İMAMET VE VELAYET

Sa, 21/02/2017 - 15:51

Risalet ve nübuvvet mektebinin temel yapı taşlarından olan imamet ve velayet, beşeriyeti, ilahi bir düzen içinde yaradılışının felsefesine uygun hareket etmesini sağlar. Zira bu dinin risaleti olan (islam) genel bir risalettir; ümmetin mes’uliyet ve görevi bu risaleti ilahiyey-i beşeriyete iblağ etmektir; ve insanları tağuti sistemlere bağımlılıktan kurtarıp Vahid-ul-Ehed olan Allah’ın velayetine davet etmektir.

Bu din iki tabiata sahiptir; birincisi hareket; ikincisi ise cihaddır; bu ikisinin yerine getirilmesi için,  içte ve dışta ümmetten iki esaslı şey istemektedir.

Bu iki şeyden birincisi olan: içte birlik ve bağlılıktır.

Allah şöyle buyurur: ”İman edip Allah yolunda hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenlerle, onları barındıran ve onlara yardım eden Ensar var ya işte bunlar birbirlerinin velileridir (malda da birbirinin varisidirler). İman edip de hicret  etmeyenlere gelince, onlar hicret etmedikçe, sizin için mirasda onlara hiç bir velayet yoktur.’’ Enfal/72

”Mü’min erkeklerle mü’mine kadınlar birbirlerinin velileri, yardımcılarıdır. Onlar iyilikleri teşvik edip kötülükleri menederler. Namazı hakkıyla yerine getirirler, zekatı verir, Allah’a ve Resul’üne itaat ederler. İşte onları Allah geniş rahmetine mazhar edecektir.’’ Tevbe/71

Hadis: Mü’minlerin misali bir vücudun misali gibidir; vücudun herhangi bir azası bir acı duyarsa bütün vücut aynı acıyı hisseder.

Mü’min biri diğer mü’min için bir binanın taşları gibidir, birbirini kucaklar.

Birbirinizi ziyaret edin biribirinizi kucaklayın ve birbirinize merhamet edin ey Allah’ın kulları Allah’ın emrettiği gibi kardeş olun.

Yukarıdaki ayet ve hadisler, ümmetin dahili ve harici düşmanlarına karşı bir vücut olmalarını emrederek ve bir mü’minin nasıl olması gerektiğini de beyan etmektedir. İslam peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a) Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde yapmış olduğu ilk iş Ensarla Muhacirler arasında kardeşliği tesis etmek olmuştur. Çünkü adalet ve eşitliği ancak imani ve kalbi bir bağla birbirine kenetleşmiş insanların ortaya koyduğu kardeşlikle sağlanabileceğini bilen peygamber, Medine’ye vardığında ilk işi bu olmuştur. Zira peygamberin Mekke’den çıkışı bir kaçış değildir, belki şarkın ve garbın ilahlaştırmış oldukları şeytani ve sömürgeci düzen ve batıl tefekkürlerine karşı, adalet, uhuvvet ve musavamat ilkeleriyle ilahi  bir yönetim ve idarenin teşkili için Medine’yi merkez üstü seçerek oraya hicret etmiştir. Uhuvvet ilkesi üzerine tesis edilen adalet ve eşitliğin yürütme ve yönetme merkezini  Allah’a secde edilecek ve mutlak velayetin sadece Allah’a ait olduğunu ilan edecek mescidi inşa etmiştir. İlahi risalet üssü olan bu mescidin iç dinamikleri olan uhuvvet, adalet ve musavamat ilkeleri çok yakın bir tarihte şarkın ve garbın sömürgeci ve ezici tefekkürü karşısında mutlak velayetin Allah’a ait olduğunu ilan etmiştir. Zor ve icbar kullanılmadan gönülleri bir araya getiren İslam dini, teşkil etmiş olduğu ümmetle ’’la şarkiyye ve la ğarbiyye’’ diyerek İslami kimliği ortaya koymuştur.

Bu iki şeyden ikincisi olan ise Allah ve Resul’üne düşman olan ve İslam dinini alay ve istihza konusu edinenlerden ictinab edip uzak durmaktır.

Allah şöyle buyurur: ’’Müminler, müminleri bırakıp, kafirleri veli (yönetici ve önderler) edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah ile ilişkini kesmiş olur; ancak onlardan sakınmanız hali müstesnadır. Allah sizi  kendisiyle korkutur, dönüş  Allah’adır.’’ Al-i İmran/28

’’Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kafirleri müttefik edinmeyin. Böyle yaparak, Allah’a aleyhinizde kesin bir belge mi vermek istiyorsunuz? Göz göre göre, Allah’ın hışmını üzerinize çekmek mi istiyorsunuz?

Ayette geçen ’’sultan’’ kesin belge demektir. Kafirlere taraftar olmak veya onlarla müttefik olmak münafıklığı belgelemiş olur. Zira kafirlere taraftar olmak ve müttefik olmak münafıklığın en açık belgesidir.

Ayetteki ‘’Eturidune’’ ister misiniz? tabiri, işin dehşetinin boyutlarını düşündürmek içindir. Yani akıllı olan, bunu istemeyi bile düşünemez, nerede kaldı ki o işi yapsın! demektir.

‘’Ey iman edenler! Yahudi ve hristiyanları veli edinmeyin! Onlar ancak birbirlerinin velisidirler. Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır. Allah böylesi zalimleri doğru yola iletmez.’’ Maide/51

’’Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi bile veli edinmeyin! İçinizden  onları dost edinenler, zalimlerin ta kendileridir.’’ Tevbe/23

Ayetlerde müşahade edilen durum Allah’ın düşmanlarından, peygamberin düşmanlarından ve İslam dininin düşmanlarından beri olmayı ve onlara dostluk elinin uzatılmaması istenilmektedir. Şayet sizden herhangi biriniz onları dost veya veli edinirse zalimlerden olursunuz hükmü ayette açık bir ifade ile izah edilmiştir. Buna binaen İslam Ümmeti iç dinamikleri olan uhuvvet, adalet ve musavamat ilkelerini pekiştirdikten sonra dış ilişkilerdede sıkı bir diplomatik ilişki kurmalıdır ki düşmanların onlar üzerinde tasarruf hakları olmamış olsun zira kafirlerin müminler üzerinde velayet ve tasarruf hakkı yoktur. Çünkü velayet; tevhidin önemli ilkelerindendir; birden fazla olması asla mümkün değildir. Zira velayet Allah için olunca diğer velayet  anlayışlarının red edilmesi gerekir; çükü diğeri red edilmedikçe  ilahi velayet tamam olmaz; şayet ikisini birden kabul ederse neuz-u billah şirk olur. Zira ilahi velayetle tağuti velayeti bir arada kabul etmek Tevhid-i Akide’ye terstir.

Tevhid-i Velayetin zarureti:

Velayette tevhit, velayetin en önemli mes’elelerinden biridir. Kur’an-i Kerim’de şirkle alakalı ayetlere bakacak olursak Allah’ın halıkıyet sıfatına veya diğer sıfatlarına ortak koşulmamaktadır; Allah’a şirk koşan müşrikler sadece Allah’ın velayet sıfatına şirk koşmaktalar. Zira o müşriklere sorulduğunda ’’Şüphesiz eğer onlara: <Gökleri ve yeri kim yarattı?> diye soracak olursan, hiç tartışmasız: “Allah”diyecekler. De ki : ’’Bütün güzel övgüler Allah’ındır. Hayır, onların çoğu bilmezler.’’ Lokman/ 25

Allah’ın halıkıyet sıfatına hiç kimse ortak koşmamıştır; hiç kimse tapmış oldukları putlara veya başlarına tayin etmiş oldukları idarecilere ve yöneticilere “halık” diye Allah’a ortak koşmamışlardır. Belki elleriyle yapmış oldukları putlara uluhiyet vererek veya yönetim ve idari makamda olan ulularını” Rab” edinerek Allah’a ortak koşmaktalar; veya başlarına tayin etmiş oldukları idarecileri ve onların koymuş oldukları kanunları kabul ederek itaati kendine vacip bilenler, Allah’ın velayet ve hakimiyet sıfatına ortak koşmuşlardır. Şu bir hakikattır ki Kur’an-i Kerim’de ki şirkle ilgili ayetlerin büyük bir kısmı insanların Allah’ın velayet ve Rab sıfatlarına ortak koşmaktalar. İnsanların Allah’ın Halıkıyet sıfatına ortak koşulduğuna dair hiç  şirk yoktur.

Şirkle ilgili Kur’an-i Kerim’de ki ayetler sadece Allah’ın <velayet > ve <Rab> sıfatlarına  şirk koşmuşlardır. Konuyla ilgili  Al-i İmran suresinin 64. Ayeti  akıl sahiplerini şöyle uyarmaktadır. ‘’De ki: Ey  Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda birleşeceğimiz, müşterek ve adil şu sözde karar kılalım: Allah’dan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi şerik  koşmayalım, kimimiz kimimizi Allah’dan başka Rab edinmesin. Eğer bu daveti red ederlerse: Bizim, Allah’ın emirlerine  itaat eden müminler olduğumuza şahid olun deyin.’’ Al-i İmran/64

Bu davet, Kur’an’ın, hristiyanlar başta olarak bütün dinlere yönelttiği evrensel bir çağrıdır. Burada muhtelif milletlerin, farklı dinlerin ve çeşitli vicdanların hak bir sözde nasıl birleşebileceklerini ve İslam’ın insanlık alemine ne kadar geniş, ne kadar açık bir hidayet yolu, bir hürriyet kanunu öğrettiği görülmektedir. Farklı farklı ilahlar ve farklı farklı Rabler edinmenin insanlık kimliğine ne kadar zarar verdiğini insana öğretmektedir. İnsanların kendi cinsinden olan insanları veya elleriyle yaptıkları  putları veya yer ve gökcisimlerini Rab veya İlah edinmeleri ne kadar gülünç ve basit olduğunu göstermektedir.

’’Kiminiz kiminizi Allah’dan başka rab edinmesin’’ Ayetini teyid eden tevbe suresinin 31. Ayeti şöyle haber verir: ‘’Yahudiler hahamlarını, hrıstiyanlar rahiplerini ve Meryem oğlu Mesihi Allah’dan başka Rab edindiler. Halbuki onlara bir tek ilaha ibadet etmeleri emr olunmuştu. Ondan başka ilah yoktur.’’ Tevbe/31

 Rab edinme onlara secde etme manasında değil, din adamlarının haram ve helal kılma yetkilerine inanmaları ve onlara itaat etmeleridir. Zira bu ayet nazil olduğunda  Adi bin-i Hatemi Tayi peygambere sorar: Ya Muhammed (s.a.a) biz rahiplerimize: siz bizim Rabbimizsiniz demedik ve onlarda biz sizin Rabbiniziz demediler! Allah bu ayette işaret ettiği hikmet nedir? Resul-i Ekrem buyurdular: Evet siz onlara siz bizim Rabbimizsiniz demediniz; onlarda biz sizin Rabbiniziz demediler; ancak onlar helalı haram; haramı da helal kıldılar ve kendi nezninden kanun koydular ve yasalar hazırladılar; bu eylemleriyle kendilerini kanun koyma ve yasa hazırlama noktasında Allah’a ortak koştular ve Rabblıklarını fiilen ve amelen ilan ettiler; sizde onlara tabi olup fiilen ve amelen kabullendiğinizden ötürü onları Rabb edindiniz.

Evet! Tarihin aynasından günümüze bakarak aynı şeyi günümüzde de görmekteyiz; yine hüküm ve hakimiyet Allah’tan alınmış; yine helal ve haram sınırları yönetici ve idareciler tarafından belirlemiş; yine Allah’ın haram kıldıkları helal ve helal kıldıklarıda haram olmuştur. Ve yine Allah’ın velayetine ve Rablık sıfatına mudahele edilmiş ve ortak koşulmuştur. Ve insanlarda bu zevata oy vererek kendisine veli ve yönetici tayin etmiştir. Halbuki onlar Allah’ın velayetini fiilen ve pratikte kaldırmış onun yerine beşeri ve tağuti yönetimleri ve yasaları koymuşlardır. Ve kendi yasa ve kanunlarını ilahi yasaya ve kanunlara tercih ederek islam’ın düşmanlarıyla el sıkışarak kendilerini kabul etmeleri için sıra beklemekteler; halbuki Allah’a ve Ahiret gününe inanan bir topluluğu veya bir milleti ve kavimi onlarla hiç bir surette dostluk kurduğunu göremezsin zira Allah mücadele suresinin 22. Ayetinde müminin duruşunu ve kimliğini şöyle açıklar:

’’Allah’a ve Ahiret gününe inanan bir kavmi: babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa, Allah’a ve peygamberine düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin.’’ Mücadele/22

Bu ayetler velayette tevhidin temel sütunlarını oluşturarak ümmetin takip edeceği yol güzergahını belirlemektedir. Şirk ve küfürden arındırılmış bir akidenin ilkesinde ilahi velayetin ve yönetiminin karşıtı olan velayet ve yönetimlerden beri olduğunun ilan etmesidir. Namazı, orucu, zekat ve hacc’ı ilahi velayete verip yönetim ve idare şeklini  beşere tahsis etmesi halinde Tevhidi Velayette şirk meydana getirir; zaten kapitalist ve sömürgeci zihniyetin sahiplerinin hedefinde ilahi velayeti red etmek yoktur; belki ona ortak olma vardır. Buda geçmişte ve günümüzde uygulamada olan bir gerçektir. Dini sadece mabetlerde ilahiler, kasideler ve mevlitler okutulmasiyle mistik bir anlayışı islam toplumuna kabul ettirerek meşru olmayan yönetim ve yöneticilere hizmetçi kılmışlardır. Evrensel bir daveti olan ve insanlığa huzur ve mutluluk vadeden, iğneden ipliğe kadar ve en ince ve en hassas olan noktalara kadar beşerin hukukuyla ve yönetimiyle ilgilenen Kur’an-i Kerim’i hayattan uzaklaştırarak ölülere camilerde ve mezarlıklarda okutulan mukaddes bir kitap ve öpülüp başa konulan duvarda asılıp saygı duyulan Allah kelamı olarak kabullendirilmesi ve aynı zamanda şirke dayalı bir yönetim ve idare şeklini de onunla korunma altına alınmasını sağlamış bulunmaktalar. Daha doğrusu uzlaşmacı veya koalisyon yaparak iki ilahlı bir yönetim ama biri diğerinin hizmetinde!..

Müşrik ve kafirlerin uzlaşmacı teklifi ve İslam Peygamberinin cevabı!..

’’De ki: Ey kafirler! Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem. Siz de benim ibadet  ettiğime ibadet etmezsiniz. Ben sizin ibadet ettiklerinize asla ibadet edecek değilim. Siz de benim ibadet ettiğime etmezsiniz. O halde sizin dininiz size benim dinim bana !’’ Kafirun suresi.

Bu surenin nüzul sebebi Kureyşin ileri gelenleri hakkında nazil olmuştur. Bunlar Velid bini  Muğire, As bini Vail, Harıs bini Kays ve Ümey bini Halef ve saire!. Dediler ki: Ya Muhammed (s.a.a) sen bizim ayınnamemize yardımcı ol ve putlarımızı kabul et bizde senin ayınnamene inanır ve senin ilahına kulluk ederiz ve seni tüm işlerimizede ortak ederiz dediler. Resul-i Ekrem ilahi mesajı onlara sunma görevini yerine getirerek Kafirun suresini okur!

De ki: Ey kafirler! ‘’Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem’’ Yani velayet yetkisini Allah’tan başkasına veren bir zihniyetle beraber olamam ve kabul edemem!.. Ve ellerinizle yaptıklarınız putlara da eğilmem.

’’Sizde benim ibadet ettiğime ibadet etmezsiniz.’’ Yani yalan söylüyorsunuz; benim kulluk ettiğim Allah’a sizler kulluk etmezsiniz zira bu putların arkasına gizlenerek mazlum ve kimsesiz insanlar üzerinde ilahlık taslıyorsunuz: Bu nedenle ‘’Ben sizin ibadet ettiklerinize asla ibadet edecek değilim. Sizde benim ibadet ettiğime ibadet etmezsiniz.’’ Onlar son bir teklif daha yaparak peygamberin ağzından tek bir cümle isterler. Dediler: Ya Muhammed (s.a.a) son bir teklifimiz var! Bizler senin ilahına bir yıl kulluk ederiz ve her dediğini yaparız. Siz ise sadece bir defa bizim ilahlarımızı kabul ederim  deyin veya teklifinizi kabul ediyorum de! Peygamber bu kendini beğenmiş müstekbirlere son sözünü söyler! ’’O halde sizin dininiz size benim dinim bana!’’ der ve ümitlerini keser.

Bu ekabirlerin asıl hedefleri peygamberi “Lat” veya “uzaya” davet etmek değildi belki onlar yıkılma korkusu taşıdıkları zulümle elde ettikleri makam ve mevkilerinin yıkılacağı tehlikesiydi, bu nedenle peygamberin ağzından sadece bir kelime bekliyordular! O da evet demekti.

Dikkat edilecek olunursa surenin 2-3-4- ve beşinci ayetleri ubudiyetle ilgili ama sure, sizin dininiz size benim dinim bana diyerek sonuçlanıyor. Ayetin kafirlere vermiş olduğu cevaptan anlaşılan mana din ve hakimiyet meselesidir. Zaten peygamberle anlaşmaya gelen kafirler Mekke halkını sömüren ve etrafa hükmeden zalimlerdir. Bunlar Hz. Muhammed’in (s.a.a) son peygamber olduğunu bildikleri için en azından onunla koalisyon kurabilmek arzusuyla ona bu teklifi götürmekteler ve kendi saltanatlarını bu öneriyle  garanti etmek isterler; veya Mekke’nin ihracat ve ithalat ticaretine peygamberin de ortak olmasını teklif ederler; bu öneri ve tekliflerle, hedeflemiş oldukları maksada kavuşmak isterler. Asıl hedef Muhammed’in (s.a.a) getirmiş olduğu dini; doğmadan mezara koymak istiyorlardı amma peygamber Kafirun suresini okuyarak onlara yol gösteriyordu “ lekum dinukum veliye din” ’’sizin dininiz size benim dinim bana” diyerek en zor şartlarda tekliflerini ret etmiştir. Bugün ümmet içinde vacip olan budur!.. İslam’ın doğduğu çağın sömürgeci zalim ve diktatör güçler, dünyaya bir düzen kurmuş insanları köle olarak kullanıp hakimiyetlerini onların sırtında yürütüyorlardı. Bir tarafta Bizans diğer bir tarafta Sasaniler ve diğer bir tarafta Arap yarım adasına da hükmeden bir şirk düzeni hükmetmekte! Hz. Muhammed (s.a.a) ise bu üç sömürü düzenine karşı ilahi ve adil bir düzenle gelmesi onlar için tehlike arz etmekteydi. Bu tehlikeyi sezen müşrikler yumuşak bir savaşla peygambere yaklaşmak ve ileri sürdüğü akidesinden vazgeçirmek için tekrar başvurmak isterler ve Ona dünyevi şeyler teklif ederler ve kendi ticaret ve işlerine ortak etmek isterler.

Ve şöyle derler: ’’Kafirler müminlere: Bizim yolumuza tabi olun, sorumluluklarınız bizim sırtımıza, yükünüzü biz taşırız derler. Oysa bunlar, ötekilerin hiçbir yükünü yüklenemez. Onlar açıkca yalancıdırlar.’’ Ankebut/12

Evet! Günümüz yine bindörtyüz yıl önceyi yaşıyor! Yine aynı teklifler, maksat ve durum aynı ancak yer değişimi var. O gün kafirler ve müşrikler teklifi peygambere getiriyordular; bugün ise islam ülkelerinin başındakiler yalvararak bizi kabul edin diyorlar; onlarda şartlarını ileri sürerek yerine getirilmesini isterler, Kopenhag kriterleri bunun açık delilidir. Yine Ankebut suresinin 12. Ayeti devrede! Avrupalılar ve Amerikalılar müslümanlara diyorlar ki sizler bizlere  katılır ve tekliflerimizi yerine getirir ve yolumuzdan yürüyecek olursanız sizi hem korur ve hemde ekonomik sorunlarınızı çözeriz, ama dediklerimizi yaparsanız!! Bazı müslüman ülkelerde ’’duyduk ve itaata” hazırız, başla göz üstüne diyerek kabul ediyorlar.

Halbuki bu sure  müslümanların kafirler karşısında kesin kararlı olarak tevhide sarılmalarını, hiç bir surette  kafirlerle, müşriklerle, ateist ve laik olanlarla rububiyet ve velayet noktasında taviz vermeden vakarlı bir duruşla islami kimliğini ortaya koymasını ister.

Bu surenin muhtevasında varolan hakikat tevhid ve şirktir; birbirine  taban tabana zıt iki ayın’name ve birbirinden tamamen ayrı iki yoldur. Ve hiç birbirine benzeyen tarafları da yoktur; Çünkü Tevhid insanı Allah’a yaklaştırır; şirk ise insanı Allah’dan uzaklaştırır. Tevhid, sosyal yaşamın tamamında vahdeti sağlayan ilahi bir ilkedir. Halbuki şirk tüm kötülüklerin ve her türlü tefrikanın mayasıdır. Tevhid, insanı madde ve tabiat aleminden yüksekliklere götürür ve tabiat ötesinde Zat-i Akdesi ilahi  ile irtibatını kurar. Şirk ise insanı tabiatın kuyusunda geçici ve fani olan şeylerle oyalar ve onlarla irtibatını kurar. Bu nedenle peygamberimiz ve diğer Enbiyay-i İlahi bir an dahi şirk ve batıl düzenlerle işbirliği yapmamıştır. Onların ilk işleri batıl yönetimlerle ve yanlış akidelerle mücadele etmek olmuştur.

İnsan iki mihver arasında yer almaktadır “Velayet” ve “Tağut”:

Bu iki mihver insan hayatında önemli bir yere sahiptir. İnsana verilen irade ve yetki  ise bu ikisinden birini seçmesidir. Zira imanla küfür, tevhitle şirk ve Hakk’la batıl hiç bir asır ve tarihte içiçe olmamıştır, devamlı karşıt iki cephe olmuş ve önemli çizgilerle birbirinden ayrı beşer hayatında  safları net bir şekilde belirlemiştir. İman, tevhit ve Hakk’ı iradesiyle seçen bir insan ilahi velayetin güvencesi altında zulmetten nura ve hidayete kavuşmuş olur. Bakara suresinin 257. Ayeti şöyle haber verir:

’’Allah iman edenlerin yardımcısıdır, onları karanlıklardan nura çıkarır. İnkar edenlerin velileri ise tağutlar olup onları nurdan karanlıklara götürürler.’’

İmanın nuru küfrün karanlıkları:

Bu ayet mü’min ve kafirin yol göstericisi ve rehberinin kim olduğunu beyan ederek muşahhas kılar, ve şöyle buyurur: ’’Allah, o kimselerin yardımcısı ve velisidir. ’’ Bu velayet ve rehberiyetin gölgesinde onları zulumattan nura çıkarır. İman ve küfrün mes’elesi Hakk’la batılı, doğru ve hak olan yolla batıl ve munharif yolları birbirinden kesin bir çizgiyle birbirinden ayıran ilahi velayet çizgisidir.

’’Veli” ayetteki lugat manası ’’Ayrılması mümkün olmayan yakınlık” tır. Buna binaen sorumluluğunu üstlenen, mürebbi ve önder ”Rehber” manasını da içermektedir; ayrıca arkadaş ve dost manasına gelmektedir. Ayetteki mana önceki verilen manadır. Zira “Allah müminlerin velisidir onları zulumattan nura çıkarır.” Çünkü mü’minler mesiri hidayette Allah’a yaklaşmak için ilahi yol göstericiye her merhalede muhtaçtırlar. Her adımda her işte ve programda onun yardımına niyazmenddirler.

Velayet: ilahi velayet ve şeytani veya tağuti velayetler olmak üzere ikiye ayrılır, ilahi velayet, Allah tarafından seçilmiş ve atanmasıda Allah tarafından yapılmış elçileri vasıtasıyla beşeriyetin ilahi bir düzen içinde dünya ve ahiret yaşamını teminat altına alan semavi bir dindir. İnsan hayatına  hukuki, iktisadi, ictima-i ve siyasi bir düzen veren sisteme  “İslam “ denir. Allah katında kabul edilende budur.

İkincisi ise tağuti veya şeytani velayetlerdir. Allah’ın velayetine şirk koşup ona kendini ortak edenler kendileri tarafından beşeriyetin hayatına hukuki, iktisadi, ictima-i ve siyasi düzenlemeler getirerek kanun koymak suretiyle kendilerini  ilahi velayete ortak ederler. İlahi velayetin nurundan kaçanlar tağutları ve şeytanları kendilerine veli edinirler ve onlarda onları nurdan karanlığa ve zulmete sokarlar.

’’Tağut” İlahi hudutları çiğneyen ve haddini aşana  denir, ve haddi aşmaya sebep olan herşey tağuttur. Şeyatinler, putlar, zorba hükümetler, müstekbirler ve Allah’dan başka mabutlar ve Hakk’a giden yoldan başka yollara tağut denir. Müfessirler <Tağut> kelimesi hakkında çeşitli manalar vermişlerdir, ama ortak noktaları , İlahi sınırları çiğneyen, heva ve hevesine göre yasa ve kanun hazırlayan, ilahi velayete müdahale eden her fert ve yöneticiye tağut denir. Veya ilahi yol güzergahının dışında yol veya çizgi belirleyen herkes tağuttur. Şirk ve küfrün en açık ve bariz delili ilahi velayete mudahele etmektir. Bunu en güzel bir şekilde açıklamanın delili ise tövbe suresinin 31. Ayetidir: ‘’Yahudiler hahamlarını, hrıstiyanlar rahiplerini ve Meryem oğlu Mesihi Allah’dan başka rab edindiler. Halbuki onlara bir tek ilaha ibadet etmeleri emir olunmuştu. Ondan başka ilah yoktur. O, onların ortak koştuklarından münezzehtir.

Ayetin tefsirinde ayette geçen <erbaben> den murat, onların önünde eğilmek veya secde etmek manasına gelmemektedir; Onlar helalı haram; haramıda helal etmeleriyle kendilerini ilahi velayet karşısında rab olarak ilan etmeleridir; onlara tabi olanlarda onları rab edinmişlerdir hükmü vardır.

Bir insanın bir toplumun ve bir devletin hayatında iki velayet olması iki ilah edinenlerin hükmü ne ise onlarında hükmü aynıdır. Mesela kalbte Allah inancı; toplum hayatının yönetim ve idare şeklinde ise tağuti ve şeytani kanunlar vardır. Bu beşeri hayatta iki ilaha sahip bir inancın varlığını kanıtlamaktadır.

Usulen insan şahsiyet ve kimlik bakımından onun fikri tek bir fikirdir; ister yalnız ister ictima-i, ister açık ister gizli ister batıni ister zahiri olsun fikir ve amelde bir olması gerekir; hertürlü nifak ve ikili olmak insanın tabiatına aykırıdır. Zira insan bir tek kalpten başka bir kalbe sahip değildir, oda ancak ilahi velayetin belirlemiş olduğu yeryüzündeki nübuvvet, velayet, risalet ve imamet çizgisini taşıyabilecek zarfiyete sahiptir.

İmam Ali (a s)  mübarek sözüyle konuya şöyle bir açıklık getirir: ’’Bir insanın kalbinde bizim ve düşmanlarımızın sevgisi bir arada olamaz, Çünkü Allah hiç bir insanın içinde iki kalp yaratmamıştır ki birilerini sevsin; birilerine buğzetsin; bizim dostlarımız bize olan dostluklarında muhlis ve samimidirler, aynen  saf bir altın gibidirler, herkim bu hakikatı bilmek istiyorsa kalbini imtihan etsin, eğer düşmanlarımızın muhabbet ve sevgisi bizim muhabbet ve sevgimizle karışmış olup ikisi birarada ise onlar bizden değillerdir ve bizde onlardan değiliz.” Nurussekeleyn tefsiri  cild 4 sahife 234

İnsan hayatında üç duruş, üç çizgi, üç yol vardır:

1- Ruhen, kalben ve amelen imani bir duruş sergiler ki  çizgisi velayet çizgisidir yolu Hakk ve hakikat’tır. Vahy ile beslenir hayatını onunla şekillendirir Ve Kur’an-i Kerim’in Ahzab suresinin 1-2-3. Ayetlerini esas alırlar.

’’Ey peygamber!.. Allah’dan sakın, kafirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir. Ve sana Rabb’inden vahyedilene uy, şüphesiz Allah bilendir. Allah’a tevekkül et; vekil olarak Allah yeter.

Ayet-i Celile’nin nüzul sebebi:

Uhut savaşından sonra Ebu sufyan’ın başkanlığında bir heyet Medine’ye gelir ve Abdullah bini ubey’e misafir olurlar ve Abdullah bini ubeyin aracılığıyla peygamberden eman dileyerek görüşme talebinde bulunurlar; Allah resulü bunlara görüşmek için eman verir; Peygamberin huzuruna geldiklerinde adeta tehdit edercesine şöyle önerilerde bulunurlar:

Bizim inandıklarımıza dil uzatmaktan vazgeç ve onların şefaatçı olacaklarını söyle!.. bizde sizi rabbinizle başbaşa bırakalım ve artık size savaş açmayalım diyerek mağrurane bir tavır sergilerler. Peygamber ve yaranları bunların tavırlarından ve konuşmalarından rahatsız olurlar ama eman verdikleri için bunlara dokunmayın diyerek  yaranlarını teskin etmek ister; ve Ahzab suresinin birinci ayeti nazıl olur. ’’Ey peygamber Allah’dan sakın!.. kafirlere ve münafıklara uyma!..’’ diyerek peygamberine bu ayetle iki yol gösterir.

a- Takvayı emreder; zira takva adaleti ve doğru karar vermeyi aynı zamanda heva ve hevese uymamayı sağlar ve insana izzetli ve vakarlı duruşu kazandırır. Bu ilahi emir tüm zaman ve asırlarda yaşayan mümin ve muvvahitler için kafir ve münafıklara karşı vakarlı duruşun abidesidir.

b- İkinci emir, kafir ve münafıklara tabi olmamayı emreder. Bu ilahi emir bütün müslümanlar için her asırda ve her zamanda müslümanlara izzet veren ve şerefle yaşamayı insana öğreten ilahi mektebin ikinci emridir. Mümin bir ferdin, bir toplumun ve bir devletin izzetli duruşunu sergileyen bu iki emirdir. Yapılacak olan uluslararası anlaşmalarda da izzetli bir duruşun ana sütununu teşkil eden bu iki esastır. Bir milletin bir devletin veya ferdin vakarlı duruşuna yol göstericilik yapan Ahzab suresinin ikinci ayetindeki emirdir.

’’Ve sana Rabbinden vahyedilene uy!’’ Emri ile yönlendirip uluslar arası antlaşmaların yol haritasını beyan eder. Yapılacak olan siyasi, iktisadi ve ticari antlaşmalarda vahyin belirlemiş olduğu sınırlar içinde iki tarafın menfaat ve faydaları göz önünde tutularak ve bir mümin olarak imzaya oturmalıdır. Hiç bir surette mümin bir devlet veya bir millet Amerika’nın müttefiki Avrupa’nın üyesi olamaz; çünkü onların almış oldukları kararlara imza atamaz ve onların gayr-i islami ve gayr-i ahlaki kararlarına ortak olamaz.

Bu izzetli ve karlı duruşun karşısında kafir ve münafıklar baskı veya tehdit yapacak olurlarsa onlara karşı yapacakları eylemi Ahzab suresinin üçüncü ayeti şöyle yol gösterir.

’’Allah’a tevekkül et; vekil olarak Allah yeter.’’ Emri müminlere hayat bahşeden ilham kaynağı olur. Allah’a güvenen bir toplum, bir millet veya devlet vakarlı duruşuyla kafir ve münafıkların kalbinde korku yaratır.

Kafir ve münafıkların istek ve arzularını elinin tersiyle iten islam peygamberi, ümmetine en sıkıntılı anlarda bile kafir ve münafıkların tehdit ve baskıları karşısında imanlarından taviz vermeden vahyi esas alarak vakarlı bir duruş sergilemelerini ister. Siyasi, itikadi ve iktisadi yönden eksiksiz olarak cavap veren kabullendiği İslam dinine yabancı bir katkı karıştırmadan Rabb’lerinden kendilerine vahyedilenle amel etmelerini ister. Bu çağrıya kulak veren Mü’minler İslam’a karışmış bid’at ve hurafeleri temizleyerek İslam’ın özünü yaşamak isterler. Bunlar birinci gurubu teşkil eden mü’minlerdir.

2- Ruhen, kalben ve amelen Hakk’la batıl arasında belirsiz bir çizgi takip eder ve hedefi sadece yaşadığı anı korumaktır; Hakk’la batıl arasında ikileme yapar ne Hakk’la beraber olur nede batılla ikisi arasında bocalayıp durur ve aklınca bir taraftan batılın öncülerini razı etmek ister diğer taraftan mümin ve muvvahitleri aldatmak ister. Allah bunların çirkin yüzünü şöyle açığa vurur:

’’Münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışırlar, Allah da onların hileleri ve oyunlarını bozar. Onlar namaza kalkarlarken üşene üşene kalkarlar, müminlere gösteriş yaparlar. Yoksa aslında Allah’ı pek az hatırlarlar. Onlar müminlerle kafirler arasında bocalayıp dururlar. Ne onlara nede bunlara bağlanırlar. Her kimide Allah şaşırırsa sen ona yol bulamazsın.’’ Nisa/ 142-143

Bu ayetler batılla Hakk’ı bir arada yürütmek isteyenlerin halini beyan ederler. Allah’a, peygambere, kıyamet gününe ve Kur’an-i Kerim’e inandıklarını ilan ederler; ama batılla amel eder gayr-i İslami yönetim ve idare şekliyle devlet yönetirler; Müslümanlara karşı sathi islami bir duruş sergilerler ama Allah’ın velayetine ortak koşarlar ve Hakk’la batılı birbirine karıştırır Hakk’la batıl arasında bir yol izlemeye çalışırlar.

Bu görünümdeki yöneticiler karşısında müslüman halk ikiye ayrılır; birinci grup müslümanlar, bunlara karşı durur ve batılı tüm rüsum ve kurumlarıyla ret ederler ve vahyi mihver alarak hayatlarını onunla şekillenmesini isterler; ikinci grup müslümanlar ise, bu tip yöneticileri kabul eder ve kendilerine namaz kılmalarına, oruç tutmalarına, hacca gitmelerine, tekkelerde zikir çekmelerine ve islami kurumlar kurmalarına musaade ettiklerinden onlara teşekkür eder ve desteklerler. Bu tip müslümanlar  bilinçli olarak yapmak istiyorlarsa Allah’ın velayet sıfatına şirk koşmuş olurlar; buna delil olarak maide suresinin 50. Ayeti şöyle uyarı yapar:

’’Yoksa cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Fakat iman eden insanlar için, Allah’dan daha güzel, daha doğru bir hakim bulunabilir mi?’’

 Evet huzurunda secde ettikleri Rabblerinin hükmünden başka bir yönetim ve idare şeklimi istiyorlar? Yoksa Allah’ın velayetine ortak mı arıyorlar? Efsuz! Bunlar Al-i İmran suresinin 83. Ayetini hiç okumadılar mı?

’’Göklerde ve yerde bulunan ne varsa, gerek isteyerek, gerek istemeyerek Allah’a itaat ederken, hepsi döndürülüp O’na götürülürken, onlar kalkıp Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar?’’

 Evet!. Allah’ın velayetine ortak bulmak için şeytani velayetimi arıyorlar? Evet!. Yerin ve göklerin yönetim ve idaresini yedd-i kudretinde tutan Allah’a ortak aramaya mı çalışıyorlar?

Evet!. Bunlar İslam’ı modernleştirmek isteğinde olan batılıların aydın kabul ettiği karanlıkların heva ve hevesine tabi olmak mı istiyorlar? Yoksa bunlar İslam’ın çağlar üstü ve ilerici ve en modern bir din olduğuna inanmıyorlar mı? Halbuki  İslam dini aydınlık ve ilerici olduğu gibi modern ve çağlara hitap eden muazzam ve mükemmel bir dindir. Ne batının aydınlatıcı aydınlarına nede batının anladığı modern anlayışına ihtiyacı vardır. Tüm yeniliklerin menba’ı Kur’an-i Kerim’dir ve Hz. Muhammed’dir (s.a.a) Her asırda tüm yenilikleriyle beşeriyete yön veren bir modern anlayışa sahip olan İslam dininden başka bir din arayan müslümanların cevabını Kur’an-i Kerim vermektedir.

’’Rahman Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti.’’ Rahman/ 1-2-3-4

Surenin ilkinde bu bir satırlık kısım muazzam bir gerçeği beşeriyete sunmaktadır. Kudret ve azamet sahibi olan Allah, şafkatle yaratıp kemale erdirdiği insana olan rahmetini tamamlamak için Kur’an’ı göndermiş, insanı cehalet ve delalet karanlıklarından velayet nuruyla kurtarmıştır. Hitabı olan Kur’an’ı anlaması için, yarattığı bu insana düşünüp ifade etme kabiliyeti vermiştir. Düşünüp derk etme ve anlama kabiliyetine sahip olan insan, yaratılmışlar üzerinde tasarruf yetkisini Rahman’dan almıştır. Kainatta ki esrarı ve gizli hazineleri elde etmesi için ilmi hazinesinden velayet nuruyla ona kalemle yazmayı ve ona bilmediklerini öğretmiştir. ’’Oku!..  Rabb’in sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretendir.’’ Alak/ 3-4-5

İnsanı muhatap alan Allah, ’’Oku’’ emriyle beşeriyete kemalata gitme yolunu göstermiştir; yeryüzündeki ve gökyüzündeki gizli hazineleri elde etmek için Kalemle yazmayı insana öğreten Allah, bu öğretisiyle insan oğlunun asırlara ve zamanlara hükmedip medeniyetler kurmasına “Oku”, “Kalem”, “Yazı” ve bilmediğini öğreten beyanatıyla ilerleme, yenileme, yükselme, genişleme ve niha-i hedefe kavuşma yolunu ve haritasını belirlemiştir; insan kendisine belirlenmiş bu yol haritasına uyumayı sağladıkça; ikinci günü birinci gününden ileri olmasını ister. İslam peygamberi şöyle buyurur: ’’İki günü musavi olan zarardadır. ’’Evet! Her insan bulunduğu makam ve konumda bir önceki güne nispeten ileri bir adım atamamış ise zarardadır. Zira ilim, hikmet ve marifet kapılarından her biri insaniyet için açılmalıdır. Bu nedenle ilahi velayet nurunun taşyıcısı olan İslam peygamberi ümmetine ve insanlığa şu mübarek sözleriyle şunu emreder. ’’Ya öğretici ol!.. yada öğrenici!.. sakın üçüncüsü olma!..’’

Bu söz beşeriyetin karanlık ve cehalet dünyasını aydınlatacak ilahi bir nurdur. Çünkü peygamberlerin ve peygamberimizin gönderilişindeki hikmet felsefeside budur; zira peygamberlerin ve peygamberimizin gönderilişinde üç temel esas vardır. Bunlardan birincisi tezkiye ikincisi ilim üçüncüsü ise hikmettir. Cuma suresinin ikinci ayetinde şöyle buyurur: ‘’O, ümmiler arasından, kendilerinden olan bir peygamber  gönderdi.Bu elçi onlara Allah’ın ayetlerini okur, onları arındırır, onlara kitabı ve hikmeti öğretir. Halbuki daha önce belli ve kesin bir sapıklık içinde idiler.’’

Ümmi kelimesi burada yahudi geleneğinde ifade ettiği anlamda olup Cenab-ı Hak  Yahudileri üstü kapalı bir şekilde kınamaktadır: ‘’Ey Yahudiler!.. siz Arapları aşağılamak kastiyle ümmi diyorsunuz. Fakat, Allah risalet ve velayetini,  onların arasından seçtiği birine verdi.’’ Siz Arapların cahili dönemlerini çok iyi bilirsiniz, peygamberin önderliğinde onların nasıl bir nitelik ve üstün bir kimlik kazandıklarını da görüyorsunuz. Öyleyse bunun ancak ilahi bir kaynaktan olduğunu anlamanız gerekmez mi?

Görüldüğü gibi cahil ve ümmi bir toplumun çok kısa ve az bir zamanda akıllara durgunluk veren ilmi bir yükselişe ve ahlaki bir olgunluğa sahip olmalarıdır. Bunların  ilim ve ahlak faziletiyle vahyin mektebinde şekillenerek garbın ve şarkın adaletsiz  medeniyetlerine karşı adalet esas alınarak Medine medeniyetini kurmuşlardır. İlahi velayet nurunun tecelligahı olan peygamber-i Ekrem ve Kur’an-i Kerim beşeriyeti bu nurani mektepte nasıl eğitip şekillendirdiğini tarihin sayfalarında inkarı mümkün olmayan hakikatlar müşahede edilmektedir. İlim ve hikmetin menba-ı olan bu ilahi mektebin altıncı imamı olan  İmam-ı Cafer (s.a) yetiştirmiş olduğu talebelerle bugünün ilim ve teknolojisinin temel sütunları olmuşlardır. İman nuruyla kalplerini aydınlatmış olan mümin ve muvvahit ilim adamları ilahi velayetin gölgesinde beşeriyetin madden ve manen yükselişlerinin yol haritasını çizmişlerdir.

İslam ümmetinin geri kalmışlığından sorulacak olunursa şu bir gerçektir ki ilahi nübuvvet ve risalet nuruyla görevlendirilmiş İslam peygamberinin ümmeti için belirlemiş olduğu yol haritasın terk etmeleri ve imamet ve velayet mektebine de sırt dönmeleri neticesinde olmuştur.

İslam peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a) şöyle buyurur: ’’Ben size iki emanet bırakıyorum bunlara sımsıkı sarılır ayrılmaz iseniz benden sonra delalete düşmezsiniz; bunlardan birincisi Allah’ın kitabı Kur’an-i Kerim diğeri ise benim Ehl-i Beyt’imdir. Zira bu ikisi kıyamet gününde Havz-ı Kevser başında bana gelinceye kadar birbirinden asla ve asla ayrılmazlar.’’

Bu hadisi şerif İslam peygamberi tarafından beşeriyetin ilim, hikmet ve marifetin elde edilmesinde belirlemiş olduğu yol haritasıdır. Sosyal adaletin, iktisadi  yapılanmanın, ekonomik ve ticari gelişmelerin, siyasi ve içtima-i organizenin ilahi velayet nurunun tecelli ettiği nübuvvet ve imamet mektebinin temel ilkesi olan Kur’an ve Sünnet’le belirlenmiştir.

Hadisin metnindeki ’’Lentadillu be’adi’’ sözü ümmet tarafından dikkate alınmadığından bugün ilim, hikmet ve marifette geri kaldıkları gibi müstekbir ve zalim güçlerin hizmetinde zillet içinde yaşamaktalar. ‘’delalet’’ yoldan çıkma ilahi nübuvvet ve imamet nurundan kaçma yarasalar gibi kuytu ve karanlıklarda yaşamayı ve ilimden, irfandan ve hikmetten yoksun bir hayatı kendine saadet bilen ezberci Müslümanlar kendileri geriledikleri gibi mukaddes İslam dinine de gerici damgası vurdurttular. Bunlar üç sınıfa ayrılırlar:

1- Camilerdekiler:

Camilerde namaz kıldırmak için görevlendirilmiş ilim adamları müftüler ve vaizlar . Veya daha önce vakıflar tarafından il ve ilçelerde ki müftü, vaiz, imam ve müezzinler. Bunlar bir noktada seküler ve laik bir anlayışta dini devletten ve siyasetten ayırır; din adamlarının siyasete ve yönetime karışmaması için önemle üzerinde dururlar; bunu takva sayarak kendilerini yönetmekte olan batı taklitçilerinin kirli çamaşırlarını gizlerler. Ümmetin yönetimini İslam’dan nasibini almamış cahil ve bilgisiz insanlara bırakır ve can-ı gönülden onları desteklerler. Bunlar bir noktada Allah’ın velayetine beşeri velayeti ortak koşmaya rıza göstererek yönetimi gayr-i İslami olan batı taklitçilerine bırakır ve onu destekler olurlar. Diğer bir taraftan ilmi gelişmelere teknolojik atılımlara bunlar kıyamet alemetleridir diyerek İslam Ümmetini bu sözlerle bir zamanlar uyutuyorlar. Diğer taraftan bunlar gavurların icadıdır diyerek duygu sömürüsü yaparlar; ilmi ve teknolojik gelişmelere karşı çıkarak kedi takvasına bürünür ve cehaletlerini örtmeye çalışırlar. Kur’ani Kerim ve hadis ilminin sadece ibadi kısmını okur ve halkın dinini yaşayarak ilmi bir kisveyle baş köşede otururlar. Veya makam ve mevkisini korumak için zalimlerin zulmuna rıza gösterir ve uydurma hadisler okuyarak zalimlerin takdirini kazanmaya çalışırlar.’’ Başınızdaki zalimde olsa sırtınıza vurup malınızı da elinizden alsa ona itaat edin’’ diyerek peygambere iftira ederler. Bunlar dine gerici damgası vurdurtan din adamlarıdırlar. Günümüz diyanet ve cami görevlileri ise şekil değiştirerek modern bir din anlayışını batıyı taklit ederek topluma batının kabul edeceği bir din anlayışını sunmaya çalışırlar; ve dinin sadece bir vicdani  ve ahlaki bir sorumluluk olduğunu söyleyerek dinin bir idare ve yönetim şekli olduğunun üzerine perde çekerek ilahi velayeti topluma unutururlar. Toplumun avam ve halk kitlelerine helal ve haram olan şeyleri anlatırlarken devlet yöneticilerinin yapmış oldukları cinayet ve haramları toplumdan gizlemeye çalışırlar. Camideki cemaata, tekkedeki sofuya ve medresedeki talebeye hırsızlık yapmayın haramdır, zina yapmayın haramdır, kumar oynamayın haramdır, başkasının malına canına ve ırzına dokunmak haramdır; adam öldürmek başkasının malını gasp etmek haramdır” diyerek şiddetle üzerinde durur böylece devletin emniyetini sağlayarak polis görevini yapmış olurlar; Yukarda söylenenler Allah’ın dininde haramdır ama sadece fakir halka değil; asıl kendilerini yönetmekte olan Cumhurbaşkanına da, başbakana da Milletvekilerine de vali ve kaymakamlara da askeri komutanlara da ,yüksek yargı bürokrasinin en üst kademelerinde de yer alanlara da haramdır; vurgulamak istediğimiz maksat bu sayılan haramları işleyen laik, demokratik ve hukuk devletini idare edenlere niçin söylenmemektedir; Allah Resulü şöyle buyurur: ‘’Zalim sultan (idareci) karşısında susan dilsiz şeytandır’’ Ne yazık ki bunlar laik demokrasi ve hukuk devleti diye anılan canavarı savunurlar ve Allah’ın velayetine de bilmeden şirk koşmuş olurlar. Anti parantez şunu belirtmek gerekir ki tarihte ve günümüzde ilim ile hikmet  ile irfan ile tarihin sayfalarına altın harflerle geçen ve  bugün varılmış olan ilim ve teknolojisinin temelini atmış ve zalim yönetici ve laik ve seküler anlayışa karşı direnmiş ulemadan özür diler onları minnetle anarız. Hele günümüzde İran İslam Devrimini gerçekleştiren ve bugün ilim ve teknolojide batıyla yarışan ilim adamlarına İslam Ümmeti minettardır. İlahi velayet mektebi olan Ehl-i Beyt mektebi yeniden beşeriyete medeniyetin ve ilmin kapısını açmış bulunmaktadır. Zalim ve müstekbirlerin İran’a karşı açmış oldukları düşmanlıkta İran’daki imamet ve velayet inancınadır; ne yazık ki İslam dünyasında zalimlerin yanında yer alarak camilerde ve mahfillerde onların batıl bir mezhep olduğunu söylemekteler. Bu söylemleriyle içinde bulundukları zilleti örtmek isterler.

İran İslam devriminden sonra gelişmekte olan siyasal ve Muhammedi (s.a.a) İslam; İslam ümmeti arasında kalplere hükmederek zalim ve müstekbirlere karşı kıyamlar oluşturmaktadır. İran İslam devriminin dünya devletleri karşısında ilahi velayet ve imamet mektebinden almış olduğu cesaretle karşı duruşu ve Lübnan Hizbullah’ının 33  günlük savaşta ortaya koyduğu büyük azim ve direnişle yıkılması mümkün olmayan israilin karşısında almış olduğu tarihi başarı dünya müslümanlarının uyanışına sebep olmuştur. Artık Müslümanlar gerici değil belki ilmi gelişmelerde ve bilimsel çalışmalarda dünya devletleriyle rekabet etme seviyesindeler. Ama ne yazık ki hala akıllarını başkalarının cebine koymuş ve sürü gibi yönetilenler halen var!..

2- Tekke ve zaviyeler:

İslam tarihinde önemli bir yere sahip olan tekke, medrese ve zaviyeler, ilmi, irfanı ve hikmeti öğreten ve insanı şirkten, küfürden, nifaktan arındırarak kalplere ilahi aşk-ı yerleştiren islami kurumlardır. Kur’an, Peygamber ve Ehl-i Beyt eksenli kurulmuş bu müesseseler tarihin verilerine göre ilim ve hikmette, kelam, mantık ve felsefe ilimlerinde, hendese, cebir, fizik ve kimyada, tebabet ve ilmi nücumda beşeriyeti aydınlatacak ilmi eserler yazarak günümüz dünyasında ve ilmi mahfillerde halen değerini korumaktalar. Ancak bu kurumlar, Hindistan’dan esen mistisizm (sofilik) akımının rüzgarı İslam Ümmetinin idari mekanizmasında oturan şahlar ve padişahların desteğiyle ele geçirdikleri mezkur müesseselere hakim oldular. Metafizik konuşmalarla cazibe alanı oluşturan sofiler bilinçsiz toplumların teveccühünü kazandılar. İlim adamlarının maneviyatten anlamadıklarını ancak kal-u kille uğraştıklarını söyleyerek insanlar nezdinde küçülterek onlara karşı duyarsız hale getirdiler. Daha acısı saray alimleriyle birleşerek ilim adamlarını dinsiz kafir ilan ederek onları zindanlara, sürgünlere ve idamlara mahküm ettiler. Ve İslam dünyası adeta kiliselerin sömürgeci, baskıcı ve ilim adamlarını afaroz eden batıyı yaşamaya aday oldular ve yavaş yavaş ilim, hikmet ve irfan mekteplerinin kapısına kilit vurdular ve bugün bir buçuk milyar Müslümanı batıya köleleştirdiler.” Bir hırka bir lokma bize yeter!.” “Dünya kafirler içindir bize ahiret yeter” diyerek islam dininin  terakkiye, yenilenmeye ilim ve yeni buluşlara karşı gerici yobaz bir din anlayışını toplumlara sundular. İşte islam ümmetinin başına gelen en ağır musibetlerden biri bu kurumlardır; halen zalim, diktatör, batı hayranı ve kopyacı yöneticiler bunların desteği  ile ayakta durmaktalar. Ancak bu sihirli oyunu İslam Ümmetinin baş komutanı ve imamı imam Humeyni (r.a) bozdu ve yeniden İslam’ın ilmi ve manevi kudretini bütün düyaya tanıtarak yeniden İslam güc haline geldi. Yılan gibi kıvrıla kıvrıla yürüyen batı köleleri İran İslam cumhuriyetini müslüman halklara büyük bir tehlike olarak göstermeleri oyunlarının bozulmasından korktukları için batı dostlarını yanına alarak köle ve ılıman bir İslam’ın ayakta kalmasını sağlamaya çalışıyorlar.

3- Reforumcu ve yenilikçi Müslüman aydınlar:

Reformculuğun ve yenilikçiliğin temel esaslarını kendi bünyesinde taşıyan islam dini, asırlara hitap ederek ilim ve hikmette gelişmekte olan  bugünün dünyasına cevap vererek yeni gelişmelere kapısını sonuna kadar açmaktadır. Bunun en bariz örneği  İran İslam cumhuriyeti ile kanıtlanmaktadır.

Bizim işaret ettiğimiz, İslam Ümmetinin gerilemesinde rolü olan İslam mektebinde yetişmemiş velayet ve imamet mektebinden habersiz ve batının kabul ettiği mektep ve medreselerde eğitim görmüş reformcu ve yenilikçi aydınlardır. İslam dinini bugün yaşanmakta olan Yahudilerin din anlayışına veya Hrıstiyanların inanmış oldukları din anlayışına getirmek için yıllarca çalışan batı musteşriklerinin başaramadıklarını Müslüman aydınlar başarabildiler. Din, ferdi ve ahlaki bir meseledir dinin beşeri yönetmek için herhangi bir programı yoktur. Dinde reform adı altında dini hükümlerin çağa uymadığından; modern dünyayla sıkıntı yaşamaktadır. Bu anlayışla halkların kafalarında soru işaretleri yaratarak dinden ve ilim adamlarından uzaklaştırma gayretini sarf ederek toplumu batı modeli ve batının kabul edeceği bir din anlayışını sunmak isterler. Batıya yaranmak için bazı değiştirilmesi mümkün olmayan ve Kur’an-i Kerim’in tabiriyle” Ümm-ül Kitap ’’olan hükümleri değiştirmek isterler. Veya İslam dininin devlet yönetimine bir programının olmadığını iddia eder laik ve seküler bir anlayışı savunurlar ve böylece dini siyasetten, siyaseti dinden ayıran bir anlayışı ortaya koyarlar. Bazen dinin kudsiyetini savunur fertle Allah arasında vicdani bir inanç kabul ederler, veya dini mukaddes ve nurani bir inanç kabul ederler onun siyasetle kirletilmemesini savunurlar. İslam peygamberini bir postacı kabul eder onun beşeriyete  bir hükümet modeli sunmadığını savunurlar. Önce bu iddiada bulunanları islam peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a) le tanıştırılması en güzel cevab olur. Kur’an-i Kerim peygamberin konumunu yerini ve kanun koyma yetkisini açıkca beyan eder. Ve insanlar tüm işlerinde sorunlarının çözümde  ve hüküm vermesinde kaytsısz ve şartsız ona itaat edilmesini emreder. Ve şöyle buyurur:

’’Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resule itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de (itaat edin). Allah’a ve ahiret gününe iman etmişseniz, bir şey hakkında ihtilafa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne arzediniz (Kur’an ve sünnete müracaat ediniz). Böyle yaparsanız hem daha hayırlı, hemde netice bakımından daha güzeldir.’’ Nisa/59

Bu ayet-i Celile’yi iki kısımda ele almak gerekir. Birinci kısım itaatın mutlak yapılması gerekli olanlar; ikincisi hüküm koyma yetkisi olanlar. Her iki ayet tevil ve tefsire ihtiyaç duymaksızın çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Konu şu, İslam dininin beşeriyetin yönetim ve idaresine sunacağı bir ayın’namesinin olup olmadığıdır. Yukarıdaki ayette itaat edilmesi mutlak olan Allah, peygamber ve Allah ve resulü tarafından atanması yapılmış olan ulul emr; Eğer islam dininin beşeriyet için bir ayın’namesi yoksa beşeriyetten neye itaat etmeleri isteniliyor? Eğer kanunu, yasaması ve yargısı yoksa o zaman nasıl bir itaat edilmesi bekleniliyor? Eğer siyasi, iktisadi ve ticari bir kanunu yoksa neden ayette ‘’Bir konu hakkında ihtilafa düştüğünüzde onu Kur’an ve sünnete götürün’’ Buyuruyor? Ayrıca Ahzab suresinin 36. Ayeti  ile şöyle uyarı yapar:

‘’Allah ve Resulü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, hiçbir mümin erkeğin ve mümine kadının, o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur.’’

Ayette geçen (kada) “Kazayi teşri-i) Kanun, ferman, hakim ve yönetici, yönetim ve kanun koyucu ve hükmeden manasına gelmektedir. Hakikatte Allah’ın ve onun elçisinin kulların itaatına ihtiyaçları yoktur. Belki konulmuş kanunlar, yönetmelikler ve yasalar ferdi, ailevi ve toplumsal yaşamın teminatı için Allah ve Resulü tarafından konulmuş yasalara, kanunlara ve yönetmeliklere uyulması ve itaat edilmesi mümin ve mümine olmalarının temel şartı kabul edilmiştir. Beşeriyeti yaratan Allah, yarattığını en güzel şekilde  bilende yine O’dur. Yarattığını yaratılışın hikmetine uygun yaşayabilmesi için, Yaratan’ın ona kanun koyması insanın en tabi-i hakkıdır. Bu tıpkı mahir ve mutehassis bir tabibin hastasına yazdığı reçetenin harfiyen uygulamasını hastadan istemesidir; zira hastanın derdinden tabibi anlar ve ona göre reçete yazar; tabiplerin tabibi olan Allah, beşeriyetin hayat reçetesini yazmıştır. İslam peygamberini, yazılmış bu ilahi reçeteyi beşeriyetin hayatında uygulanması için onu yeryüzünün halifesi, elçisi ve imamı kılmıştır. Vahy’in ekseninde yaşamını şekillendiren İslam peygamberi sözleriyle, eylem (fiili) ve sessizliğiyle ilah-i Ahkamı ve şeriatı beşeriyetin saadeti için sunmuştur. Kanun koyma yetkisine sahip olan İslam peygamberi, kıyamete kadar beşeriyetin sorularını cevaplandıracak yasalar ve kanunlar hazırlamıştır ve beşeriyete sunmuştur. Şöyle bir soru sorulacak olunursa : devamlı değişmekte olan insan yaşantısına İslam sabit kanunlarıyla nasıl cevap verecektir? Ve nasıl devamlı değişmekte olan zamana dini hükümlerle cevap verilecektir. Sorulara yanıt olarak beşeriyetin hidayeti için düzenlenmiş ilahi hükümlerin beşerin ilk yaradılış fıtratına uygun ve tabiatına mutabıktır. İslam bu esasa riayet ederek kanunlarını vazetmiştir. Zira İslam manaya, hakikate ve insanın yaşantısının ruhunu dikkate alarak teşri-i kanunları vazetmiştir; iç ve dış görüntüleriyle insanı muhatap alarak onun önünü açarak ilim, hikmet ve ilmi fünunu hedef alarak insanın maddi dünyasını ve saadet yurdu olan ahiretini garantıya alarak hidayet edici kanunları vazetmiştir. Sabit kanunlar sabit niyazlar, önerilmiş muteğayyir kanunlar ise muteğayyir niyazlar için vazedilmiştir. Bu esas dinin yapısının mucizesi olarak bilinmektedir. Dinin sabit kanunlarla gerici bir din olarak kabul etmekte olan aydınlar, dinin gelişmekte olan dünyaya cevap veremediğini ileri sürmekteler; halbuki değişmekte ve yenilenmekte olanlar bunyadi değillerdir, belki değişmekte ve yenilenmekte olanlar sırf şekil ve kalıptır. Misal olarak hukuki ve iktisadi kararlar ve alışveriş ve icare, hem geçmişte ve hemde bugün de vardı ve aynıdır; bugün farklılıklar ve incelikler olmuştur, amma onların hukuki muhtevası sabittir. Ayrıca zamanın değişimi ile ahkamın yenilenmesi anlayışı İslam’ın ilerici ve tekamül edici bir anlayışa sahip olduğunu göstermektedir.

 Bu zatları cevaplandıran Kur’ani Kerim beşeriyetin siyasi, içtima-i, iktisadi ve ahlaki yapısını Bakara suresinin 177. Ayeti ile şöyle beyan etmektedir.

’’İyilik ( terakki, özgürlük, hürriyet ve hayır), yüzlerinizi doğuya ya da batıya çevirme değildir. Asıl (terakki, özgürlük, hürriyet) iyilik; Allah’a, ahiret gününe, meleklere ve peygamberlere iman eden, sevdiği malını Allah’ı hoşnut etmek için, yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, isteyenlere ve boyunduruk altında bulunup hürriyetine kavuşmak  isteyen (batı ve doğu bloklarının sömürüsünden) kurtulmak isteyen köleleştirilmiş ve esir edilmişlere veren; namazını hakkıyla ifa edip zekatını veren; sözleştiği zaman sözünde duran, hele hele sıkıntı ve hastalık hallerinde, savaşın şiddeti esnasında sabreden kimselerin davranışlarıdır. İşte onlardır imanlarında samimi olanlar ve işte onlardır Allah’ı sayıp günahlardan korunan takvalılar.’’

İnsan hayatına yön veren bu ayet-i celile, önce insanların kölelikten, esaretten ve zillet altında yaşamaktan kurtarma planını şöyle sunar: İnsanı köleleştiren batı ve doğunun ilahlaştırılmış oldukları göz kamaştırıcı maddesinden kurtarıp ilahi velayetin teminatı altına almak ister. Yani gönüllere ilahi velayet ve nübuvvetin nurunu yakmak ister. Sonra gönülleri aydınlatan velayet nuruyla inanmışların görev sınırlarını belirler. Önce batı ve doğu bloklarının göz kamaştırıcı maddi kalkınmalarının insanlığa mutluluk ve huzur getirmediğine işaret eder. Ve bu iki gücün sihirbaz görüntülerini ifşa ederek beşeriyeti maddenin acımasız çukuruna attığının uyarısını yapar; batı ve doğunun maneviyatten yoksun kalkınması insanlığa kan ve göz yaşları getirmekten başka bir iyiliğinin olmadığına dikkatleri çeker; ve imanlı gönüllere bunlardan  berhazer olmalarını diler; Ve metafizik olan manevi güç ve kuvvet olan Allah’ın sonsuz gücüne yüzünü çevirmesini ister ve bu yönelişle Allah’ın velayetinin gölgesinde Musa’nın Asası gibi firavunun sihirbazlarının sihrini bozmasını ister; manevi değerler olan ve ilahi elçiler kabul edilen melekler ve resuller ve beşeriyete gönderilmiş ilahi kitaplara imanla kendisini ilahi velayetin karantinasına almasını ister. Bu bir fıtri yapıdır insanın kimliğini, şahsiyetini ve özgürlüğünü belirler.

Ayetin ikinci kısmında ise imanın iktizası gereği; sevdiğini inandığının yolunda sarf etmesidir; Allah’ın yeryüzündeki belirlemiş olduğu velayet çizgisinin korunması için sevdiği malını o uğurda vermesidir. İlahi velayet cizgisi olan imametin korunması, insanı şarkın ve garbın köleleştirmek istediği maddi çizgilerin esaretine karşı islami bir duruş sergilemektir. Bu eylemle şarkın ve garbın göz boyayan aldatıcı görüntüsüne velayet ve imametin nuruyla hakikat aynasından onların çirkin  ve insanlık düşmanı olduklarını ifşa etmektir. Bu nedenledir ki Allah insanların kalplerini imanla birbirine kaynaştırarak beşeriyeti bir vücut haline getirilmesini ister. Önce insanların kimsesiz, yoksun, gücünü kaybetmiş ve bakıma muhtaç olanlara işaret ederek onlara yardım edilmesini ister. Böylece insanlar arasında sosyal adaletin işleyebilmesini iman ilkesi üzerinde tesis eder. Zira insanlar arasındaki gelir dağılımı ilahi belirlemelere göre tanzim edilmedikçe maddi kalkınmanın ve teknolojik yükselmenin beşeriyete mutluluk getirmeyeceğini günümüz dünyası bugün yaşamaktadır. Laik, demokratik ve seküler sistemlerin doğurmuş olduğu kapitalist sınıfın ezici baskısı ve sömürüsü altında inlemekte olan milyarlarca fakir ve yoksul insanın dramatik yaşamına günün göz kamaştırıcı teknolojisi deva olmamıştır; Kapital sahiplerinin gücüne güç katarak fakirin yarasını biraz daha derinleştirmiştir. Modern dünya diye tanımladıkları bugün asırlar önceki Bizans’ın, Roma’nın, Sasanilerin ve Arap yarımadasındaki müşrik toplumların mazlum halklara yapmış oldukları zulüm  bugün aynısı yaşanmaktadır. İlim ve teknolojinin yenilenip gelişmesi inkar edilmeyecek bir hakikattır; amma ilim ve teknolojinin vermiş olduğu sarhoşluk tarihin en geri kalmış barbar toplumunun ahlakını yaşatmaktadır. Bu nedenle imansız ve dinsiz bir toplumun geliştirmiş olduğu teknoloji; sadece insanlara ölüm ve gözyaşı getirmiştir; işte demokrasi anlayışının beşeriyete sunmuş olduğu modernizmin dünyadaki görüntüsü nesli ve tabiatı ifsada götürmüştür; Dini devletten devleti dinden ayıran laik, demokratik ve seküler anlayış ve sistemler günümüzde milyonlarca insanın, tabiattaki canlıların ve tabiat düzeninin dengesinin bozulmasına neden olmuştur. Halbuki islam dini, ilmi kalkınmanın ve teknolojik gelişmenin insanlığın hizmetine sunulmasını ve onlara mutlu bir hayat vermesini önermektedir; Din yönetenle yönetilen, zenginle fakir arasındaki ezici farkı kaldırarak insan olma ve insanca yaşamayı emretmektedir. Milli gelirlerin tekelleşmemesini ve milli servetin dağılımını adil bir şekilde düzenler. Bu konuyu Haşir suresinin 7. Ayeti şöyle açıklar.

’’Allah’ın o “fethedilen” şehir halkından peygamber’ine verdiği fey, Allah’a, peygamber’e onunla yakınlık sahiplerine, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Böylece <bu mallar> sizden zengin olanlar arasında dönüp dolaşan bir servet olmasın. Peygamber size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan sakınıp korunun, şüphesiz Allah, cezası pek şiddetli olandır.’’

Açık bir ifade ile gelen gelirlerin <ganimetlerin> altı sınıf arasında taksim edilmesi ön görür.

  1. Önce her noksanlıktan ve ihtiyaçtan münezzeh olan Allah için ayrılması istenilir; bu taksimattan maksat ganimet olarak gelen gelirlerden altıda birini “Beyt-ül Mal’a ayrılması ön görülür.
  2. Zekat ve sadakanın kendisine haram olan peygambere altıdan birininde peygamberin geçimi için ayrılmasını öngörür. Peygambere ayrılan bu hisse toplumun zayıf tabakasının bireylerinin almış olduğu miktara muadildir.
  3. Zekat ve sadakanın alınması yasak olan peygamberin Ehl-i Beytine (yakınlarına) gelen gelirin altıda birinin ayrılması ön görülmüştür.
  4. Gelen gelirin altıda biri de yetim kalmışlara verilmesi ön görülmüştür.
  5. Çalışma gücünü kaybetmiş veya çalıştığı halde geçimini sağlamayan fakirlere verilmesi öngörülmüştür.
  6. Yolda kalmışlara. Kur’an-i Kerim’de ki bu ifadeye, zaman değişmesi ve ulaşımın kolaylaşması bakımından yeni bir anlam yüklü olduğu kanaatındayım. Ayetin metnindeki mana yolda kalmış olan kimselere işaret etmektedir; zira ulaşım imkanları oldukça zor olan dönemlerde vatanında zengin olduğu halde gitmiş olduğu ülke veya şehirde parasız kalmış kimselere işaret edilmektedir ; ancak günümüzde ulaşım ve iletişimin kolaylaştığından yolda kalmışlar için bir sorun kalmamıştır. Bu nedenle yeni bir ifade ile açıklamak gerekir. Kendi ülkesinden kovulmuş sığınmacı olarak yaşamış olduğu islami bir ülkede mağdur olmayacak bir şekilde ganimet malından  bu tür yabancılara verilmesi hükmü çıkarıla bilinir.

Ayetin ikinci kısmında ise milli gelirlerin veya ana kapitalın belirlenmiş özel şahsiyetlerin, yani zenginlerin elinde dönen bir sermaye olmamasını ön görmektedir. İslam, kapitalist ve sömürgeci düzenlere karşı eşitlik ilkesini esas alarak milli gelirin vatandaşlar arasında adil bir şekilde dağılımını  emreder. Özel ve zaruri anlarda iman bağıyla birbirine kaynaşmış müminleri kardeşlik ilkesi üzere birbirinin varisi kılarak zengin ve fakir arasında olası bir düşmanlığın veya kıskançlığın önlemini almış olur. Misal olarak Mekke’den Medine’ye hicret eden muhacirlerle Medine’de bulunan Ensarı Resul-i Ekrem Allah’ın emri üzere birini diğeri ile kardeş etmiştir; ve birbirinden irs alma hakkına sahip kılınmışlardı.  Bu muvakkat bir hükümdü sadece sıkıntılı bir sürecin aşılması için verilmiş ilahi karar sıkıntılar kalkınca, Ahzab suresinin 6. Ayetinin hükmüyle bu hüküm kaldırılmıştır: ’’Akrabalar miras bakımından Allah’ın kitabında, birbirine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar.’’ Çünkü muhacirler Medine’de yerleşik bir halk haline geldikten sonra elde etmiş oldukları kazançlarıyla  aradaki yoksulluk farkını kapatmış ve seviye olarakta dengeyi sağlamışlardı ve bu nedenle muhacirler ve müminler birbirinden irs götürme hükmü de kaldırılmıştır; ancak her asır ve zamanda müslümanlar ayni müşkülatlarla karşılaştıklarında ilahi hüküm yine bakidir. İslam peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a) zaman ve asırlara hitab eden şu evrensel sözü insanlar arasındaki eşitliği, muhabbeti ve insani değerleri korumayı teminat altına almıştır. ’’Komşusu aç iken kendisi tok olarak yatarsa bizden değildir.’’ Bu ilahi söz bütün beşeri düzenlere cevap olarak yeter. Bu nedenle kulakları çınlatan vahy’in sesi insanlara şöyle bir uyarı yapar.

’’Göklerde ve yerde bulunan ne varsa, gerek isteyerek, gerek istemeyerek Allah’a  itaat ederken, hepsi dödürülüp O’na götürülürken, onlar kalkıp  Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Evet! Bütün yaratılmışlar Allah’a itaat ederlerken akıllı insan düşünen insan başka bir din mi arıyor? Yeryüzünün idaresine ve yönetmesine tayin edilen insan; Allah’ın velayetinden başka bir velayet mi arıyor? Şarkın ve garbın göz kamaştırıcı maddi kalkınmasına ve teknolojik ilerlemesine teslim olarak ilahi velayeti mi unutuyorlar? Bugün dünya insanı buna şahittir ki manadan yoksun imansız ve imamsız gelişmekte olan ilim ve teknoloji ,insanlığa gözyaşı ve huzursuzluktan başka bir şey kazandırmamıştır. Basiret gözüyle günümüze bakacak olursak maneviyatten yoksun  ilahi velayetten uzak olan gelişmeler dünya insanını kana boğduğu gibi  ahlaki ve ailevi bir çöküntünün de temelini atmıştır.

Günümüz aydınları ve yöneticileri söylem ve yazılarıyla insanları demokrasi veya ilerlemiş demokrasilerle oyalamakta olan bu zat-ı muhteremler gün geçtikçe insanlara su yerine kan içiriyorlar. Adres olarak göstermiş oldukları ilerici demokrasiyi yaşayan ülkeler hiç bir canlıya yapılması uygun görülmeyen cinayet ve işkenceyi insanlara uygulamaktalar; vahşi hayvanlar gibi avlayacakları ülkelere yanlarına tilki ve çakallarını da alarak sulh ve barış adı altında o ülkenin insanlarının başına  öldürücü veya felç edici bombaları dökerek yeraltı ve yerüstü tabi-i kaynaklarını yağma ediyorlar.

İslam dünyasının gerilemesinde en böyük rolü alan bu tip aydınlar yazıları ve söylemleri  ile İslam Ümmetinin beyninde oluşturmuş oldukları batı hayranlığı bir buçuk milyar Müslümanı batıya köleleştirmiştir. Bu durumu fark eden Müslümaları da, gördüklerinde İslam ülkelerini yöneten liderler hemen batı ve israil aleyhine birkaç tane yıldızlı slogan atırrarak ve medyanında şişirmesiyle islami liderlik kürsüsüne oturtarak uyanmak üzere olan müslümanı yeniden uyku tulumuna sokarlar. Böylece şirk düzenlerinin ayakta kalmasını sağlamış olurlar. Ruhen kalben ve amelen Hakk’la batıl arasında ikileme yapanların belli ve net bir çizgilerinin olmadığından dolayı büyük bir eziklikle zillet altında yaşamaktalar.

3- Ruhen ,kalben ve amelen batılın yanında yer alanlar; bunlar inkarcı kafirlerdir.

’’Kafirlere gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar inanmazlar.’’ Bakara/6

Bu tip kafirlere gelince, bunlar batılı savunan ve batılda israr eden ve gerçeği asla ve asla kabul etmeme duygusu kalplerine bir karekter olarak yerleşen kimselerdir.

El- Kafide, Zübeyri şöyle rivayet eder: İmam sadık’tan (a.s.) Allah’ın kitabında kaç çeşit küfürden söz edildiğini sordum, şöyle cevap verdiler:

Allah’ın kitabında beş çeşit küfürden söz edilir:

a- Inkara dayalı küfür. Bunun da iki çeşidi vardır.

b- Allah’ın emirlerini terketmeye dayalı küfür.

c- Uzak olduğunu bildirme, ilişki kesme, tanımama anlamında küfür.

d- Nimete karşı nankörlük etme anlamında küfür. İnkara dayalı küfür, Rablık makamını inkar etmektir. ’’Rab yoktur, cennet ve cehennem yoktur’’ diyenler gibi. Bu, zındıklar zümresine mensup iki gurubun sözüdür. Bunlara dehrilerde denir.’’ bizi yok eden ancak zaman (dehr) dir dedikleri için bu adı almışlardır. Bu anlayış, düşünme ve araştırmaya gerek duymadan, bu böyledir, böyle olur, diyerek kendini rahatlamaya çalışan bir zihniyetin ürünüdür. Nitekim yüce Allah onlar hakkında: ’’Onlar sadece zan ediyorlar’’ Casiye/24 buyuruyor. Yani herhalde böyledir diyerek kendilerini avutuyorlar. Yine buyuruyor ki: ’’Kafirlere gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar inanmazlar.’’ Yani Allah’ın birliğini kabul etmezler buyuruyor. İşte küfrün bir çeşidi budur.

Küfrün ikinci çeşidi ise, bilerek inkar etmektir. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurur: ’’Vicdanları, onların doğruluğuna kanaat getirdiği halde, sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları inkar ettiler.’’ Neml/14

Küfrün üçüncü çeşidi ise nimete karşı nankörlüktür. Yüce Allah şöyle buyurur: ’’Andolsun şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım ve eğer nankörlük ederseniz azabım pek çetindir.’’ İbrahim/7 Küfrün dördüncü çeşidi de, yüce Allah’ın emirlerini terk etmektir. Bu hususta yüce Allah şöyle buyurur: ’’Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız, diye sizden kesin söz almıştık. Sonra siz de bunu ikrar etmiş, sizde buna tanık olmuştunuz. Ama siz yine birbirinizi öldürüyorsunuz, sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz; onları çıkarmak size yasaklanmış iken esir olarak geldiklerinde fidyelerini veriyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına  inanıp bir kısmını inkar mı ediyor sunuz?’’ Bakara/84

Burada yüce Allah, emirlerini terk ettikleri için onları küfürle nitelendiriyor, bir yönden de onları imana nisbet ediyor. Fakat bu imanlarını kabul etmediğini, bunun kendi katında onlara bir yarar sağlamayacağının da şöyle vurguluyor: ’’Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir.’’ Bakara/85

Küfrün beşinci çeşidi de:  Uzak olduğunu bildirme, tanımama anlamındaki küfürdür. Bunun örneği de yüce Allah’ın Hz. İbrahim’in (a.s) diliyle aktardığı şu ifadedir: ’’Sizi tanımıyoruz, siz, bir tek Allah’a inanmayıncaya  kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir.’’ Mumtehine/4 Yani Hz. İbrahim, biz sizden uzağız, aramızda ilişki kalmadı demek istiyor. El- mizan fi tefsir’il kur’an C. 1 S- 82-83-

İmam Sadık (a.s.)’ ın belirlemiş olduğu bu beş grup kafirler delaleti saadet bilip hakkı bilebile inkar eden insanlardır. Bunlar her zaman ve asırda hakikatın insanların kalbine yansımasına mani olan ilahi velayetin düşmanlarıdırlar. Şeytanı kendisine dost edinen bu guruplar, batıl cephesinde yer almış beş sınıflardır. Bu beş sınıfın hedefi, Allah’ın yeryüzüne atamış olduğu ilahi velayet nuruyla görevli ilahi elçiler ve onların vasileridir. Bu düşmanlık dün ve bugün aynıdır; zira bu müstekbir zalimler ve bilebile hakkı inkar edenlerin hedefinde Allah’ın velayetine ortak olma vardır; aslında inkar söz konusu değil belki kendisini mustağni görmekte olanlar ilahi velayetin beşeriyetin yönetim ve idaresine karışmamasını istemekteler. Peygamberlerin ümmetlerinin kendilerine karşı duruş sergileyip karşı duruşlarındaki hedef bizim üzerinde bulunduğumuz ve bize atalarımızdan kalmış dinimize dokunma? demeleri olmuştur. Günümüzde küfrün başını çeken ”büyük şeytan Amerika” parasının üstüne Allah birdir yazdırdığı halde Allah’ın dinine savaş açan acımasız zalim yine odur. Günümüzdede islam dünyasına hakimiyetini kabul ettiren ve inandığını islam dünyasına yaşatan yine “büyük şeytan Amerika” ve batıdır. Bu zalimlerin hedefinde Allah’ı inkar etmek yoktur; asıl hedefleri Allah’ın beşeriyet için göndermiş olduğu din-i mübin-i İslamdır. Hiç kimsenin namazla oruçla ve hacla bir sorunu yoktur; asıl sorunları Allah’ın velayeti ve göndermiş olduğu şeriatadır. Bu zalim ve diktatörlerin peygamberlere veya bu nuru taşımakta olanlara karşı niçin savaş açtıkları çok rahatlıkla anlaşılmaktadır. Günümüzde mücadelesi verilmekte olan şeyde budur; Bugün ilahi velayetin ve ilahi şeriatın hakimiyeti için çalışmakta olan mümin ve muvvahitler Amerika ve yandaşları tarafından terörist ilan edilerek Müslüman halkların uyanmasını engellemekteler. Ve hatta gerektiğinde ilahi velayetin hakimiyetini engellemek için İslami kıyafete bürünür mescitlerde ön safta namaz kılarlar ve kılmaktalar. Bütün bunlar İslami bir yönetimin veya siyasal İslamın insanlığın hayatına gelmemesi için yapılmakta olan çalışmalardır.

Orta doğunun bugün yaşamış olduğu doruk noktasındaki dramatik yaşam, zalim ve müstekbirlerin barış ve demokrasi adı altında bölge insanını kana boyamıştır. Atmış oldukları bombaların üstünde de yine demokrasi yazılıdır, demokrasinin doğru tarifide aslında budur! İşlenen tüm bu cinayetler demokrasi adına yapılmaktadır. Zira bu cinayetleri işleyenler demokrasiyle yönetildiklerini ve hemde ileri bir demokrasiye sahip olduklarını söylemekteler. Pes doğrusu! Bu kadar cinayetleri işleyen zalim ve müstekbirlerden kurtuluş ve özgürlük bekleyenler insanlık adına suç işlemekteler; Oldukça garib bir tablo var önümüzde, Hristiyanı, ateisti, yahudisi, sosyalisti, komunisti, kapitalisti ve hatta amerikancı müslümanlar hep bir ağızdan kurtuluş reçetesi olarak insanlara demokrasiyi sunmaktalar, hayret doğrusu!.. Mazlum ve Müslüman milletlerin üzerine dökülen bombalarla halkının yüzde ellisi sakat doğan çocuklar, felç olduğunu görmekte olan müslümanların demokrasi havarilerine alkış tutmaları oldukça düşündürücüdür! Şöyle bir soru akla geliyor: Ey Müslüman  halk!.. şu mü’min ve muvvahit gördüğünüz başkanınıza sorun. Acaba Allah’ın beşeriyet için göndermiş olduğu din bizim içinde bulunduğumuz sorunlarımızı çözmekten acizmidir ki demokrasinin borozanlığını yapmaktasınız? Biz demokrasinin tarifini sizden istemiyoruz ? Zira demokrasi  ile yönetildiklerini iddia edenler vahşi hayvanlar dahi onlar kadar acımasız olamaz! Bugünün cumhurbaşkanı olan, bir zamanların dışişler bakanı iken şöyle bir ifade kullanmıştı: Biz muttefikimiz Amerka ile birlikte orta doğuya demokrasi götüreceğiz demişti ve Suriye devletini ziyarete giderken bu sözü söylemişti! Evet! oldukça düşündürücü! Suriye şimdi kan ve gözyaşlarıyla yoğuruluyor! Evet! Hanımının başı örtülü Cumhurbaşkanı!. Evet!.. annelerin gözyaşları dinecek diyen başbakan! Anneler gözyaşlarıyla arzı ıslatmakta! Biz demokrasiyle idare edilen hukuk devletiyiz diyen başbakan!. Zulüm ve destpostçuluğun zirveye ulaştığı bir ülkenin başbakanı!..

 Hala aklım ermiyor!.. Ben  Müslüman’ım, ben Allaha iman etmiş bir mü’minim, ben Ehl-i Beyti peygamberin takipçisiyim diyenler nasıl biz laik bir demokrasiyle idare edilen hukuk devletiyiz diyen ve Allahın velayetine demokrasiyi ortak edenlere alkış tutarak onları desteklemekteler! Hayret doğrusu!.. Bunlar Ahzab suresinin vermiş olduğu mesajı iyi okuyamıyorlar herhalde! Acizane olarak Ahzab suresinin ilk ayetlerini tekrar tekrar okusunlar bu muhteremler.

Sonuç olarak Ahzab suresinin ilk üç ayetindeki dört emri tekrar ederek peygamberimizin sakaleyn hadisi ile hatm-u kelam noktasını koymuş olalım.

’’Ey peygamber! Allah’tan sakın, kafirlere ve munafıklara itaat etme. Şüphesiz Allah bilendir, hikmetsahibidir.’’ Bu birinci ayette iki hüküm vardır birincisi, takvadır bu adaletin ayakta durmasının temel taşıdır. Ve müslümanın öz kimliğidir. İkincisi ise; kafir ve münafıklara tabi olmama emridir. Zira bunlara itaat zillet ve köleliğin ana mayasıdır. Bu nedenle takva ilk emirdir, çünkü insanı kafir ve münafıklara itaatı engeller.

’’Ve sana Rabbinden vahyedilene uy. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan en iyi biçimde haberdardır.’’ İkinci ayette bir hüküm sözkonusudur; oda Rabbimizden beşeriyetin kurtuluşu için vahyedilmiş olana uymamız emredilmiştir. Bundan başka arayışlar içinde olursak bizden hiçbirşey kabul edilmez. ’’Allahın vahyettiği dinden başka din arayanlardan hiçbir şey kabul edilmez’’

’’Allah’a tevekkül et; vekil olarak Allah yeter.’’ Üçüncü ayetin dördüncü emri. Bu ayet insanı; nefsin, şeytanın ve tüm şer güçlerin esaret zincirinden kurtarıp kudreti her şeye yeten Allah’a teslim eder. Bu inanç takva ile kalbe yazıldığında şirkin kokusunu almak bile onun için ardır. Nerede kaldı ki demokrasinin, laikliğin veya seküler bir sistemi kabullenmiş olsun. Rahmet peygamberi vahy’ın yol güzergahını bizlere şöyle tarif eder:

’’Resul-i Ekrem şöyle buyurmuştur: Ben size iki ağır emanet bırakıyorum  bu ikisine sımsıkı sarılacak olursanız benden sonra delalete gitmezsiniz! Bunlardan biri Allah’ın kitabı Kur’ani Kerim’dir diğeri ise benim Ehl-i Beyt’imdir. Çünkü bu ikisi birbirinden ayrılmaz ta kıyamet gününde Havz’ın başında bana gelinceye kadar.’’

Not: Okuyucular tarafından tenkit ve yoruma açıktır.

Muhammed Avci



Yeni yorum ekle