Dinin Dünya Görüşünde İnsan

Pt, 20/02/2017 - 14:16

Dinin Dünya Görüşünde İnsan

Konunun Önemi

İnsanı tanımak, insan nasıl bir varlıktır, varlık âleminde konumunu ve yeri nedir vb. gibi birçok açıdan önem arz etmektedir. Bir varlık olarak insan, tarih boyunca düşünür ve farklı bilim adamlarının dikkatini üzerine çekmesi ve onların konusu durumuna gelmesi bunun açık bir belirtisidir.

İnsan kendi eylemlerini yönlendirme, hayat tarzını şekillendirme, kendi eylemlerinde sorumluluğu his edip etmeme, kendi gerçek mutluluğunu teşhis etme, kendi yeteneklerini doğru tespit edip onlardan doğru istifade etme, nereden geldiği, nereye gideceği gibi açılardan insanı tanımak, Allah’ı ve ahireti başka bir deyişle mebde ve meadı ispatlamak açısından da insanı tanımak, var olan bütün kamu kurum ve kuruluşlarının verdikleri hizmetler kendi meşruiyetini kazanabilmesi açısından da insanı tanımak önem arz etmektedir.

İnsanın nasıl bir varlık olduğu konusunda çeşitli görüşler mevcuttur. Bu görüşlerden biri insanı mutlak bir varlık ve ilah olarak tanımlarsa zor durumlarda kalmadığı sürece ilah olma nedeniyle insan için bir sınır, had ve hudut tanımaz ve mutlak bir özgürlüğe sahip olduğunu savunur. Hiç kimseye karşı bir sorumluluk taşımadığını söyler. Zor durumda kaldığı zaman insanın diğer bireylerinin hukukunu, sınırlandırıcı bir unsur olarak kabul etmek zorunda kalır. Hayır! Gerçekten insan tuğyan ve hadleri tanımaz. Kendini zengin (mutlak bir varlık) olarak görünce.[1]  Yani insanın insana bakış tarzı böyle olursa, insanı yaratılmış ve vücut noktasında başka bir varlığa borçlu olduğunu kabul etmez veya gafil ve görmemezlikten gelirse sınır tanımaz olur. Dolayısıyla insan hakkında bu anlayışa sahip olanlar yaşama tarzını ve eylemlerini hava ve hevesine göre düzenleyeceklerdir. Ama bir diğer görüş insanı yaratılmış ve Allahın halifesi olarak yeryüzünde yerleştirilmiş bir varlık olarak tanımlıyorsa, eylemleri ve yaşama biçimi, ilk anlayışa sahip olanınkinden kesinlikle farklı olacaktır. İnsanin eylemleri ya kendisine ya yaratıcınsa ya diğer insanlara veya diğer varlıklara yönelik gerçekleşir. Kendini müstakil bir varlık olarak değil bilakis halife olduğunu kabul ederse, her dört alanda da eylemlerini insanı halife olarak seçen varlığın istekleri doğrultusunda şekillendirir. Artık insanı özgür bir varlık olarak görmez.

İnsan gerçeğini, soyut ve somut olmak üzere iki unsurdan yaratılmış bir varlık olarak tanıyan bir kimse, ahireti ve maverayı ispatlamak, onun için kolay olacaktır. Zira maddi olan somut boyut ki maddi âlemi yansıtıyor, zahiri olarak çürümeye mahkûmdur. Ama maverayı yansıtan soyut olan boyut ise, çürüme özelliğine sahip değildir. İnsan gerçeğini tanımak, Allah’ı tanımakta da insana yardımcı olmaktadır. Hatta teologlar insanı tanıma yoluyla Allah’ı tanımanın daha sağlıklı bir yol olduğunu savunmaktadırlar.

Allah’ı tanımak afakî ve enfüsi (dışsal ve içsel) olmak üzere iki yolla mümkündür. Enfüsi yol insanı tanıma yoluna işaret etmektedir. İnsanın maddi boyutunu teşkil eden beden bir takım şeylere ihtiyaç duymaktadır. Bunların en geneli ve belit olanı yemek, su, hava ve sıcaklıktır. Bu dört unsur bedenin illeti konumundadır. Bir insan bedensel olarak kendini tanımışsa, bu unsurlara muhtaç olduğunu da şüphe etmeyecek şekilde bilmektedir. Bu üç unsur ile kendisi arasında miskali zerre kadar bir fasıla olmadığını açık bir şekilde fark etmektedir. İnsanın soyut olan boyutunu teşkil eden ruhani boyutunun da, ihtiyaç duyduğu manevi değerler vardır. Soyut boyutunun ihtiyaç duyduğu değerlerde, soyut boyutunun illeti konumundadır. Bu nedenle ikisinin arasında bir fasıla bulunmamaktadır. Zira illet ile malul arasında azıcık bir fasılanın bulunması imkânsızdır. Dolayısıyla kendini tanıyarak Allah’ı tanımak ilmi huduri/şuhüdi  kategorisine, afaki (nesnel alemi tahlil etme) yoluyla Allah’ı tanımak ise ilmi husul-i kategorisine girmektedir. Filozof ve teologlar ilmi huduri ile elde edilen bilgilerde hata gerçekleşmeyeceği noktasında ittifak etmişlerdir. Zira ilmi huzuri vasıtasız insan için hasıl oluyor. Başka bir deyişle ilmi huduri de alim ile malum arasında herhangi bir vasıta yoktur.   Allame Tabatabai ilmi huzuri ile elde edilen bilgilerin daha sağlıklı olmasının nedenini şöyle açıklıyor:

“Enfüsi olan seyir ve enfüsi olan bilginin, afakî olan seyir ve bilgiden daha iyi olduğunun nedeni şu olabilir; enfüsi yolla elde edilen bilgi, genelde nefsin vasıflarını ve amellerini tezkiye etmekten yalın değildir. Afakî ise öyle değildir. Şöyle ki, afakî marifetin faydalı oluşu genel olarak bunun içindir ki, ayetler hakkındaki bilgi ve marifet kendiliğinden Allah’ı, sıfatlarını ve fiillerini insana tanıtıyor. Hakeza insana bunu bildirmektedir ki, Allah’u taala hiçbir zaman fena olmayacak şekilde diri, hiçbir şey karşısında acze düşmeyecek kadar güçlü, hiçbir şekilde cehalet ile karışmamış bir şekilde âlim ve her şeyin maliki odur…

Bu nedenin daha dakik bir manası da vardır. Oda “ilmi en-nefs” ilminde konu edilen gerçek konulardan netice olarak alınan bir manadır. Afakî ayetlere bakarak elde edilen bilgi ve marifet, fikirsel ve husuli marifetlerdir. Nefse, nefsin yetileri ve nefsin vücutsal haletlerine bakarak elde edilen bilgiler ise kendi tecelliyat ve eserlerinden olup şühüd-i ve huzuridir. Husuli ile huzuri marifet ve bilgiler arasındaki temel fark şudur; husuli bilgi ve marifetler hâsıl olması için burhan ve kıyassal düzenlemelere ihtiyaç duymakla kalmayıp varlığını devam ettirmekte de buna bağlıdır. Burhan ve kıyassal düzenlemeler var olduğu sürece bu tür bilgilerde var olmaktadır. Bunlardan gafil kaldığı an şüphelere maruz kalmaya başlar ve bu tür bilgi ve marifetler dağılma ve yok olmaya yüz tutar. Huduri bilgi ve marifetler ise böyle değildir. Zira huduri ilim ve marifetten maksat kendi nefsi ve nefsin yetileri ve vücutsal haletleri hakkında bilgi edinmektir. Bu tür bilgi ve marifet ise müşahede ve bil ayan türündendir. Dolayısıyla mukaddime ve kıyassal düzenlemeler gibi öncüllere ihtiyaç duymamaktadır”[2] Hulasa insanı tanımak meselesi Rabbini tanımakta insana yardımcı olacaktır. Bu konu ile ilgili Ayetullah Misbah Yezdi şöyle diyor: “insanı tanıma konusunun önemli yönlerinden birisi, Allah’ı tanımak noktasında insana yardımcı olur. Rivayetlerde de söylendiği gibi. “Kendini tanıyan Rabbini de tanır[3] 

Kur’anı kerimde de bu konuya işaret edilmektedir.Şöyle diyor; afaklarda (nesnel âlemde) ve enfüslerde (insanın iç dünyasında) var olan ayetleri onlara göstereceğiz. Taki Allahın hak olduğu onlar için açıklanmış olsun.[4] İnsanı tanımanın önemini kısaca tanıdıktan sonra konumuza yani dini dünya görüşünde insanı tanımlamaya çalışacağız.

İnsanı Tanımak

İnsanı tanıma konusuyla ilgili bir dizi konular bulunmaktadır. İnsanın hakikati ve gerçeği, insanın yaratılış merhaleleri, insanın yaratılış hikmeti, insanın yaratılış hedefi, insanı diğer varlıklardan ayıran temel farklılıklar, insanın taşıdığı temel özellikler, varlık aleninde insanın konumu, yeri vb. konular. Bu makalenin hedefi bütün bu konuları ele alarak insanı tanımak değildir. Zira böyleli bir çalışma bir makalenin hedefine sığdıramaz. Sığdırılmaya çalışılırsa da yüzeysel olacak ve gerektiği gibi izah edilemez. Bu nedenle bu makalede ilgili konular hakkında, genel bir bilgi verdikten sonra yeryüzüne yerleştirilmesi istenen insanın varlık âlemindeki konumundan bahis eden hilafet ayetini tahlil ederek insanın varlık âlemindeki yerini açıklamaya çalışacağız.

Görülen ve beş duyu organlar alanına giren bütün varlıklar, görülmeyen batini alemin zahiri ve dış görünüşüdür. Görünen varlıklar kedisine bakanları görülen varlıkların ötesinde bulunup görülenlerin illeti konumunda olan varlıklara sevk ediyor. Bu açıdan görülen bütün varlıklar kelimelerin özelliğini taşımaktadırlar. Zira kelimelerin temel özelliği muhatabı kendi ötesine sevk etmektedir. Şöyle ki;insanların zahiri ve batini (içsel) olmak üzere iki yönü vardır. İnsanların zahiri ve dışsal yönü herkese açık iken batini ve içsel âlemleri ise gizli ve orada gerçekleşen ve orada şekillen her şey kendisi dışında herkesten gizlidir. Allah taala hariç hiç kimse, insanın iç âleminde şekillenen hiçbir şeyden haberdar değildir. İnsan bireyleri başkalarını kendi bu iç âleminden haberdar etmek için kelimeler üretmişler. Bir insan bir diğer insanı kendi iç âleminden haberdar etmek istediği zaman üretilmiş olan bu kelimelerden yararlanır. Dolayısıyla kelimelerin temel özelliği muhatabını kendi ötesine davet etmesi olduğu gibi değeri de bu özelliğe bağlıdır.  Bu nedenle manasız olan bir kelimenin değeri yoktur. Başka bir tabirle kelimelerin değeri zatlarından kaynaklanmıyor, bilakis onların işlevlerinden kaynaklanmaktadır, dolayısıyla onların değeri zati olmayıp ilineksel ve arazidir. Görülen varlıklarda kelimelerin taşıdığı bu özelliği taşımaktadırlar. Zira onlarda kendi varlıklarıyla kendilerini müşahede edenleri kendi ötesine sevk etmektedirler. Yani kendilerini müşahede edenleri maveraya gütürmektedirler. Dolayısıyla onların değeri de onların bu özelliklerinde yatmaktadır. Bu özellik nedeniyle görülen bütün varlıklar Allah’ın kelimesidir diyebiliyoruz. Zira beş duyu organlarla görülmeyen Allah bu varlıkların yaratmasıyla var olduğunu ispatlıyor. İnsanlar kendi konuşmalarıyla zihin ve iç dünyalarında nelerin var olduğunu ispatlaması gibi. İnsan denen varlıkda görülen varlıklardan bir varlıktır. Bu itibarla Allahın bir kelimesidir. Zira oda bir varlık olarak insanı, insanı yaratan bir yaratıcıya hidayet ediyor. Dolayısıyla insan kelimetullahdır. Ayrica bu bağlamda insan diğer varlıklardan çok daha önemli bir ayrıcalığı vardır. Oda şudur; insan Allah ın bazı sıfatlarının zahir ve ispatlanmasına neden oluyor ki diğer varlıklar bu sıfatların zahir ve ispatlanmasına neden olamıyorlar. Bu itibarla da insan Allah’ın kâmil kelimesi, kelimetullah-i tammedir. Dolayısıyla insanın değeri de kelimeler gibi zati değildir Allah’ın bir kelimesi ve bir yaratığı olarak algılandığı zaman ancak değerli bir varlık olabilir.

Bir açıdan bütün varlıkları üç kısma ayırt edebiliriz; saf soyut (mucerred-i mahz), saf somut (madd-i mahz) ve her ikisinden terkip edilmiş varlıklar. İnsan, üçüncü kısımdandır. Bu nedenle insanın hakikati ve gerçeği iki boyutludur. Onun bir boyutu semavi ve melekut-i  diğer boyutu yer’li (topraktan) ve mülk-i dır.

İnsanın yaratılış hikmeti bir taraftan Allaha, diğer taraftan insanın kendisine dönmektedir. Allah’u taala vacibü-l vücut ve cevvat ve rahman olmak üzere tüm kemal sıfatlarına sahiptir cihetiyle, Allah’ın kendisine, insan mümkün ve olanaklı olup vücut nurundan yararlanma kabiliyetine sahiptir cihetiyle de insanın kendisine dönmektedir. Zira insan olanaksız bir varlık olmuş olsaydı Allah’ın iradesi onun yaratılmasına taalluk etmez ve yaratılmazdı. Varlıklar tasavvur edildiğinde insan vücut nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olan varlıklar kategorisinde yer alıyor. Bu kategoride yer alan varlıklara vücut nurunu bağışlamak hikmeti hak talanın iktizasıdır. Başka bir ifade ile vücut nurundan yararlanma kabiliyetinden yararlanma kabiliyetine sahip olan varlıklara vücudu bağışlamamak hak talanın hikmetine aykırıdır.

İnsanın hılkatı (yaratılışı) özel bir yapısı vardır. Bu özel yapı onun yükseliş (suut) ve düşüş (sukut) sınırında yer almasına neden olmuştur. Yani insan özgür bir irade ve tedbir alabilecek derin bir şuura sahip bir varlık olduğu için suud (yükseliş) ile sukut (düşüş) sınırında yer almış. Suud tarafını seçmek için Allah kendisine lütufta bulundu Resuller göndererek ona yol göstericilik yapıp, Resullere tabi olmalarını istedi. Genel olarak Resullerin getirdikleri öğretiler iki kısımdır; bir kısmı varlığı algılamak, okumak ve yorumlamak noktasında insana yardımcı olmayı amaçlıyor, diğer kısmı da insanın arzuladığı gerçek mutluluğu tarif edip insanı ona ulaştıran yolu açıklamayı amaçlıyor. Dolayısıyla insanın yaratılışından amaçlanan hedef insan imkân âleminde kendi özgür iradesiyle kendisi için yüce makamı seçmektir. Allame Tabatabai’nin değimiyle insanın yaratılmasından amaçlanan hedef, topraktan olan değersiz bir varlığın, has bir yapıyla kemal yolunu takip ederek semavi ve melekût-i bir cevhere tebdil olunmasıdır.[5]

İnsanın suuduna (yükselişine) veya sukutuna (düşüşüne) neden olan temel unsur, insanın dünyayı ve insanı algılama şeklidir. Başka bir deyişle insanın dünya görüşüdür. Genel olarak İnsan ve evren hakkındaki görüşleri üç düşünce tarzı altında toplayabiliriz. Birincisi; insan olmak üzere varlık âlemini bir yaratıcıdan bağımsız ve müstakil olarak algılar ve yorumlar. Dolayısıyla varlık âlemi için bir başlangıç (mebde) ve sonuç kabul etmiyor ve  varlıkların bir tesadüf neticesinde vücuda geldiğini savunuyor. İkincisi; başta insan olmak üzere bütün varlıklar için bir başlangıç ve bir sonun var olduğunu kabul eder. Varlıkların varlığı, tesadüfî ve hedefsiz olduklarını reddederek, bir hedeflerinin olduklarını ispatlıyor. Üçüncüsü; zahirde ve dilde ikici düşünceyi savunduğunu iddia ederken amelde ve tercih ettiği yaşam biçimi ise birincisine uygundur. Dolayısıyla dünya menfaati gereğince değişken bir hayat tarzına sahiptir. Onun pratiksel hayatı, onun düşünce sisteminkinde bozukluğa delalet etmektedir. Dolayısıyla bu grubun düşünceleri sonuç itibariyle birinci grubundan sayılmaktadır. insan, insanı ve varlıkları algılama tarzına uygun bir yaşam tarzını benimser. Böylece insanlar kendileri için bir yol seçmiş olurlar ve seçtikleri yol ya onları ebedi mutluluğa ve yükselişe doğru ilerletiyor veya ebedi mutsuzluğa ve düşüşe doğru sevk ediyor.  

Dini dünya görüşü ile diğer dünya görüşleri arasında temel fark buradadır. Dini dünya görüşünde varlık âleminde var olan her şeyin Allah’a ait ve Allah ın mülkü olduğunu kabul eder. Yani varlık âleminde ne varsa tekvini olarak Allah a ait olduğu kesindir. Bu nedenle ecel gelince hiç kimse Allah a karşı durup ben bana aittim, ben kendimi sana teslim etmiyorum diyemiyor. Tekvini olarak her şey Allaha ait ve Allah’ın mülkü olduğu gibi dini kabul edenler kendi özgür iradeleriyle varlık âleminde var olan her şey teşrii olarak da Allaha ait olduğunu kabul eder. Dolayısıyla varlık âleminde insan olmak üzere var olan her şeyde Allah’ın teşrii iradesi doğrultusunda tasarruf edilmesinin gerekli olduğunu savunur.  İşte bu dini kabul edenlerin dünya görüşüdür. Bunu en güzel şekliyle ifade eden getiren ayetlerden birisi şudur. Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Onlar (böylece O’nun emirlerine mutlak teslim olarak) Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'anda Allah üzerine hak olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur.[6]

İman insanın özgür iradesiyle kalben gerçekleşen bir eylemdir. Bir insan ben müminim dediği zaman yani kendi özgür iradesiyle kalben bunu kabul etmiştir ki, ben ve benim malım ve mülküm bana ait değildir. Başka bir deyişle bir insan ben müminim dediği zaman bunu vurgulamak istiyor; tekvini olarak ben ve malım Allaha ait olduğu gibi teşrii olarak ta Allah’a aittir. Yani ben kendi gönlüm ve isteğimle canımı ve malımı Allah’a satıyorum diyor. Dolayısıyla ben kendi nefsimde ve malımda nefsimin arzuladığı şekilde değil, bilakis canımı ve malımı kendisine sattığım kimsenin istekleri doğrultusunda ve onun bana izin verdiği yerlerde tasarruf etmem gerekir. Aksi takdirde muamele fesih edilmiş olacak. Zira muamele yapılmasının asıl anlamı şudur; ben benim mahiyetimin altında bulunan bir şeyi gönlüm ve rızam ile başka bir şey karşısında, başkasının mahiyetine veriyorum demektir. Bu muamele gerçekleştikten sonra, daha önce benim mahiyetimde olup kendisinde istediğim şekilde tasarruf edebildiğim bu mal, artık benim değildir. Aksi taktirde muamele gerçekleşmemiştir. Allah’u taala, zikir edilen ayette Allah “müminlerden”  diyerek muamele ve alışverişlerde gerekli olan temel şarta yani gönül ve rızaya işaret etmektedir. Zira iman kalp ile gerçekleşen iradi ve özgür bir eylemdir.

Hulasa dini dünya görüşü bütün varlıkları Allahın mülkü olarak algılıyor ve yorumluyor ve hayatını da ona göre yani Allah’ın öğretileri doğrultusunda şekillendiriyor. Dini dünya görüşü dışında kalan görüşler, varlığı Allahtan bağımsız olarak algılıyorlar dolayısıyla yaşamını ona göre yani kendi istek ve arzuları doğrultusunda şekillendiriyorlar. İşte insanın suuduna (yükselişine) veya sukutuna (düşüşüne) neden olan temel unsur, insanın, varlığı ve insanı okumak, algılamak ve yorumlamak doğrultusunda şekillenen düşünce tarzıdır. Yani insanın dünya görüşüdür.

İnsan varlığa bakış tarzıyla imkân âleminde kendisi için bir makam seçecektir. İnsanın insani yönü dünyaya bakış tarzsına uygun olarak şekillenecektir. İnsanın düşünce tarzına uygun şekillenmiş insani boyutu gizlidir. Allah’u taala bunu dışarıya çıkarmak için insanı imtihana tabi tutacak. Böylece insanı, kedisi için imkân âleminde seçmiş olduğu yere yerleştiği zaman itiraz kapısını kapatmış oluyor. İnsanın şekillenmiş insani boyutu az bir kesim insanlar (Allah’ın evliyaları) için bu dünyada açıktır. Kıyamette ise bütün insanlar için zahir olacak ve herkes bil ayan herkesin hüviyetini müşahede edecektir. Buraya kadar insan hakkında genel bir bilgi vermeye çalıştık. Bu genel bilgide işaret edilen konuların her birisi kendi başına bir kitap veya en azında uzun bir makale olabilir. Bu nedenle biz burada genel bir bilgi vermekle yetindik. Şimdi insanın varlık âlemindeki konumuyla ilgili olan hilafet ayetini tahlil ederek varlık aleminde konumunu açıklamaya çalışacağız.  

Hilafet Ayeti

Hani Rabbin meleklere "Ben yeryüzüne bir halife yerleştirecem" demişti ya; melekler, "Oraya fesat çıkaracak ve kan dökecek bir kimseyi mi yerleştireceksin? Oysa biz Seni, hamd ederek tespih edip seni (bütün noksanlıklardan) takdis ve tenzih ediyoruz” dediler. Allah "şüphesiz Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" dedi.

Ve Âdem’e bütün (varlıkların) isimleri (ni müsemmalarıyla ) öğretti. Sonra varlıkları meleklere arz ederek . "Eger doğru iseniz bunların isimlerini bana bildirin” dedi.

Onlar, biz seni (bütün noksanlıklardan) tenzih ederiz. Senin bize öğrettiklerin dışında bir bilgimiz yoktur. Sensin çok bilen ve hikmet sahibi” dediler.

Allah, “ey Adem onların isimlerini meleklere bildir” dedi. Âdem onların isimlerini meleklere bildirince Allah, meleklere “ben gök yüzü ve yer yüzünün gayblerini ve sizin zahir ettiklerinizi ve sakladıklarınızı bilirim diye size dememiş miydim” dedi.

Hani biz meleklere Âdem'e secde edin, demiştik ya. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı. O kâfirlerden idi.

“Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete ikamet edin orada istediğiniz her yerden bolca (istediğinizi) yeyin. Sadece şu ağaca (üzüm ağacına işaret edilmektedir deniliyor) yaklaşmayın. Aksi halde nefislerinize zülüm eden zalimlerden olacaksınız dedik.

Derken şeytan, (o ağaç konusunda) ikisinin ayağını kaydırıp itaatsizliğe sürükledi ve  Onları bulundukları yerden çıkardı. Biz onlara (bulunduğunuz mertebeden) inin, siz birbirinize düşmansınız. Bir müddete kadar yeryüzünde yerleşecek ve eğlenirsiniz dedik.

Derken Âdem, Rabbin den bazı kelimelerle karşılaştı (onları vesile kılarak tevbe etti) Allah onun tevbesini kabul etti. Zira O tevbeleri kabul eden tevvab ve rahimdir.

Biz, “Hepiniz bulunduğunuz (mertebeden) inin, benden size bir hidayet gelecek, ona tabi olan kimseler  için ne bir korku olacaktır ne de üzüleceklerdir” dedik.[7]    

İnsan ve Allah’ın Halifeliği

Okunan bu ayetler insanın yeryüzünde halife unvanıyla yerleştirildiğine işaret ederken bu esnada gerçekleşen bazı hakikatlere de ışık tutmaktadır. Bu ayetlerde ismi geçen üç varlık; Melek, İblis ve Âdemin konumlarını inceleyerek Allah tarafından varlık âleminde insana verilmiş olan konumu açıklamaya çalışacağız. Bu noktaya teveccüh etmek zaruridir ki Allah tarafından insana verilen halifelik konumu, insanın bu konuma layık ve bu yeteneğe sahip olduğunu belirtmek anlamındadır. Bil fiil bunu hak etmiş anlamında değildir. Zira bazı insanlar kendi özgür iradeleriyle kendilerine sunulmuş olan bu konumu reddedebilirler. Dolayısıyla insanın varlık âlimindeki konumu iki yönlüdür. Biri tekvini diğeri teşriidir. Tekvini yönü, Allah tarafından kendisine verilen konumdur, teşrii ise kendisi kendi iradesiyle kendisi için seçtiği konumdur. İnsanın dünya hayatından sonra, ahiretteki yolculuğu, bu dünyada kendi özgür iradesiyle seçtiği yol ve konum doğrultusunda olacaktır. Bu dünyada tekvini olarak halife unvanıyla yerleştirildiği gibi teşrii olarak da, bunu kabul ederse onun mesiri aslına ve hakikatine doğru şekillenecektir. Yok eğer teşrii olarak halife unvanıyla yerleştirildiğini kabul etmezse aslına ve hakikatine ters bir mesir alacaktır dolaysıyla gittikçe kendi aslından uzaklaşacaktır

Hilafet Ayetine Farklı Bir Tahlil     

Melekler ile İblis insanın yaratılmasıyla imtihan ediliyor. Melekler nurdan, İblis ateşten İnsan ise toprak ve sudan yaratılmıştır. Melekler nurdan, İblis de ateşten yaratıldığı için dış görünüşleri aydınlatıcı, insan ise toprak ve sudan yaratıldığı için dış görünüşü aydınlatıcı değildir ama, derinliğinde olan hakikat ise ilk ikisinin varamayacağı kadar derindir. Zira insanın kavrayabileceği hakikat, ilk ikisinin kavraya bileceği derecede yüzeysel değildir. Allah Adem'e bütün isimleri, öğretti

Kavrama aracının kendisi nurdur. Zira kavrama aracı nur olmamış olsaydı, nur olan ilmi kavrayamazdı.

Üç çeşit varlık birbiriyle mukayese edildiği vakit ilk iki tür varlıkların kavrama kabiliyeti zahiri ve duyu organlarının alanına giren ve görülenlerle sınırlı olduğu neticesine varıyoruz. Bu nedenle birisi insanın zahiri boyutuna teveccüh ederek “yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek bir kimseyi mi halife kılıyorsun” diyor. Diğeri ise “Ben ondan daha hayırlıyım. Zira beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın” diyor. İnsan denilen üçüncü varlığın bilgi edinme araçları iki boyutlu olduğu için kavrama kabiliyeti çıkarsamalı yani istinbatidir. Kavrama yetisi istinbati olduğu için kavrama noktasında derinlere varabiliyor. Dolayısıyla ilmi görülen ve müşahede edilen varlıklarla sınırlı kalmıyor.

Melekler ile İblis İnsan denen varlık ile imtihan ediliyor. Melekler kendilerine teveccüh etmeksizin amellerine yani kendilerinin yaptığı takdis ve hamda teveccüh ederek insanın maddi ve topraksal boyutunu görüyorlar ve “yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek bir kimseyi mi halife kılıyorsun” diye soruyorlar. Melekler insanın zahiri boyutuna teveccüh ederek yeryüzünde Allah’ı temsil edebileceğini algılayamadılar. Dolayısıyla insanın topraksal boyutuna teveccüh ederek bu varlık Allah’ı temsil edebilecek bir kimse olmaz  dediler. Zira meleklerde insanlar gibi, kendisi için halife seçen bir kimse ile kendisi için halife olarak seçtiği varlık arasında bir benzerlik ve uyumluluğun var olmasının gerekliliğine inanıyorlar. Melekler bir taraftan bu inanca sahip iken bir diğer taratan da idrak etme ve algılama yetilerinin sınırlı olması itibariyle Âdemin halife olmasında etkili olan derin bir algılama ve anlama kabiliyetine sahip olduğu yetisini ve Allah ın sahip olduğu sıfatların tümünü, özellikle özgür iradeyi kendi derinliğinde taşıdığını fark edemediler. Böylece Âdemin, bazı özellik-lerini anlyamayıp zorlandılar.Bunun için Allah’u taala dan, buna bir açıklık getirmesini talep ettiler. Ancak bu taleplerini insanın maddesel boyutundaki olumsuz tarafını içeren sözlerle dile getirdiler; “yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek bir kimseyi mi halife kılıyorsun”Allah’u taala, yeryüzünde kendisi için halife olarak yerleştirecek Âdeme, Meleklerin öğrenemeyeceği isimleri, müsemmalarıyla birlikte öğrettikten sonra meleklere arz edip “Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi” melekler Allah’ın karşısında mutlak teslimiyetlerini ilan ederek şöyle diyorlar: “Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin”.Böylece melekler başarılı olarak bu imtihandan çıktılar. Onların Âdem’e karşı Allah ın emrine boyun eğerek secdeye kapanmaları imtihanlarından başarılı olarak çıktığını kanıtlamaktadır.“Hani biz meleklere Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler”Bu nedenle bulundukları melekuti mertebesinden inmeksizin varlıklarını Ademin hizmetinde sürdürmeye devam etmeye devam ettiler.

İblis ise Allah tan gafil kalarak insanın zahiri boyutuna teveccüh ederek kendini insandan daha üstün ve daha hayırlı görerek şöyle diyor: “Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten onu ise çamurdan yarattın, dedi” İblisin kendisine olan teveccühü, Onun kibirli ve bu imtihanından başarısız olarak çıkmasına neden oldu. Onun Allahın emrine karşı ve Âdeme secde etmemesi için delil getirmesi bunu kanıtlamaktadır.“Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten onu ise çamurdan yarattın, dedi”  Kuranın başka bir yerinde ise şöyle denilmektedir: “Allah, Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir? dedi. (İblis:) Ben kokuşmuş ve şekillenmiş kuru çamurdan yarattığın bir kimseye secde edecek değilim, dedi” Başka bir yerde ondan bahis edilirken şöyle denilmektedir: Hani biz meleklere, Âdem'e secde edin, demiştik ya. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı. O kâfirlerden idi

Bir görüşe göre İblis çok ibadet ederek Meleklerin zümresinde yer almıştı. Ama bu imtihanda başarısız olduğu için ibadet ile elde ettiği makam kendisinden alındı ve oradan uzaklaştırılıyor. Başka bir görüşe göre ise İblis, yaratıldıktan sonra kendisini görüyor ve kendi maddesinde olan aydınlığa teveccüh ederek iftihar ediyor. Ancak onun bu hastalığını dışarı verecek bir imtihanla karşılaşmadığı için Meleklerin zümresinde yer alıveriyor. Allah dışında hiç kimse, onun bu durumundan haberdar değildir. Hatta Melekler bile onun bu durumundan habersizdiler. Onun için onu kendilerinden üstün görüyorlar. Allah’u taala meleklerin bu sözlerine; “yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek bir kimseyi mi halife kılıyorsun”  karşı verdiği bu cevapla; “Sizin bilmediğinizi ben biliyorum” işaret ettiği konulardan birisi iblisin bu gizli durumu olabilir ki Âdemin yaratılmasıyla açığa çıktı. Allah’u taala bu ifade ile “ve kane mine-l kafirin (= o,kâfirlerden idi)”  İblisin Allah dan gafil kendini bağımsız bir varlık olarak görüp kafir olduğuna işaret etmektedir. Ancak Adem (a)ın yaratılmasına kadar onun bu hastalığını ortaya çıkaracak zemin oluşmamıştı. Her halu karda İblis sahip olduğu zahiri görüş nedeniyle tabi tutulduğu imtihandan başarısız çıktı. Bu nedenle imkân âleminde, işgal ettiği yüksek mertebeden esfele safilin (imkân âleminde en alçak mertebe) ile bilinen yere indirildi.“Allah: Öyle ise, İn oradan (o yüksek mertebeden)! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen alçak olanlardansın! Buyurdu.”Böylece İblis imkan aleminde en haksızca işkal etmiş olduğu en yüksek makamdan en alçak mertebeye indi. Zira imkân âleminde en alçak mertebe, bilinçli bir şekilde yaratıcısının karşısında olumsuz tavır takınarak bende varım demek anlamındadır.

Âdem, hanımı Havva ile ilk olarak yerleştirildiği cennette bir ağacın meyvesiyle imtihan ediliyorlar. Allah “Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete ikamet edin orada istediğiniz her yerden bolca (istediğinizi) yiyiniz. Sadece bu ağaca (üzüm ağacına) yaklaşmayın. Aksi halde nefislerinize zülüm eden zalimlerden olacaksınız dedik[8] diyor. İblis onların yanına gidip onlara vesvese verdi, yemin içip nasihatçi olduğunu onlara kabul ettirdi. Zira Âdem tanımış olduğu Allahın adıyla, kimsenin yalandan yemin içeceğine inanmıyordu. Böylece onları gaflete düşürdükten sonra yasaklanmış ağaçtan yerseniz burada ebedi kalacaksınız diyerek o ağaçtan yemelerini istedi. Onlar da cennette ebedi kalmasını arzu ederek şeytanın dediklerine kulak astılar ve yasaklanmış ağacın meyvesinden yediler. Haram kılınmış olan ağacın meyvesinden yer yemez haram tekvini eserini gösterdi. O ana kadar kendilerinden gizli olan avretlerini görmeye başlayınca hata yaptıklarını anladılar. Ağaçların yapraklarıyla avret yerlerini kapatmakla meşgul iken Rableri tarafından “Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi? diye bir nida geldi. Bundan dolayı Rableri bulundukları cennetten dışarı çıkmalarını isteyerek şöyle dedi: Birbirinize düşman olarak (bulunduğunuz yerden) inin! Bir süreye kadar yeryüzünde yerleşin ve oradaki eşyalarla eğlenin. Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan tekrar (diriltilerek)  çıkartılacaksınız. Böylece insanlar yeryüzüne yerleştirilmiş oldular.

Adem ile İblisin İmkan Aleminde Kendileri İçin Seçtikleri Makam:

İblis ile Âdem varlıklar içerisinde özgür iradeye sahip olan ilk iki varlıktır. İblis maddi boyutları latif olan cinlerin ilkidir[9], Âdemde madde boyutları latif olmayan insanların ilkidir. Burada özgür iradeye sahip olan bu iki ilk varlıkların varlık âleminde kendileri için seçtikleri makamı ve bu makamın seçimin de etkili olan temel unsurun ne olduğunu açıklamaya çalışılacaktır. Bu konu biz insanlar için imkân âleminde yerimizi konumuzu belirtmek bağlamında ışık tutacak açısından büyük önem arz etmektedir. Bunun yanı sıra İblis ile ilgili zihinlere takılan bazı sorular da cevaplandırmış olacaktır. Konuy bu iki varlık hakkında gelen ayetler ele alınarak birbirine mukayese edilerek aydınlatmaya çalışılacaktır.

İblis İle İlgili Ayetler

Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra meleklere, Âdem'e secde edin! diye emrettik. İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O secde edenlerden olmadı[10].

İblis hariç bütün Melekler secde ettiler. İblis secde edenlerden olmaktan yüz çevirdi.[11]

Hani biz meleklere, Âdeme secde edin demiştik ya! onlar secde ettiler. İblis hariç! O böbürlendi ve yüz çevirdi. O kâfirlerden idi.[12]

Allah, (İblise) sana emr ettiğim halde, seni secde etmekten alı koyan şey nedir? Diye sordu. İblis, ben ondan daha hayırlıyım. (zira) beni ateşten onu ise çamurdan yaratın dedi.[13]

Adem İle İlgili Ayetler.

“Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennette ikamet edin. Orada istediğiniz her yerden bolca (istediğinizi) yiyiniz. Sadece bu ağaca (üzüm ağacına işaret edilmektedir deniliyor) yaklaşmayın. Aksi halde nefislerine zülüm eden zalimlerden olacaksınız dedik[14]

Derken iblis, kendilerinden kapalı olan avret yerlerini aşikâr etmek için onları vesveseye düşürdü ve şöyle dedi: Rabbiniz sırf melek veya burada ebedi kalanlardan olacaksınız diye bu ağaçtan (yemenizi) yasakladı. Onlara yemin ederek gerçekten ben sizler için nasihat edenlerdenim dedi. Nitekim (yaptığı) hile ile onları kandırdı. Onlar yasaklanmış olan ağaçtan yedikleri an, onların (kendilerinden kapalı olan) avret yerleri kendileri için aşikâr oldu ve onlar cennet yapraklarından örtünmeye başladılar.[15]

Nitekim Şeytan onların ayaklarını kaydırıp itaatsizliğe sürükledi ve böylece içinde bulundukları (cennet ve nimetlerinden) çıkardı.[16]

Rableri onlara: “Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi? Diye nida etti. Âdem ile Havva ey Rabbimiz! Kendimize zülüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen muhakkak hüsran edenlerden oluruz dediler. [17]

Adem Rabbinden bazı kelimeleri aldı, (onları vesile kılarak tevbe etti Allah da) onun tevbesini kabul etti. Muhakkak ki O, çokça tevbeleri kabul eden ve merhametlidir.[18]

Yukarıdaki ayetler iblis ile Âdem (a)ın imkân âleminde kendileri için seçmiş oldukları makamı açıklamaktadır. Bu ayetler konuyla ilgili birkaç önemli noktayı içermektedir.

1.İblisin Allaha karşı olan isyanı, Onun kendisi ve Âdem hakkında olan düşünce tarzından kaynaklanmaktadır. Dışardan hiç kimsenin müdahalesi olmamıştır. O bu tavrı takınırken ne yaptığının farkında idi. Başka bir ifade ile onun bu tavrı, onun kendisine ve Ademe olan düşünce tarzından kaynaklanıp bilinçli olarak gerçekleşti. Bu nedenle Allah’u taala kendisinden, secdeye gitmemesinin nedenini sorunca, O kendi düşünce tarzı doğrultusunda nedenini açıklamaya çalışıyor: “Allah, (İblise) sana emr ettiğim halde seni secde etmekten alı koyan şey nedir? Diye sordu. İblis, ben ondan daha hayırlıyım. (zira) beni ateşten onu ise çamurdan yaratın dedi.[19]

“Allah ey İblis! Secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir? dedi. (İblis:) Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim, dedi”.Onun kendisi ve Âdeme olan bu bakış açısı onun kibirlenmesine, onun kibirlenmesi de isyan etmesine neden oldu. (eba ve istekbere = O yüz çevirdi ve böbürlendi”.

Âdem (a) ın isyanı ise İblisin müdahalesiyle gaflete düşürülerek gerçekleşti. İblis onu hileye düşürmek için Onun inandığı Allah ın adıyla yemin ederek kendisini, bir nasihatçi olarak Âdeme tanıttı. Âdem’in Allah ın yücelliğine olan inancı, Allah ın adıyla yalandan yemin edilebileceğine inanmadığından dolayı iblisin oyununa geldi ve Allah ın yasağından gafil kalarak yasaklanan ağacın meyvesinden yedi.Derken iblis, kendilerinden kapalı olan avrat yerlerini aşikâr etmek için onları vesveseye düşürdü ve şöyle dedi: Rabbiniz sırf melek veya burada ebedi kalanlardan olacaksınız diye bu ağaçtan (yemenizi) yasakladı. Onlara yemin içerek gerçekten ben sizler için nasihat edenlerdenim dedi. Nitekim (yaptığı) hile ile onları kandırdı.

Âdem ile hanımı Havva’nın isyanı İblisin müdahalesiyle gaflete düşerek gerçekleşti. Bu nedenle işledikleri hatayı fark eder etmez, onu meşrulaştırmadılar. Bilakis rebbena zelemna enfusena ve in lem teğfir lena ve terhemna le nekünenne minel  hasirin ­=  ey Rabbimiz! Kendimize zülüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen muhakkak hüsran edenlerden oluruz”diyerek itirafta bulunmakla yetinmediler. Bilakis feryat ederek pişman olduklarını da ibraz ettiler. Onların bu feryadı da onların kendisine olan bakış açısından kaynaklamaktadır. Âdem (a) melekler kendisine secde ettiler diya büyük bir şahsiyet olduğu düşüncesine kapılarak büyüklük taslamadı. O yaratılmış bir varlık olduğunu göz ardı etmedi. Bu nedenle yaratıcısına yöneldi.

2. Yukarıdaki ayetlerden elde edilen noktalardan ikincisi şudur: Bu iki varlığın kendileri ve diğer varlıkları algılama ve okuma tarzıdır. İblis denen varlık zahiri ve yüzeysel bir algılama ve bakış açısına sahiptir. Dolayısıyla kendini ve Âdemi algılama ve tanıma noktasında yüzeysel bir anlayışa sahiptir. Bu algı ve tanıma tarzı doğrultusunda gerçekleştirdiği çıkarsama neticesinde yaratılmış ve vücut bulma noktasında başkasına borçlu olduğunu unutarak bencil ve kibirli bir varlık olarak ortaya çıkıveriyor. Bu düşünce tarzı kendisinde pekiştiği için düşüncesinin yanlış olduğu ortaya çıkınca da pişmanlık duygusuna kapılmasını bırakın bir kenara, kendi işini meşrulaştırmaya çalışarak düşüncesinde ısrar edip bu düşünce tarzıyla kendi hayatını sürdürmek için yaratıcısından izin istiyor. “İnsanların meb’us olacağı (tekrar dirilip gönderileceği) güne kadar (yaşamak için) bana mühlet ver dedi”[20]Allah da onun, zati ve yaratılış itibarıyla özgür bir iradeye sahip olduğundan dolayı özgür iradesiyle kendisi için seçtiği yaşam tarzına engel olmadığı gibi onun arzuladığı hayat tarzıyla yaşamını sürdürmesine izin veriyor. Allah da sen kendilerine mühlet verilmiş kimselerdensin dedi”[21]Zira Allah’u taala özgür iradeye sahip olan varlıklar hakkında imkân âleminde kendileri için bir makamı seçmelerini takdir etmiştir.

Âdem ise derin bir algılama ve düşünce tarzına sahiptir. Dolayısıyla ne iblisin kedisine karşı beslediği düşmanlığa teveccüh eder, nede meleklerin kendisine göstermiş olduğu saygıya kanıyor. Bu algılama ve okuma tarzı doğrultusunda şu sonuca varıyor. Varlığı bir başkasına bağlıdır. Ve yaratıcısına teveccüh ediyor. Hayatını ve yaşamını O’nun emir ve yasaklarına uygun bir şekilde düzenlemeye çalışıyor. Her ne zaman Rabbinin emirlerine karşı hata yaptığını fark ederse, umutsuzluğa (yese) ve böbürlenmeye kapılmaksızın Rabbine yönelip O’na karşı itirafta bulunup tevbe ve istiğfar dilemekten geri kalmıyor. Âdem ile hanımı Havva kendilerine düşmanlık bağlayan iblisin tuzağına girerek Rablerine karşı hata işlediler. (Yaptıkları hata masumiyeti zedeleyecek bir hata olarak algılanmasın. Zir yapılan bu hata Allahın teşrii emirlerine karşı değil, irşad-i olan bir yasaklanmaya karşı gerçekleşmiştir. Yaptıkları hata irşad-i bir yasağa karşı olduğu halde) Onlar hata yaptıklarını fark eder etmez, “ey Rabbimiz! Kendimize zülüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen kesinlikle hüsran edenlerden oluruz dediler”[22]  Âdem bu derin bakışıyla yaratılmış bir varlık olarak kendine bakıyor. Varlığının kendisinden olmadığına göre, bir yerden başlayıp tekrar oraya dönmesinin gerekliliğini anlayabiliyor. Kibirlere kapılarak kendine müstakil bir varlık olarak bakarak mebdeini tanınamazlıktan gelmeyi yalancı ve aldatıcı bir anlayış tarzı olduğunu rahatlıkla derk edebiliyor. Bu nedenle zahiri olarak müstakil görünen varlıkların varlığına kanmıyor. Onların ötesine gidiyor. Kendi yaşam tarzını da bu düşünce tarzına uygun bir şekilde düzenlemeye çalışıyor.

3. Yukarıdaki ayetlerden elde edilen noktalardan üçüncüsü, imkân âleminde kendi özgür iradeleriyle seçtiği makamının belirlenmesidir. Makamlarının belirlenmesinde etkili olan temel unsur onların başta kendileri olmak üzere varlıklara bakış açılarıdır. Günümüz değimiyle dünya görüşleridir. İblisin kendisine olan bencil ve böbürlenme Âdeme olan düşürücü ve küçümseme bakış tarzı, onun imkan aleminde en alçak (esfele safilin) denen yerde yer almasına neden oldu. İblisin kendisine yönelik böbürlenme ve büyüklük taslama, Ademe karşı düşürücü ve alçaltıcı tarzdaki fikirsel düşüncesini şu cümlelerle Ben kokuşmuş ve şekillenmiş kuru çamurdan yarattığın bir insana secde eden (birisi) değilim[23]dile de getirince Allah, “Öyle ise, oradan (bulunduğun o yüksek mertebeden) in. Orası senin büyüklük taslayacağın yer değildir. Çık! Çünkü sen alçak olanlardansın! Buyurdu.[24]Öyle ise oradan (bulunduğun yerden) çık! Artık gerçekten sen kovuldun. Muhakkak ki kıyamet gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır.[25] Kendilerine teveccüh edip gurura dalan bütün insanlar, diğer insanlara karşı küçümser ve düşürücü bir bakış tarzına sahip omları kaçınılmaz bir durumdur. Bu konuyu burada açıp özerinde durmak bu makalenin hedefini açıyor. Dolayısıyla okuyucuları Kur’an da peygamberlere karşı baş kaldıranların tavırlarına ve özelikle Talut’un seçilmesine karşı kişilerinin sergilediği tavırlara müracaat etmelerini öneririm.[26]

Âdemin kendisine yönelik olan gönül alçaklılık ve diğer varlıkları da yaratılmış varlıklar olarak görmesi ve yaratıcısına karşı yükümlülük taşıdığı bir düşünce tarzına sahip olması, imkân âleminde yüksek bir yerde yer almasına neden oldu. “Adem Rabbinden bazı kelimeleri aldı, (onları vesile kılarak tevbe etti Allah da) onun tevbesini kabul etti”[27]

Sonuç itibarıyla melekler Rablerine karşı mutlak bir teslimiyete sahip (onların bu mutlak teslimiyeti nedeniyle onlara melek (mutlak Allah ın iradesine bağlı Allah ın mulkü) denilmesi de uzak bir ihtimal değildir) ve şuurlu bir varlıktır. Ancak mahiyet itibariyle sınırlı dolayısıyla algılama yetileri de sınırlıdır. Bu nedenle her birisi kendi başına bir tür ve tek tür iş yapmakla meşguldür. Secde de olanlar secde de, rükû olanlar rükû da vb. gibi amellerde sabittirler. Âdemin yaratılmasıyla onların algılama yeteneklerinin sınırlı olduğu ortaya çıktı, onlarda bunu itiraf ederek kabullendiler.

İblis iki boyutlu özgür iradeye sahip ve iki yönlü bir varlıktır. Onun kevsi nüzul-i (iniş mesiri) yönü; bu yön onun vücudunu teşkil ediyor. İblis vücut nurundan yararlanma kabiliyetine sahip yani mümkün ve olanaklı bir varlık olduğu için Allah’u talanın sahip olduğu kemal sıfatlarının gereğince ona vücut bağışladı. Zira ilahi irade tekvini olarak vücut nurundan yararlanması olanaksız olmayan tasavvur edilen her şeye vücut bağışlamaya taalluk etmiştir. İblisin kevsi nüzul-i yönü de bu irade doğrultusun gerçekleşmiştir. Bu yönle ona bakıldığında vücut başlı başına hayır olduğu için İblis de vücut kategorisinde yer aldığı için onun hakkında şer diye bir şey düşünülemez. Onun birde kevsi suud-i (dönüş mesiri) yani özgür iradesiyle imkân âleminde kendi konumunu belirtme tarafı da vardır. İblis zati ve yaratılış itibariyle özgür iradeye sahip bir varlık olduğu için imkân âleminde kendi konumunu belirtmek ve iki yoldan birisini (kendi nefsini göz ardı edip ilahi emirlere tabi olmak veya nefsinin arzularını ilahi emirlere karşı tercih etmek) seçip bir görev üstlenmesi, zatının bir gereğidir. Kendisi için bir makamı seçmekte etkili olan temel unsur, onun kendisine ve diğer varlıklara bakış tarzı ve onları okuma şeklidir. O, onun maddi boyutunu şekillendiren ateşin zahiri aydınlığına kanıp onun ötesine giderek yaratılmış ve mahlûk bir yaratık olduğunu göremedi. Âdemin maddi boyutunu teşkil eden su ve toprağın zahirine de bakarak onları karanlık olarak gördü derinliklerinde saklı olan yetilere ve nura inemedi. Âdemin kokuşmuş kuru çamurdan şekillenmiş maddi boyutuna bakarak kokuşmuş ve kuru çamura can kazandıran ilahi ruhu fark edemedi. Kısaca zahiri bir anlayış tarzı nedeniyle beş duyu organın alanına girmeyen gaybi hakikatleri göz ardı etti. Bu nedenle kevsi suud-i (dönüş mesiri) yönüyle imkân âleminde esfele safilin yani en alçak yerde yer aldı. Dolayısıyla kendi özgür iradesiyle var olan hakikatlere karşı takındığı bencil ve inkârcı tavır bakımından şer, ondan sakınması gerekir.

Onun bu duruma sahip olduğu durumun aşikar olunmasına neden olan Âdemin yaratılmasıdır. Zira Âdem yaratılmamış olsaydı onun bu durumu gizli kalacaktı. Onun, Adem ve Adem oğullarına bağladığı kin ve düşmanlığın sırrı da burada yatmaktadır. Çok açıktır ki insanların gizli tarafını aşikâr eden kimse ayıplarını dışarı verilen kişiler tarafından sevilmez ve ona düşmanlık yaparlar, mümkün derecede onu yok etmeye çalışırlar. Kâfirlerin Müslümanlara olan düşmanlığı da bu nedene dayanmaktadır. Zira müminler kâfirlerin küfrünü ve hakikatleri örtbas ettiklerini aşikâr ederler. Müminlerden olmasa kâfirler diye bir tabir söz konusu olmaz. Müminler yani hakka talip ve taraftar olanlar, kâfirler yani hakkı örtbas edip ona karşı tavır takınanlar. Günümüz dünyasında ise bunun tersi dünyaya gösterilmeye çalışılmaktadır. Ama Allah nurunu tamamlayacaktır kâfirler istemeseler bile. 

Âdem iki boyutlu, özgür iradeye sahip meleklerin algılayamayacağı isimleri müsemmaları ile derk etme kabiliyetine sahip dolayısıyla tüm varlıklarla irtibat kurabilen bir varlık olup halife unvanıyla yeryüzüne yerleştirilmiştir. O diğer varlıkların sahip olmadığı bazı özelliklere sahiptir. Onlardan birisi akıldır. Akıl onu, duyu organlar alanına giren varlıkları ele alıp tahlil ederek müşahede edilmeyen hakikatlere götüren bir unsurdur. Başka bir deyişle akıl onu, beş duyu organının alanına girmeyen varlıklarla tanıştıran bir özelliktir. Bu nedenle Allah’u taala afakî varlıklara bakarak onların ötesine gidenleri akıllı, onlar üzerinde tevakkuf edip öteye gitmeyenleri de akılsız olarak nitelendirmektedir. “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde akıl eden bir kavim için ayetler vardır”.[28] Yani bunların hepsi birer ayettir. Bunları görüp bunların ötesine giderek arkalarındaki gücü görenler akıllıdırlar. Zira bu eylem akla ait olan bir eylemdir. Yok, eğer zahiri boyutuna takılıp arkalarında var olan hakikatleri görmezlerse akıllı sayılmazlar ve İblisin grubuna katılmış olanlardan oluverirler. Zira iblisin en belirgin özelliği zahiri görüp ötesine gidememektir.

İnsan Allah ın halifesi unvanıyla yeryüzüne yerleştirilmiştir. Bu cümlenin (Allah ın halifesi unvanıyla yeryüzüne yerleştirilmiştir) kendisi mahiyeti itibariyle bu manaya gebedir ki insan, bir taraftan semavi (mücerret) alemiyle, diğer taraftan yer (madde) alemiyle irtibatlıdır. Onun bu irtibatı karşılıklıdır. Yani her iki âlemde bulunan varlıklara karşı etkili olduğu gibi edilgendir de. Aynı zamanda bu açıklama, insanın iki boyutlu bir varlık olduğuna işaret etmektedir. Bu cümle içinde var olan “halife” kelimesi aynı zamanda şu manayı da içinde beslemektedir; insan içinde yaşadığı madde âleminde istediği şekilde bir hayat tarzını yaşayamaz. Bilakis bu dünyada yaşama tarzını, kendisini halife unvanıyla yeryüzünde yerleştiren mustahlif yani Allah ın istediği şekilde düzenleyip yaşaması gerekir. Yani bir insan kendisiyle, yaratıcısıyla, diğer insanlar ve diğer varlıklarla olan ilişki tarzını Onu halife seçen Allah’ın istediği şekilde düzenlemesi gerekir. İnsan fikir ve teori âleminde kendisine ve yaratıcısına olan bakış tarzına yani dünya ve insan görüşüne göre, eylem ve pratik âleminde kendisini kendine halife olarak seçen mutlak varlığın yasalarına bağlı kalma oranında, imkân âleminde kendisi için bir makam hazırlayacaktır. İnsan ya kendisini yaratılmış bir varlık ve bu âlemde Allah ın halifesi olarak kabul eder ve kendi hayatını ve yaşamını Onun istekleri doğrultusunda şekillendirerek yaşamını sürdürecek. Böylece Âdem ve peygamberlerin taifesine girerek ala illiyin (= en yüksek mertebede) yer alır. Ya kendisini bağımsız ve hiç kimsenin halifesi olduğunu kabul etmez dolayısıyla heva ve hevesin istekleri doğrultusunda her hangi bir yaşam tarzını seçerek bir hayat tarzını kurar. Böylece İblisin taifesine katılarak esfele safilin yani en alçak mertebede yer alır. Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra İman edip Salih amel işleyenlerin dışında kalanların (hepsini özgür iradeleriyle yaptıkları seçim doğrultusunda) esfele safilin(aşağıların aşağısına) dönderip attık. İman edip sâlih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır.[29]

Bu iki bakış tarzı arasındaki temel fark kendilerine ve varlıklara yönelik olan derin ve zahiri bakış tarzında yatmaktadır. Birincisi derin bakışlara sahip olduğu için hakikatleri olduğu gibi algılar, diğeri zahiri bir bakışa sahip olduğu için derinliklere inemiyor dolayısıyla insan olmak özere nesnel âlemde var olan varlıkları zahiri boyutlarıyla algılar derinliklerine inemiyor. Onlar, dünya hayatının zahiri boyutunu biliyorlar. (dünyanın batini boyutu olan ) ahiretten ise gerçekten gafildirler. [30]

Oysa birinci bakış tarzına sahip olanlar kendi nefislerinde tefekkür ederek gökyüzü, yeryüzü ve ikisinin arasında var olan varlıkların boş yaratılmadığı, bilakis bir hedef doğrultusunda yaratıldığı neticesine varıyor ve kendi kimlik ve hüviyetini belirlemek için dünya âlemine geçici olarak geldiklerini savunuyorlar. Dolayısıyla varlık âleminin derinliklerine iniyorlar ve hayatlarını bu doğrultuda biçimlendiriyorlar. Nitekim Allah’u taala da insanlara kendi nefislerinde tefekkür etmiyorlar sorusunu yönelterek insanların böyle bir düşünce tarzına varmalarını istemektedir. Onlar kendi nefislerinde tefekkür etmiyorlar mı? Ki Allah, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunan varlıkları sadece hak (bir hedef doğrultusunda) ve belli bir süre için yaratmış. (zira hedefsiz olan her şey batıl ve boştur). Gerçekten insanların çoğu Allah ile karşılaşacağını inkar ediyorlar.[31]İnsanlar Allah ile karşılaşacaklarını inkâr ederek varlıkların hedefsiz olduğunu ispatlayarak kendi hayat ve yaşama sitilini hava ve heveslerinin istekleri doğrultusunda biçimlendiriyorlar.

İşaret edilen bakış tarzı bağlamında genel anlamda insanları üç sınıfa ayıra biliriz. Birinci sınıf derin bir bakış tarzına sahip ve maverayı görüp tahlil edebilen sınıf. Diğeri görülenler üzerinde yoğunlaşarak mavera ve batını göremeyip ancak fikirler öreterek farklı farklı düşünceler öretebilme kabiliyetine sahip olan sınıf. Üçüncüsü fikir öretemeyen taklitçi konumunda olan insanlardır. Sonuncusu kendi arasında ikiye ayrılmaktadır. Ya sade delillerle mavera ve zahiri âlemin batınını görüp bu doğrultuda fikirler öreten birinci grubun takipçisi olur ve onların varlıklar hakkında getirmiş oldukları tefsire inanıp melekler gibi sade ve pak kalpli ve ona göre kendi hayatını motife ediyor, veya hava ve heveslerine mağlup gelmiş dünya menfaatleri, ziynetleri ve şehvani arzular onların görüşünde değer kazanarak ikici grubun takipçileri olacaklar. Veya menfaat ve çıkarlarını hangi grubun yanında bulurlarsa o grubun yanında yer alırlar. Bunlar bu ayete; Şehvet ve nefsanî arzulardan kadın ve çocukların, kantar ve mukantara (yığın yığın üst üste birikilmiş) olan mallardan altın ve gümüşün, nişaneler ile güzelleştirilmiş atların, anam (deve, koyun ve keçi) ve ziraat ekinlerin sevgisi insanlara ziynetli kılındı. Bunlar dünya hayatının (geçici olarak insanı eğlendiren) mallardır. Dönülecek en güzel yer Allah katındadır [32] mazhar olmuşlardır.

Bu, zahiri bir anlayış ve algılamaya sahip olan insanlar ve onlara tabi olanların durumudur. Varlıkların batınına ve derinliklerine inip zahiri bir araç olarak görenler hakkında ise Allah şöyle buyuruyor: Deki bunlardan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Allaha itaatsızlıktan sakınanlar için Allah katında altından ırmaklar akan cennetler vardır. orada ebedi kalıcıdırlar. Onlar için tertemiz kılınmış eşler vardır. Ve (hepsinden daha üstün) Allah’ın rızvanı (hoşnutluğu) vardır. Allah kullarını görendir.[33] Dolayısıyla insanı algılama ve yorumlama bağlamında insanlar dört gruba ayrılmış olmaktadırlar.

Netice itibariyle dini dünya görüşünde, insan iki yönden değerlendiriliyor. İlki bir varlık olarak tekvini ve yaratılışsal itibariyle, diğeri özgür iradeye sahip olup seçme yetkisine sahip bir varlık olma itibariyle değerlendiriliyor. Tekvini olarak Allah ın bütün sıfatlarını bil kuvve şeklinde kendisinde topladığı için varlıkların yaratıcısı olan Allah ın halifesi olarak yeryüzüne yerleştirilmiştir. Dolayısıyla tekvini olarak varlıklar içerisinde en yüce makama sahiptir. Yani bütün noksanlıklardan uzak mutlak ve hiçbir şeye ihtiyaç duymayıp aksine bütün varlıkların kendisine ihtiyaç duyduğu Allah’ın halifesi olma makamına oturtulmuştur. Teşrii olarak özgür iradeye sahip olduğu için bu halifeliği kabul veya reddedebiliyor. Yani teşrii olarak yükseliş ile düşüş barzahında (sınırında) yer almıştır. Ya Allah ın halifesi olduğunu algılar ve bunu kabul eder veya Allah ın halifesi olduğunu ne algılar nede kabul eder. Allahın halifesi olduğunu algılayıp kabul eden Allah ın öğretileri doğrultusunda bir hayat biçimini seçip bil kuvve olarak kendisinde taşıdığı ilahi sıfatları mutedil bir şekilde bil fiile dönüştürmeye çalışır. Yukarıda işaret edildiği gibi kendi özgür iradeleriyle böyle bir düşünce tarzına varıp kabul edenler bir nevi Allah ile yeni bir sözleşme imzalayarak nefislerinin ve mallarının kendilerine ait olmadığını itiraf etmiş olurlar. Allah da bu sözleşmede onların bu özgür irade ile yaptıkları itiraf ve kabule karşı cennetini yani ebedi saadeti armağan ediyor. Allah şöyle buyuruyor: Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. Budur işte büyük kurtuluş.[34] Ama Allah ın halifesi olduğunu reddederek seküler bir hayat tarzını seçen bir kimse hakikatinden fasıla almış, esfele safilin mesirine koyulmuş olur. Böyle bir kimse ebedi mutluluk karşılığında dünyevi ve geçici mutluluğu tercih etmiştir. Fakat ne yazık ki o bu tercihinde yanılmış ve büyük bir zarara uğramıştır. Allah’u taala şöyle buyuruyor: İşte onlar, hidayet (doğruluk ve hakikat) karşılığında dalâleti (hakikat ve doğruluktan uzaklaşmayı) satın alan kimselerdir. (Ne yazık ki) onların bu ticareti kar getirmedi. Ve  (seçtikleri mesirde de) hidayet bulmuş değildirler.[35]

On veya yirmi yıllık dünya hayatı sigortalamak için gece gündüz çalışıp ebedi hayatını sigortalamak için duyarsız veya en az on veya yirmi yıllık bir hayatı sigortalamak için duyarlı olduğu kadar duyarlı olmayan insanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?                                                  

Murat Ayyıldız

                                                      


[1] - Alak, 6- 7.

[2] Allame Tabatabai, Muhammed Hüseyin, Tefsiri el- Mizan,  c. 4. s. 252-253. (farısça tercümesi, syyid Muhammed Bakır, Musevi, Hemedani)

[3]  Ayetullah Misbah Yezdi, Muhammed Taki, Muarif-i Kur’an (Kuran Marifetleri) c. (1- 3) s. 322. (farısça)

[4] Fusilet, 53- 54.

[5] Allame Tabatabai, Muhmmed Hüseyin, Tefsiri el- Mizan, c. 8 s. 55. (Farsça tercümesi Musevi Hemedanini)

[6] Tevbe, 111.

[7] Bakara, 30- 38.

[8] Bakara, 35.

[9] Bazıları, Adem insanların babası olduğu gibi İblis de cinleri babasıdır demişlerdir. Bkz. Muhammed Ali Sabuni, safvetu-t tafasir, hicr 27 ayetin tefsiri.  

[10] Araf,11.

[11] Hicr, 30, 31.

[12] Bakara, 34.

[13] Araf, 12

[14] Bakara, 35.

[15] Araf, 20, 22.

[16] Bakara, 36.

[17] Araf, 22, 23.

[18] Bakara, 36.

[19] Araf, 12

[20] Araf, 14.

[21] Araf, 15.

[22] Araf, 23.

[23] Hicr, 33.

[24] Araf, 13.

[25] Hicr, 34, 35.

[26] Talut ile Calut kısasında biz Müslümansız diyen insanlar için alınacak çok önemli öğütler, ibretler ve dersler vardır. (bakara 246.252.

[27] Bakara, 37.

[28] Bakara, 164.

[29] Tin, 4, 5, 6.

[30] Rum, 7.

[31] Rum, 8.

[32]  Ali İmran, 14.

[33] Ali İmran, 15.

[34]  Tevbe, 111.

[35] Bakara, 16.



Yeni yorum ekle