gerçekleşmesi mümkün olan gerçek kuralları vazetme yerine, böyle hayali bir ülke ve hayali bir kuram üretmelerinin sebepleri arasında yaşadıkları dönemde hakim otoritenin gerçek söylemlerin ifade edilmesini sıkı bir takip ile baskı altında tutmaları sayılabilir. O itibarla gerçekleştirilmesi istenen ve halkın yönetimde yer almasını öngören kuramsal düşünceler, felsefi bir atmosfer içinde ele alınmış görünüyor.

Ütopyacı devlet anlayışının 16. yy’daki ilk temsilcisi Thomas More olmuştur.T. More, sınıfsız ve mülkiyetsiz bir devleti, sosyalist bir düzeni öngörür. T. More’dan bir asır sonra, 17. yy’da gelen Tommasa Campanella “Güneş Beldesi” adlı eserinde, komünist bir devlet yapısını düşler. Avrupa’da yaygın olan anarşi, zulüm ve adaletsizliği bu yolla önlemenin düşlerini.[44] Gene ütopyacı devlet anlayışının önemli temsilcilerinden Francis Bacon (1561-1626) ideal devletini bir adada kurar. Bacon’un Devleti, gücünü, bilimler hazinesinden almaktadır. O’nun Ütopik devletini kurduğu, “Yeni Atlantis” adlı eserini, başka bir ütopyacı Valantin Andrea (1600-1654)’nın “Hiristiyan ülkesi” izler. Barclay, Heywood, Winstanley, Herrington, Gabriel, Foigny,Vairesse, Morelly, Gabriel Mably ve Etienne Cabef ... gibi yazarlar da hep ortak mülkiyet üzerine kurdukları ütopyacı bir devlet anlayışını vurgularlar. Bu itibarla, ütopik devlet modellerinin temelini antik çağ filozoflarına kadar indirgemek mümkündür.

Müslüman sosyalbilimcilerden İbn Haldun, devleti, İçtimai hayatın bir gereği olarak görür ve devletin en önde gelen görevleri arasında vatandaşları arasındaki zayıf statülü kişileri korumasının varlığına dikkat çeker, tarihi ve sosyal yönden devletin insan için gerekli bir sosyal kurum olduğunu vurgular.[45]

Fârâbî (870-950), Antik yunan felsefesinin ünlü temsilcilerinden Platon- Aristoteles’ci devlet felsefesini, İslami unsurlara ters düşen yönlerini İslamla bağdaştırarak ele alan önemli Müslüman filozoflardan birisidir. O, “el-Medînetü’l-Fâdıle ”sini kaleme alırken ütopik bir yol izlemiş, ancak, Platon’un “devlet” indeki yönetici- asker ve yönetilenler sınıflanmasını aynen benimsememiş yönetici ve askerlere özel mülkiyet ile aile kurumunu yasaklamamıştır. Kur’an ve Sünnet’e uygun olarak gelişen İslam düşünce paradikmasını korumaya çalışmış, çok seçkin başkanının İslam bilimlerini de bilmesi ve ilgili kurallarına uyması gereğini vurgulamıştır.[46] Ütopik devlet felsefesinin ünlü temsilcileri olan hocalarıyla, yani, Platon ve Aristoteles ile teori ve pratiği ile paralel bir mekanda var olan ve etkileri hala silinemeyen Medîne Vesikası arasında bir uzlaşı sağlamaya çalışır.

Fârâbî’den altı asır sonra gelen Thomas More ile yedi asır sonra gelen Tommasa Campanella neredeyse Fârâbî’yi es geçerek Platon’daki antik çağ devlet felsefesi tezini ütopik bir çizgi ile romantize etmişlerdir. Fârâbî’nin ütopyası (el-Medînetü’l-Fâdılesi), bütün dünyayı içine alacak kadar geniş kapsamlı bir devlet organizasyonundan bahsederken, Thomas’lar ulusçu ve sınırları dar ama çevresine etkin ve hakim bir ütopik devletten yanadırlar.[47]

Hz. Mehdi (a.s.)’ın zuhuru ve ideal bir hükümet kurması bütün müslümanların ortak inancıdır. Bu tip bir devletin gerçekleşmesi ve İslam dininin bütün dünyada hakim olması müslümanlar tarafından farazi ve hayal değil, gerçek bir vakıa olarak bilinmektedir. İnsanoğlunun; mütecavizin olmadığı, tecavüz, çatışma ve saldırının bütünüyle yok olup gittiği bir olgunluk, kemale ve eğitim düzeyine ulaştığı bir devlette yaşayacaklardır. Nitekim İslam inançlarına göre Hz. Mehdi (a.s)’ın kuracağı devlet, ideal İslam devleti olup teşkil edilecek toplum da ideal toplum olacaktır.

Sonuç

Daha önce de belirtildiği gibi Kur’an, ümmet ve toplumlar için ortak tarihten, ortak kaderden, ortak bilinçten, anlayıştan, duyarlılıktan ve ortak tavırdan, isyanları, itaatlari, davranışları ve anlayışları gereği de ortak bir sevap-günah defterine sahip olduklarından bahsetmektedir. Ayrıca Kur’an kollektif ve toplumsal hayat sistemini onaylamaktadır. Kur’an’da kullanılan ortak kader ve toplumsal akıbet gibi kavramlar, toplumları yönlendiren  mutlak, belirli kuralların bulunduğuna işaret etmektedir.

Kur’an; kişiliği, karakteri, gücü, hayatı, ölümü, bilinçliliği, itaatı ve isyanı topluma yüklemesine rağmen bireylerin toplumsal yasalara karşı çıkma ihtimalini de açıklıkla kabul etmektedir. Bir başka deyişle toplum bireyin özgürlüğünü kısıtlar ama bütün özgürlüğünü ondan almaz. Kur’an öğretisi baştan başa insanın sorumluluğu kavramı üzerine kurulmuştur. İnsan kendisinden ve toplumdan sorumludur. “İyiliği emredip kötüllükten sakındırma ilkesi bireyin bu sorumluluğunu canlı tutar ve ona toplumsal bozulmalara karşı başkaldırma ruhu verir. Yine bu ilke; toplumu kargaşadan, düzensizlikten ve çöküntüden kurtarmak için insanlara, Kur’an tarafından verilen davranış kalıbıdır.

 İbrahim ÇAKAR

Kaynak

[1] MUTAHHARİ, Murtaza, Tarih ve Toplum, Yöneliş Yayınları, İstanbul 1989

[2] Hucurat 13.

[3] TABATABAİ, Allame Muhammed Hüseyin, El-Mizan Fi Tefsir-il Kur’an, C. 4, Kevser Yayınevi, ss. 155-156

[4] MUTAHHARİ, Murtaza, Tarih ve Toplum, Yöneliş Yayınları, İstanbul 1989

[5] Rad 11

[6] Rum 41

[7] Nahl 36

[8] Araf 34

[9] İsra 58

[10] Rad 7

[11] Şura 207

[12] Mücadele 21

[13] Al-i İmran 140-141

[14] Nur 55

[15] Enbiya 11

[16] Araf  182

[17]  Fatır  42-43

[18]  İsra 16

[19] Kehf 58

[20] Araf 182-183

[21] Yunus 13-14

[22] Mülk 2

[23] Kaf 36-37

[24] Bu terim bu yazıda  Sosyolojik anlamda ele alınmıştır.

[25] AYDIN, Mustafa, Kurumlar Sosyolojisi, Vadi Yayınları, Ankara, 2000, s. 13

[26] ARSLANTÜRK, Zeki, Sosyoloji, Çamlıca Yayınları, İstanbul 2001, ss. 288-289

[27] Bu yazının hedefi genel bir bakış olduğundan dolayı bu işlevlerin ayrıntılı açıklaması gelecek yazılarda beyan etmeye çalışacağız.

[28] ERÖZ, Mehmet, İktisat Sosyolojisine Başlangıç, Filiz Kitabevi, İstanbul 1973, s. 165

[29] Patoloji hastalıkların sebep ve hallerini inceleyen ilimdir.

[30] AYDIN, Mustafa, Kurumlar Sosyolojisi, Vadi Yayınları, Ankara, 2000, s 104

[31] Tarih ve Toplum, Ayatullah Muhammed Taki Misbah Yezdi, Sazmane Tebliğate İslami, Tahran, 2000, s. 314

[32] Nisa 135.

[33] FİCHTER, Joseph, Sosyoloji nedir?, S.Ğ.Fen Edebiyat Fakültesi Yayınları, Konya, 1990, s.115.

[34] Al-i İmran 164

[35] Bihar-ul Envar, c. 1, s. 177

[36] İBN-İ EBİ’L HADİD, Nehcül Belağa Şerhi, c. 2, s. 189

[37] En’am 153

[38] Al-i İmran 103-105

[39] En’am 159

[40] Hucurat 10

[41] Enfal 46

[42] Al-i İmran 104

[43] KELEBEK, Mustafa, İslam Hukuk Felsefesi açısından Medine Vesikası (makale)

[44] GÖKBERK, Macit, Felsefenin Evrimi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1979

[45] CORBİN, Henry, İbn Rüşd’den Günümüze İslam Felsefe Tarihi, İnsan Yayınları, İstanbul, 1997, s. 42-46.

[46] FARABİ, Ebu Nasr, Kitabu Arai, Ehli’l – Medineti’l Fadıle (ta’lik Elbir Nasri Nadir), Daru’l Maşrık, Beyrut, 1991. s. 129-130

[47] MORE, Thomas, Utopia, (çev. Sabahattin Eyüboğlu), Cem Yayınevi, İstanbul, 1997, s. 125-136



Yeni yorum ekle