İNSANIN YARATILIŞ HİKMETİ

Pt, 20/02/2017 - 13:50

Bu makalede de ise “insanın yaratılış hikmeti”ni değerli okuyucularla paylaşmaya çalışacağız. Bilindiği gibi insanla ilgili zihinlerde şekillenen çok ciddi ve önemlilik arz eden birçok soru vardır. insanın yaratılışı onlardan birisidir.

Mukaddime

Daha önceki sayıların birisinde “dini dünya görüşünde insanın tanımı”, ikincisinde “insanın hakikatı” üçüncüsünde “insan-i kamil” başlıkları altında insan ile ilgili zihinlerde şekillenen bazı soruları cevaplandırmaya çalıştık. Bu makalede de ise “insanın yaratılış hikmeti”ni değerli okuyucularla paylaşmaya çalışacağız. Bilindiği gibi insanla ilgili zihinlerde şekillenen çok ciddi ve önemlilik arz eden birçok soru vardır. insanın yaratılışı onlardan birisidir. Şöyle ki, insan niçin yaratıldı ve yaratılışının hikmeti ve hedefi nedir? sorusudur. Bu soru, insanların bır kısmı olumsuz bir serencama duçar olacağı düşünüldüğünde dahada ciddileşir. Yani Allahu taala, insaları yaratırsa onlardan bır kısmı cehenneme gideceğini bildiği halde niçin onları yaratı? Hal böyle ise insanın yaratılması Allahın hikmetine aykırı değimlidir? Yaratılışından neyi hedeflemiştir? Cehenneme gitmelerini mi yoksa cennete gitmelerini mi istemiştir? Bu makalede bu soruların cevabı verilmeye çalışılacaktır.

Şehristani “el-milel ve en-nihal” adlı eserinde iblis Âdeme secde etmeyip Allah tarafından lanet edildikten sonra meleklerden bazı sorular sorduğunu “anacil”i erbaadan nakl etmiştir. Yukarıdaki soru onlardan birisidir. İblis ile melekler arasında gerçekten böyle bir vakia gerçekleşmiş mi gerçekleşmemiş mi ve bu nakiller doğru mudur doğru değil midir? gibi sorular pek fazla önemli değildir. Önemli olan şudur ki, bu sorular günümüz dünyasında bir çoğunun zihnini meşgul etmesidir. Dolayısıyla bu gibi soruları ele alıp cevaplandırılmasının gerekliliğıne inandığım için bu makalede onlardan birisi olan yukarıdaki soruyu ele aldım. Bazıları “Allah fiillerinden sorulmaz” ayetine dayanarak bu soruların ele alınması meşru değildir demişler. Bu nedenler ilkin bu gibi soruları ele alıp cevaplandırılmasının meşruiyetini gereçelendirelim.

Allahın fiilleri bir hikmet ve bir hedef doğrultusundadır

Bazıları başta bu soru olmak üzere İblis tarafından ortaya atılan diğer soruları akli olarak cevaplandırılması imkansızdır derken, bazıları da bu soruları cevaplandırmaya çalışmışlardır. Akli olarak cevaplandırılması imkansızdır diyenler “Allah yaptıkları işlerden sorulmaz” deyerek sorulan soruların üzerinde durmamışlar. Bu temel sorular hakkında böyle bir yöntemin izlenilmesi doğru olmadığını kabul gördüğümüz için ikinci görüşü kabul ediyoruz. Zira bazı meselelere (ibadi) taabbudi olarak yaklaşılması doğru olsa bile, onların sırrını ve hikmetini öğrenmek insanın fıtratında vardır, dolayısıyla onların sırrını keşf edip aklını tatmin etmek için bile insan uğraşır. Nitekim esrarul ibadat adı altında bir çok kitap büyük alimler tarafından yazılmıştır. Asıl ve köklü olan bu gibi meselelerde ise kalbini ve aklını tatmin etmesini istemek insanın en tabii hakkıdır.

Tatmin olma olayı insanın tabi hakkıdır. Ulül azm olan peygamberler bile bazı konularda tatmin olmak için Rabblerinden bazı işlerinin hikmetini sormuşlardır. Örnek olarak hazreti İbrahim ve Hazreti Musayı (aleyhima ve ala resülina ve alihi selam) verebiliriz. Hazreti İbrahim putperestler tarafından mancanikle ateşe atıldığında, daha havada iken Cebrail (aleyhisselem) ona yetişti; ya İbrahim yardıma ihtiyacın var mı? Diye kendisinden sorunca. İbrahim aleyhi selem şöyle dedi: sen bana yardım etsen de Allahtan yardım alarak ancak bana yardım edebilirsin. Kendisinden yardım alacağın Allah seni gördüğü gibi beni de görüyor. Dolayısıyla senden yardım dileceğime O’ndan yardım dilerim. Yani benim Allah’ın yardımına ihtiyacım vardır, senin yardımına değil şeklinde cevap verdiği rivayetlerde nakl edilmiştir. Tevhidin kahramanı olan İbrahim (aleyhisselam) bile nefsinin tatmin olması için ölümden sonra yeniden dirilme gerçeği hakkında Allahtan şöyle bir dilekte bulunmuştur. 

Hani İbrahim Rabbine: Ey Rabbim! Ölüyü nasıl diriltteceğini bana göster, demişti. Rabbi ona: Yoksa inanmadın mı? dedi. İbrahim: Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için dedi. Bunun üzerine Allah: Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir, buyurdu[1]. (Bakare 260).

Hazreti Musa (alayhisselam) Hazreti Hızır’la yolculuğa çıktığında hz. Allahın Hızır’ın eliyle gerçekleştirdiği olaylar karşısında sükut edemiyor. Onların hikmetini hazreti Hızırdan soruyor: Allah’u taala bu olayı Kur’anda zikrederek şöyle diyor:

 Bunun üzerine yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman o (Hızır) gemiyi deldi

Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi? dedi

Musa: Unuttuğum şeyden dolayı beni muaheze etme; işimde bana güçlük çıkarma, dedi.

Yine yürüdüler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında (Hızır) hemen onu öldürdü. Musa dedi ki: Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın (kimseyi öldürmediği halde) katlettin ha! Gerçekten sen fena bir şey yaptın!

(Hızır:) Ben sana, benimle beraber (olacaklara) sabredemezsin, demedim mi?

Musa: Eğer, dedi, bundan sonra sana bir şey sorarsam artık bana arkadaşlık etme. Hakikaten benim tarafımdan (ileri sürebilecek) mazeretin sonuna ulaştın.

Yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar. (Hızır) hemen onu doğrulttu. Musa: Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alırdın, dedi.

(Hızır) şöyle dedi: "İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim."

Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak istedim. (Çünkü) onların arkasında, her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı

Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.

Devam etti:) "Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin."

Duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara ait bir hazine vardı; babaları ise iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur[2]. (kehf 71-82).

Her halükarda gerçekleşen olayların hikmetini bulmak insanların hılkatında vardır. Aslında bu insanı diğer varlıklardan ayıran önemli özelliklerden birisidir. Diğer taraftan Allah’u taala başta insan olmak üzere bütün varlıkların bir hikmet ve bir hedef doğrultusunda yaratıklarını bir çokyerde vurglamaktadır. Varlıkların herhangi bir hedef doğrultusunda yaratılmadığıni söyleyenleri kafir olarak nitelendirmektedir. Allahu taala şöyle buyuruyor:   

Göğü, yeri ve ikisi arasındakilerini biz batıl (hefdefsiz/hikmetsiz) olarak yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline![3] (Sad 27).

Kendi akıllarından yararlanıp gök ve yerin yaratılışında tefekkür edenler ise, bunların bir hikmet doğrultusunda yaratıldıklarını itiraf ediyorlar. Allahu tala bu mütefekirlerin itirafları hakkında şöyle diyor: 

Ayakta iken, oturur iken, yanları üzerine yatar iken (yani bütün haletlerinde) Allah ı zikir ve gökleri ve yerin yaratılışında tefekkür eden kimseler, Rabbimiz! Sen bunu batıl (hedefsiz/hikmetsiz) yaratmadın, seni tesbih ederiz, bizi cehennem azabından koru (derler)[4]. (Ali imran 191).

Gök ve yer yüzünün yaratılış hedefini insan denen varlığı orada yaratıp onlardan kimler daha güzel amel işleyecektir bağlamında imtihan etmek olduğunu yine Allah tarafından bizlere bildirilmektedir. Allah şöyle diyor:

O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için, Arş ı su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde yaratandır. Yemin ederim ki, (Resûlüm!): "Ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz" desen, kâfir olanlar derhal "Bu, açık bir büyüden başka bir şey değildir" derler[5]. (Hud 7). 

Allahu taala başta insan olmak üzere bütün varlıkların bir hikmet ve bir hedef doğrultusunda yaratıldığını belirtmektedir. Biz insalarda kendimizi tatmin etmek için bu hikmeti ve hedefi keşf etmeye çalışabiliriz. Tabiî ki herkes kendi gücü dahilinde bunu inceler ve kendi idrakları dahilinde bunu keşf eder. Bu kalemin sahibi de kendi yetileri dahilinde bu hedef doğrultudunda bu makalede insanın yaratılış hikmetini ve hedefini keşf etmeye çalışacaktır.

Hikmet ve Hedef

İlk olarak şunu belirtmek lazım ki; yaratılışın hikmeti ile yaratılışın hedefi iki ayrı farklı şeylerdir. Zira yaratılışın hikmetinin açıklamasıysıyla, başta insan olmak üzere bütün varlıkların bir hikmet doğurultusunda yaratıldığı açıklanılır, hedefin açıklanmasıyla ise hikmet doğrultusunda yaratılan insanların serencamı olumsuz bir noktaya varılmaması için nasıl bir program izlendiği açıklanılır. Başka bir beyanla hikmet başta insan olmak üzere bütün yaratıkların yaratılışlarının illetini ve yaratılışlarının mantıklı olduğunu beyan eder, hedef ise hikmet doğrultusunda yaratılan insandan istenilen şey nedir sorusunu cevaplandırma bağlamındadır.

Bu bağlamda özetle insanın yaratılış hikmeti hakkında şöyle diyoruz: vücud nurundan yararlanma kabilyetine sahip olan şeylere vücud nurunu vermemek başta cevad ve rahman olmak üzere tüm kemal sıfatlarına sahip olan hak talanın zatına ters olduğu gibi mantısal bir çelikidir. İnsan denen varlık vücud nurundan yararlanma kabiliyete sahiptir. Öyle ise ona vücud nurunu vermemek başta cevad ve rahman olmak üzere tüm kemal sıfatlarına sahip olan hak talanın zatına ters olduğu gibi mantıksal bir çelişkidir de. Bunun tersi ise mantıklıdır, yani ona vücud nurunun verilmesi zatına uygun olduğu gibi mantılıdır da. İnsanın yaratılış hedefi için de özetle şöyle diyoruz. Vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olup yaratılan insan düşüş ile yükseliş sınırı anlamında olan barzahta yer almıştır.

Bu noktandan hareketle insan en yüce mertebelere (ala illiyyine) ulaşma kabiliyetine sahip olduğu gibi, bu noktadan harektle en aşağı mertebeye (esfele safilin) düşme kabiliyetine de sahiptir. Ondan istenilen şey ise yüce mertebelere (ala illiyyin) çıkmaktır ve onu en yüce mertebeye çıkmak için de gerekli olan programda belirlenmiştir. Yani vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olup yaratılan insandan en yüce mertebelere çıkma kabiliyetine sahip olduğu için ondan o mertebeye çıkması istenilmektedir, dolayısıyla onun bu mertebeye ulaşması için gerekli programda gönderilen Resuller vasıtasıyla açıklanmıştır. Ama bu istek teşrii irade doğrultusundadır. Dolayısıyla bu irade tahakkuk bulamaya bilir. Yani insanlar Allahın bu iradesini gerçekleştirmeyebilirler. Bu konununun özetiydi. Şimdi dataylısına geçelim. 

Allahın tekvini ve teşrii iradesi

Allah’ın iradesi, tekvini ve teşrii olmak üzere iki kısımdır. Şöyle ki; Allahu taala bir şeyi gerçekleştirmek istediği zaman önce onu irade eder sonra (öncelik ile sonralık zamansal değildir. Tahlili ve rütbidir) onu gerçekleştirir. Gerçekleştirmek istediği şeyi ya vasıtasız gerçekleştirir veya bir şeyi vasıta kılar gerçekleştirir. Vasıta kıldığı şey, ya özgür iradeye sahip değildir veya özgür iradeye sahiptir. Birinci ve ikinci irade şekline iradeyi tekvini, üçüncü irade şekline de iradeyi teşrii denilmektedir. Örneğin Allah’u taala ilk varlığı yani akli evveli ve ikinci aklı yaratmak, yağmuru ve kitapları indirmek, insanın ölümünü, ölümden sonra tekrar dirilmesini ve kendisine ibadetin yapılmasını istiyor. ama birinci varlınğın yani akli evelli yaratmak doğrultusunda olan iradenin gerçekleşmesinde herhangi bir vasita yoktur, ikinci aklın gerçeklerşmesinde birinci akıl, yağmuru, kitapları indirmek, insanın ölümü ve insanın ölümden sonra dirilmesi doğrultusunda olan iradenin gerçekleşmesinde ise vasıta vardır, ancak özgür iradeye sahip olan vasıtalar değil. İşte bu şeylerin gerçekleşmesine taalluk eden iradeye iradeyi tekvini denilmektedir. Kendisine ibadetin gerçekleşmesi doğrultusunda olan iradenin gerçekleşmesinde ise özgür iradeye sahip olan vasıta vardır. Zira ibadetin gerçekleşmesi insan ve cinlerden istenilmiştir. “Cinleri ve insanları ancak bana ibadet edtsinler diye yaratım”. (zariyat 56). Özgür iradeye sahip olanlardan bir şeyin gerçekleşmesine taalluk eden iradeye de iradeyi teşrii denilmektedir.

İki arade arasında farklar: Tekvini irade ile teşrii iradelerin daha fazla açıklanması için ikisini birbirinden ayıran farklılıklara işaret edelim; bu iki irade arasında olan önemli faklar vardır. Burada bir kaçına işaret ederiz; birinci fark: iradeyi tekvinide tahaluf imkansızdır, teşriide ise tehaluf mümkündür. Yani Allahın tekvini iradesinin gerçekleşmemesi imkansızdır, ama teşrii iradesi gerçekleşmeyebilir.  İkincisi; tekvini iradesi icad, ibda ve yaratılış doğrultusunda, yani “kun fe yekun = ol ve olu verir” ile irtibatlıdır, teşrii iradesi ise hidayet ve yol gösterme doğrultusundadır. Üçüncüsü; tekvini ile ilgili hidayet varlıkları kabiliyetlerine uygun yaratmak anlamındadır, teşriiyle ilgili hidayet saadeti ve saadete giden yolu belirleme anlamındadır. Dördüncüsü; tekvini irade kabiliyetlere taalluk eder, teşrii irade  ise en yüce, en şerefli ve değerlere taalluk eder.

Başka bir beyanla tekvini irade kevsi nüzüli doğrultusundadır, teşrii irade ise kevsi Suudi doğrultusundadır. Beşincisi; tekvini irade kabiliyetlere taalluk ettiği için geneldir. Yani bütün varlıkları kapsar ve kabiliyetlerin olduğu her yerde tecelli bulur, teşrii irade ise en yüce ve en yüksek şeylere taalluk ettiği için has yani özgür iradeye sahip olan varlıklara mahsustur. Dolayısyla kabiliyetlerin olduğu yerlerde tekvini irade devreye girer vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olan şeylere vücud verir, en yüce varlığın vücud bulması özgür irade doğrultusunda gerçekleşmesi mümkün olduğu için özgür iradeye sahip olan varlıkların olduğu yerde devreye geçer, onlardan yüce hedefi seçmelerini ister. Başka bir beyanla iradeyi tekvini hak taalanın sıfatlarının genel boyutunun tecelisisidir, dolaysıyla bütün varlıkları kapsar, “rahmetim her şeyi kuşatmış” (araf 156), teşrii irade hak taalanın sıfatlarının has boyutunun tecellisidir, dolayısıyla özgür iradeye sahip olan varlıklara hastır. Altıncısı;Tekvini irade ile teşrii irade arasındaki ilişki tam girişimlilik (umum husus mutlak) şeklindedir.

Yani tekvini irade teşriiyi kapsıyor ama teşrii irade tekviniyi kapsamıyor. Şöyleki özgür iradeye sahip olan varlıkların iradesi Allahın teşrii iradesi doğrultusunda faal olursa Allahın teşreii iradesinin taalluk ettiği en yüce varlık vücud bulma kabiliyetini kazanır, dolayısıyla tekvini irade devreye geçer ve kabiliyet şeklinde o yüce varlığa fiiliyet verir. Yani teşrii iradenin taalluk ettiği şeyin fiiliyete geçmeside tekvini iradeyle gerçekleştirir. Ama özgür iradeye sahip olan varlığın iradesi Allahın teşrii iradesi doğrultusunda değil, bilakis onun tam tersine faal olursa en aşağı ve en değersiz varlıklar, vücud bulma kabiliyetini kazanır, dolayısıyla Allahın tekvini iradesi devreye geçer onlara vücud verir. Görüldüğü gibi burada tekvini irade vardır ama teşrii irade yoktur. Yukarıdaki açıklamalar özgür sahibi olan varlıkların özgür iradesini devre dışı bırakarak cebre temayül eden eğilimi reddettiği gibi, Allah’ın iradesini devre dışı ederek tafvize temayül eden eğilimi de reddetmektedir. Bu konu mekalenin devamında daha fazla açıklanılacaktır. İnşallah.

Hayır ve şer, değerli ve değersiz (alçaklık) kavramları.

Konumuzla irtibatlı olup dikkat edilmesi gereken konulardan bir diğeride hayır ve şer, değer ve değersizlik kavramları ve aralarındaki farktır. Yani bu kavramalara ve aralarındaki farka dikkat etmek konunun anlaşılmasında yardımcı olur. Dolayısıyla burada bu kavramların anlamı ve aralarındaki farka kısaca değineceğiz.

Hayır ve şer kavramları, değer ve değersizlik kavramları oranla daha kapsamlı ve geneldir. Mana itibariyle de felsefecilerin yapmış oldukları incelemelerde, hayır netice itibariyle vücut, şer de adem anlamındadır. Vücud hayır adem de şer olduğunu göz öünde bulundurduğumuzda bir şey vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olduğu halde yaratılmayıp adem karanlıklarında bırakılması şer, kendisine vücud bağışlayarak adem karanlığından vücud aydınlığına çıkartılması da hayırdır. Dolayısıyla vücut nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olan şeylere vücüd verilmemesi şer vücud verilmesi hayırdır. Bunabinaen ademden vücud marhalesine çıkartılan hiçbir şey şer olarak nitelendirilemesi mantıklı olmadığı gibi, Allah tarafından şerrin yaratıldığını iddia edilmesi de mantıksızlıktır.

Değer ve değersiz ise özgür iradelerin olduğu yerlerde anlam kazanır, özgür iradelerin olmadığı yerlerde bu iki kavramın hiçbir anlamı yoktur. Dolaysıyla en değerli ve en değersiz varlıkların var olması da özgür iradenin olduğu yerlerde ancak mümkün olabilir. Şöyle ki, özgür iradeye sahip olan varlıklar, özgür iradesini yüce varlığın vücuda gelmesi doğrultusunda faal ederlerse, yüce varlık vücud bulma kabiliyetini kazanır. Değerli şeyler vücuda gelme kabiliyetini kazandığında, Allahu taala’nın tekvini iradesi devreye geçer ve ona vücud bağışlar. Yani özgür iradeye sahip olan varlık istemediği sürece kâmil insanın vücuda gelmesi imkânsızdır. İmkânın olmadığı yerde Allahın iradesi de söz konusu değildir. Dolayısıyla değerli varlık (insani kamil) da vücuda gelemez. Özgür iradeye sahip olan varlık özgür iradesini en değersiz varlığın vücuda gelmesi doğrultusunda faal ederse, değersiz varlık vücuda gelme kabiliyetini kazanır.

Değersiz şeylerin vücuda gelmesi mümkün olunca, Allahın tekvini iradesi ona taaluk ederek kendisine vücud bağışlar. Yani özgür iradeye sahip olan varlık istemediği sürece değersiz varlığın vücuda gelmesi kabiliyet bulamaz, dolayısıyla Allahın tekvini iradesi de devreye girmez. İblis özgür iradeye sahip bir valık olarak vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olduğu için Allah kendisine vücud bağışladı. Onun bu vücudu hayırdır. Değerli olup olmamakla hiçbir alakası yoktur. Tekvinen yaratılan İblis özgür iradeye sahip olduğu için kendi iradesini ya Allahın teşrii iradesinin taalluk ettiği değerlere taalluk eder, dolayısıyla hayırlı bir varlık olmakla beraber değerli bir varlık olma kabiliyetini kazanır, ya Allahın teşrii iradesinin taalluk ettiği değerlere değil, aykırı şeylere taalluk eder, dolayısıyla vücud olma itibariyle hayır olduğu halde en alçak bir varlık olma kabiliyetini kazanır. Özgür iradeye sahip olan varlıkların tümü İblisin bu durumuyla karşılaşmaları söz konusudur. Yani onlarda kendi özgür iredeleri istikametinde ya kendilerini değerli bir varlık olma durumun getirirler ya değersiz ve alçak bir duruma getirirler. Değerli olan varlıklarla alçak olan varlıklar zati itibairyle birbirinden farklı oldukları için onların bu durumu bil ayan olarak zahir oldukları zaman bir arada yaşamaları imkânsızdır. 

Dolayısıyla allahu taala değerliler için cennet değersizler için cehennemi yarattı. Daha doğrusu cennet ile cehennem insanların istekleri doğrultusunda olanaklı hale geldiği için yaratılmışlar. Cennet yani değerlilerin yeri, cehennem yani alçakların yeri. Ama her ikisi vücut bakımından hayırdırlar. Zira ikiside kabiliyetleri doğrultusunda yaratılmış vücudlardır. Hakeza İkisinin içinde yer alan varlıklar vücud bakımından hayırdırlar. Ama cennettekiler kendi özgür iradeleri doğrultusunda değerli, cehennemdekiler de kendi özgür iradeleri doğrultusunda değersiz hale gelmelerini istemişler. İşte onların bu hale gelmelerini, Allahu taala teşrii iradesiyle istememiştir. Yani Allahu taala hiçbir varlığın değersiz hale gelmesini istemiyor. Bunun en açık kanıtı Resüllerin gönderilmesidir.

Ayetlerde tekvini ve teşrii iradeler.

Allahu taala bütün insanlardan Allaha ve ahiret gününe iman getirip ona ibadet ederek yüce mertebelere ulaşmalarını istemiş, şirk koşmalarını, inkarcı ve itaatsizlik yaparak kendilerini değersiz hale getirmelerini istememeştir. Aşağıdaki ayetlere dikkat ediniz.

Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz. böylece (kötü akibetlerden kendinizi kurtarmış ve) korunmuş olmanız umulur.[6] (bakare 21)

Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yeyin, şeytanın yoluna tabi olmayınız; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır[7] (bakara 168).

Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet sen bizim Rabbimizsin, dediler. Yahut "Daha önce babalarımız Allah a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onların izinden gittik). Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?" dememeniz için (sizi Rab olduğuma dair aleyhinize şahit tuttum).[8]  (Araf 172-173)

Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar. Ey Adem oğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, Ve bana kulluk ediniz, doğru yol budur diye sizden ahıt almadım mı?[9] (yasin 59-61).

Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmiyor[10]. (sebe 28).

(Ahiret gününde) kafirler, bölük halinde cehenneme doğru sürülür. Oraya varınca cehennemin kapıları açılır, bekçileri onlara: Size, içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugünle karşılacaksınız diye sizi korkuttan resüller gelmedi mi? derler. Onlar "evet geldi" derler ama, azap kelimesi kâfirlerin üzerine hak olmuştur.[11] (zümer 71)

Görüldüğü gibi bu ayetler açık bir şekilde Allahu taala bütün insanlardan kendisine ibadet ederek değersiz durumlara düşmemelerini istediğine delalet etmektedirler. Araf süresindeki ayetler insanlar yarın kıyamet gününde Allaha karşı mazeret göstermesinler diye kendini onlara tanıttığını söylüyor. Yasın süresindeki ayetler bütün inslardan şeytanın ibadetinden sakınıp Allaha ibadet etmek için insanlar ile Allah arasında bir sözleşme yapıldığını hatırlatılıyor. Sebe söresindeki ayette peygamber, has bir zamanın insanları veya has bir kavim için değil, bilakis bütün insanlara gönderildiğini vurguluyor. Zümer süresindeki ayette bütün insanlara resüllerin günderildiğine işaret ediyor.

Zira cehenneme giden kafirler cehennemin kapısına vardıklarında cehennemin bekçileri onlara, neden buraya geldiniz, meğer Allahın ayetlerini size okuyacak ve bu durumla karşılaşmamak için sizi uyaran peygamberler gönderilmedi mi? diye soracaklar. Onlarda itiraf ederek geldi diyecekler. Bunun anlamı şudur ki, Allahu taala bütün insanlardan, onların yükselmeleri ve değerli varlıklar haline gelmeleri için kendisine ibadet etmelerini peygamberler vasıtasıyla istemiştir. Yani hem cehennemin bekçilerinin sorusundan, hem kafirlerin cevabından, Allahu taala bütün insanlara, Allahın ayetlerini okuyacak ve akibetleri kötü olmaktan korkutacak korkutucuların gönderdiğini, dolayısıyla bütün insanlardan kendisine ibadet etmelerini istediği anlaşılmaktadır.

Aşağıdaki ayetlerin zahiri ise Allah bütün insanlardan kendisine iman etmesini istemediğine delalet etmektedirler. Ayetler şöyle diyor: Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunan her kes (bütün insanlar) iman ederdi. O halde sen, mümün olmak için insanları zorlayacak mısın[12] (Yunus 99).

Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onların vekili de değilsin[13] (enam 107).

Bu ayetlerin son kısımı ve aşağıdaki ayet “Dinde zorlama yoktur. Gerçekten hak (rüşd) ile batıl (gay) tebyin edilmiştir. Dolayısıyla kim tâğutu reddedip Allah a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır”[14] (bakara 256), göz önünde bulundurulmasa, Allah bütün insanlardan kendisine iman getirmelerini ve kendisine şirk koşmamalarını istemediği anlaşılabilirdi. Zira birinci ayetin ilk bölümü “eğer Allah dilemiş olsydı herkes iman ederdi”, Ikinci ayetin ilk bölümü de “Allah istemeseydi kimse şirk koşmazdı” diyor. Bunun mefhumu şudur; Allah herkesin iman getirmesini ve şirk koşmamasını istememiştir. Zira istmiş olsaydı herkes iman getirecekti ve hiç kimse Allaha şirk koşmazdı. Zira Allahın istediği bir şeyin gerçekleşmemesi imkansızdır. Ama ayetler, kendi son bölümü ve bakaradeki ayet ile birlikte göz önünde bulundurulduğunda, onlardan yukarıdaki neticeyi almak imkansızdır.

Zira ayetlerin son bölümü buradaki istemenin tekvini iradeyle alakalı olduğuna delalet etmektedirler. Yani eğer Allah tekvini iradeyle (zorla) onlardan iman getirmelerini ve şirk koşmamalarını istemiş olsaydı yer yüzünde imansız ve müşrik olarak hiç kimse kalmazdı. Bu ise Allahın hikmetine aykırıdır. Zira bu özgür olan bir varlığın özgür olduğu halde özgürsüz etmek anlamındadır. Oysa Allahın hikmeti buna taalluk etmiştir ki, özgür olarak vücuddan yararlanma kabiliyetine sahip olan şeyleri özgür olarak yaratmaktır. Tekvini iradeyle onlardan iman getirmeleri istemesi ise buna aykırıdır. Dolayısıyla Allah insalardan tekvini iradeyle iman getirmelerini istemiyor. Zira hikmetine aykırıdır. Işte bu ayetler tekvini iradeden bahis etmektedirler. 

Hulasa yukarıda zikir edilen iki tür ayetlerin cemi şöyledir. Allahu taala herkesten iman getirmesini istediğine delalet eden ayetler Allahın teşrii iradesine, iman getirmesini istemediğine delalet eden ayetlerde O’nun tekvini iradesine delalet etmektedir. Yani Allah celle celaluhu teşrii iradesiyle bütün insanlardan iman getirmelerini istemiştir. Peygamberlerin gönderilmeside buna delalet etmektedir. Ama tekivini iradesiyle onlardan iman getirmelerini istememiştir. Dolayısıyla Allahın teşrii iradesi özgür iradeye sahip olan varlıkları, seçimlerini doğru ve menfaatleri doğrultusunda yapmaları noktasında kılavuzluk yapar, tekvini irade ise yaptıkları seçimden sonra, iradelerinin taalluk ettiği şeyi onlar için gerçekleştirir. Yani Allah teşrii iradesiyle insanlara yol göstericilik yaptıktan sonra artık insan hangi tarafa yönelirse Allahın tekvini iradesi aynı yön doğrultusunda tahakkuk bulur ve insanın istediğini gerçekleştirir. Ister insanın seçmiş olduğu yön Allahın teşrii iradesine ters olsun ister teşrii iradesiyle uyumlu olsun, fark etmez. Yani her halu karda Allahın tekvini iradesi insanların iradesine tabidir. Zira onların iradesiyle bazı şeyler vücud bulma kabiliyetini bulur. Allahın tevini iradesi onlara talluk etmezse onların vücutbulmaları imkansızdır. Buda Allahın hikmetine terstir. Aşağıdaki ayetler bu açıklamayı teyid etmektediler.

Kim, dünya hayatını ve zinetini istese, çalışmalarını tamamıyla veririz ve orada onlar hiçbir zarara uğratılmazlar.[15]  (Hud 15-16). 

Her kim peşin olan bu dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını (yanı göstermiş olduğu çaba oranında) dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür[16] (isra 18-19 ).

Kim dünya hayatını seçerse, yapmış olduğu çalışma oranda dünyayı kendisine verir. Kim ahireti isterse, yapmış olduğu çalışma oranında ahireti kendisine verir. Zira “insanlar için yapmış oldukları çalışmalar dışında başka bir şey yoktur[1] ” (necm, 39). Yani Isteme ve çaba insandandır vermekmete Allahtandır. Ahirete inanmayıp dünyayı tercih edenler seçimini yaptıktan sonra Allahın tekvini iradesi devreye geçer onların yaptığı çalışmalar oranında onlara isteklerini verir. Burada insanın iradesi Allahın teşrii iradesine ters olduğu için Allahın tekvini iradesi de insanın iradesine tabi olarak yani teşrii iradesine zıt gerçekleşir. Zira yukarıda da belirtildiği gibi Allahın teşrii iradesi ahirete taalluk etmiş ve onlardan ahireti seçmelerini istemiştir. Tekvini iradesi ise kabiliyetlere taalluk eder.

Buradaki kabiliyetler insanın iradesi doğrultusunda meydana geldiği için Allahın tekvini iradesi, insanların istekleri istikametinde şeklillenir. Ahireti istiyenlerin iradesi ise Allahın teşrii iradesinin istikametinde faal olduğu için Allahın tekvini iradesi de bu istikamette şekillenir ve insanın göstermiş olduğu çalışma oranında isteklerini gerçekleştirir. Birincide iki irade birleşirken ikincisinde üç irade birleşmiştir. Ki şöyle diyor. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için) ahireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir[17] (enfal, 67). Aşağıdaki ayetlerde yukarıdaki açıklamayı desteklemektedir.

Allaha şirk koşanlar dediler ki: "Allah dileseydi ne biz ondan başkasına tapardık ne de babalarımız. Onun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Peygamberlerin üzerine açık seçik tebliğden başka bir şey düşer mi[18] (Nahl 35). )

Putperestler diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan öncekiler de aynı şekilde (peygamberleri) yalanladılar ve sonunda azabımızı tattılar. De ki: Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz[19]  (En’am 148).

Doğrudur Allahın tekvini iradesi olamasaydı hiç kimse hiç bir şey yapamazdı. Ama Allahın tekvini iradesi özgür iradeye sahip olan insanların iradesine tabidir. Onların iradesinin önünde ve insanların iradesine tabi olmayan irade Allahın teşrii iradesidir. Oda onların şırk koşmalarını istememiştir. Işte onları sorumlu tutan bu iradedir. Onun için Allahu taala onları yalanlıyor ve onların bu sözlerini hatırlatarak onları kınıyor. Eğer Allahın tekvini ve teşrii iradesini birbirinden ayırt etmezsek Allah kendisini kınıyor kendisini yalanlıyor dememiz gerekkir ki, Allahu taala bundan munezzehtir.

Dileseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler (Araf 176).

Bu ayet Bala’m-i Bahura hakkındadır[20]. O dünyayı tercih ettiği için Allah kendi ayetlerini kendisine gösterdi teşrii iradeyle yükselmesini istediysede o kendisine gösterilen ayetlerden ibret almadı, dolayısıyla iblisin düştüğü aşağılık dergahına oda düştü. İnanmak istemeyenlerin bahaneleri hiç bir zaman bitmez elbette.

Hulasa Allahın iradesinin iki kısım oluduğunu yukarıdaki ayetlerden rahatlıkla anlaya biliriz. Birisi tekvini, diğer teşriidir. Yukarıda işaret edildiği gibi bu iki irade arasında bazı farklarda var olmaktadır. Yukarıdaki ayetlerden yola çıkarak zikredilen farklara bir diğerini daha da ekleyebiliriz. Oda şudur. Iradeyi tekivini özgür iradeye sahip olan varlıkların iradesine tabidir. Yani onların iradesi faal olduktan sonra Allahın tekvini iradesi de faal olur. Bunun hikmeti de şudur ki özgür iradeye sahip olan varlıkların iradesi, muradlarının tahakkuk bulması için felsefi tabirle “cüz’ül ille” konumundadır. Onların iradeleri devreye geçmeden o şeyler mümtenii bil gayrdir. Dolayısıyla onların iradeleri faal olmadığı sürece muradları tahakkuk bulma kabiliyetine sahip değildir. Tahakkuk bulma kabiliyetine sahip olmayan şeylere, Allahın tekvini iradesi taalluk etmez. Allahın teşrii iradesi ise özgür iradelerine tabi değildir. Zira Allahın teşrii iradesi özgür iradeye sahip olan varlıkların seçimi gerçekleşmeden önce seçimlerini doğru ve faydalarına olaması için onlara kılavuzluk yapar.

Vücud bulan her bir varlık yeni varlıkları olanaklı kılar

Icad ve yaratmak yanlız ve yanlız Allaha aittir. Allahtan başka hiç bir şey yaratma ve icat etme kabiliyetine sahip değildir. Allahu taala bir çok ayetlerde bunu vurgulamıştır. Örneğin aşağıdaki ayetlere dikkat ediniz.

Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekîldir[21]. De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De ki: "Allah tır." O halde "O nu bırakıp da kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan (şeyleri) kendiniz için veliler mı edindiniz?" De ki: "Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu?" Yoksa O nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü? De ki: her şeyi yaratıcısı Allahtır. Ve O, birdir, kahrdir.[22] (Rad 16)

İşte her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah dır. O ndan başka Allah yoktur. O halde nasıl olup da döndürülüyorsunuz![23] (Mümin, 62).

(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir[24]  İşte O’dur Rabbiniz. O ndan başka Allah yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O na kulluk edin, O her şeye vekildir (güvenilip dayanılacak tek varlık O dur).[25] (Anam, 102).

Görüldüğü gibi yukarıdaki ayetler yaratma ve icad etme olayını mutlak olarak Allaha ait olduğunu vurgulamaktadırlar. Ancak bunun anlamı, diğer valıkların imkan aleminde hiç bir fonsiyunu yoktur anlamında değildir. Yukarı daki ayetler de icad etmeyi ve yaratmayı diğer varlıklardan reddediyor. Mutlak tesiri onlardan reddetmiyor. Aksi taktirde ayetler birbiriyle çelişir. Zira birçok ayetler insanın yapmış olduğu amellerden dolayı cazalandırılacağını ve kendi ellerinizle işlemiş olduğunuz amellerden dolayı karada ve denizde fesat çıkardığını vurgulamaktadır. Ayriyetten mutlak bir şekilde varlıklardan eserin selb edilimesi aşağıdaki olumsuz ve akla ters olan getirilerin doğurulmasına neden olur.

1) İnsanlar tarafından Allah için yapılan ibadetler, insanlara değil, Allahın kendisine aittir. Yani Allah hem abiddir hem mabuddur. Hem ibadet edendir hem ibadet edilendir. Insanlarin kendileri ne abiddirler ne mabud. Allahın kendisi kendisine ibadet eder, Allahın kendisi, kendisine şirk koşar. Bir kısım amelleri vad ile bir kısmını vaid ile vaadlandırması da anlamsız, dolayısıyla insanların bir kısmını cezalandırmak bir kısmını da mukafatlandırmak zülümdür. Zira insanın gerçekleştirdiği amellerin bütünü (fikirsel olsun ameli olsun) bu farza göre tamamen Allahın kendisine ait ve onların gerçekleşmesinde insanın hiç bir fonksiyonu yoktur. Oysa akıllı ve mütefekkir olan hiç kimse tarafından bu kabul görülmez. Dini temel kaynağı olan kuranda bunu reddetmektedir.

İçinde Allah a döndürülecek, sonra da her nefsin kazandığı şeylerin eksiksiz bir şekilde verileceği ve kimsenin zülme oğratılmayacağı günden sakının.[26] (Bakara, 281).

Fakat, onları gelmesinde şüphe edilmeyen bir gün için topladığımız ve hiçbir zülme uğramaksızın herkese kazandığı şeyler tastamam ödendiği zaman halleri nice olur?[27] (Ali imran, 25). Bu ve buna benzer ayetler yukarıdaki farzı reddetmektedir.

2) Bütün varlıklardan farklı eserlerin değil, bilakis tek çeşit eserin, meydana gelmesi gerekir dolayısıyla farklı varlıkların değil, tek çeşit varlığın var olması gerekir. Veya herbir varlıktan her çeşit eserin meydana gelmesi olanaklı olması gerekir. Yani ateşten alev çıktığı gibi sudan, ağaçtan insandan vb. gibi şeylerden de alev çıkması kabul edilmelidir. Zira bu farza göre hiçbir varlığın hiçbir şekilde varlık aleminde eseri yoktur. Ne varsa Allaha aittir. Dolayısıyla ya bütün varlıklardan bir çeşit eser meydana gelir veya her varlıktan her çeşit eser meydana gelebilir. Oysa varlıkların çeşitli olduğu açık olduğu gibi, her varlığın kendisine veya her cihetine has bir eseri olduğu da bedihidir. Yani cemadatların her birisinin kendisine, bitkilerin herbirisinin kendisine, hayvanların her birisinin kendisine ve insanlarında kendilerine has eserleri olduğunu müşahede ediyoruz. Zaten varlıkları farklı türlere göre kategorilere ayırmamızda farklı eserlere sahip olduklarındandır.

3) Yaratıkların yaratılması lağv olmalıdır. Zira eğer varlık aleminde varlıklar yaratılıp imkan aleminde kendilerine vücut yapılarına uygun bir görev ve bir rol verilmiyorsa, yaratılmalarının bir anlamı kalmaz ve yaratılmaları boş ve hedefsiz olmalıdır. Yani eğer Allah ateşi yaratıp imkan aleminde vücudunun yapısına uygun bir fonksiyon ve bir görev yani yakmayı, ısıtmayı vermiyorsa, yaratmasının ne anlamı kalır?. Hiçbir anlamı kalmaz. Diğer varlıklar da hakeza; eğer onları yaratıp imkan aleminde vücut yapılarına uygun bir rol verilmiyorsa yaratılmaları boş olmalıdır. Oysa ki, Allah boş şeyleri yaratmaktan münezehtir.

Göğü, yeri ve ikisinin arasında var olanları batıl olarak (hedefsiz ve boş yere) yaratmadık. Bu, kafirlerin zannıdır. [28] 

Ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarken (bulundukları her halette) Allah ı anan ve göklerin ve yerin yaratılışında tefekkür eden kimseler, Rabbimiz! Sen bunu batıl olarak yaratmadın, seni tesbih ederiz, bizi cehennem azabından koru derler.[29]

4) Malul illetinin sahip olduğu bütün sıfatlardan ari olmalıdır. Yani eğer illetin sahip olduğu vücut ilim, kudret, hay vb. sıfatlar varsa, malulun bunlardan yoksun olmas gerekir. Eğer malul illettinin sahip olduklarına sahp olmazsa, illetinin sahip olduğu vücuda da sahip olmaması gerekir. Yani malul diye bir şeyin vücudu olmaması lazım. Oysa varlıkların var oluşunu safsatacılar dışında kimse tarafından inkar edilmemiştir. Safsatacılar da her şeyi inkar etseler bile kendi varlıklarını ve zihinlerinin varlığını ve kendi safsatalarının özünü kabul ederler. Oysa felsefede bu neticenin tersi ispatlanmıştır. Yani her malul, illetinin sahip olduğu tüm sıfatlara sahiptir. Elbette illetinin sahip olduğu şiddetinde değil, kendi kabiliyeti oranında. Dolayısıyla eğer bütün varlıkların illeti, vücut, ilim, kudret ve hayata sahip olan Allah ise, o zaman onun malulu olan bütün varlıklar da bu sıfatlara haiz olmalıdırlar. Allame Tabatabai özetle şöyle diyor: “bütün mevcudatlar, ilim şuur ve hayata sahiptirler”[30] Bir çok ayetler de bunu teyid etmektedir. Örnek olarak aşağıdaki ayete dikkat ediniz.

Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O nu tesbih eder; O nu hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur; fakat siz onlarin tesbihlerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, bağışlayan dır.[31] Oysa şuur, hay ve ilim sahibi olan şey ancak tesbih edebilir. Onların tesbihleri, tesbihi halidir diyenlerin görüşü doğru değildir. Zira ayette “siz onların tesbihlerini anlamıyorsunuz” vurgulamaktadır. Bu görüşü kabul etsek onların tesbihlerini anlamış oluruz.

Yukarıdaki açıklamalar bir taraftan icad etmeyi ve yaratmayı Allaha mahsus olduğunu ispatlar ve Mütezilenin tafviz şeklindeki görüşünü reddederken, diğer taraftan her varlık, imkan aleminde kendisine has bir rol üstlediğini ispatlamaktadır. Yani Aş’arilerin cebr görüşünü de reddetmektedir. Her iki görüş yanlış ve reddediliyorsa onun ortası bulunmalıdır. Yani her şeyin icat edilmesi ve yaratılması Allaha ait olduğuna bir halel getirmeden, diğer varlıkların imkan alemindeki tesirini ve üstlendikleri rol keşf edilmelidir. Başka bir beyanla aşağıdaki sorunun cevabı bulunmalıdır. Vücud bulmuş olan varlıkların imkan aleminde üstlendikleri rol nedir? 

Işte yukarıdaki unvan bu sorunun cevabını vermek doğrultusundadır. Yani her varlık, vücut bulmakla başka varlıkları olanaklı hale getirir. Başka bir beyanla vücud nurundan yararlanan her varlık kendi vücuduyla başka varlıkların vücud nurundan yararlanmalarını olanaklı hale getirir. Bir önceki vücudla olanaklı hale gelen her şeye vücudun bağışlanması da, ilahi hikmetin gereğidir. Dolayısıyla Allahın tekvini iradesi devreye geçer olanaklı hale gelmiş olana vücud bağışlayarak onu yokluklar (adem) karanlığından çıkarır. Mümkün olan şeyleri adem karanlığında bırakmak ilahi hikmete aykırıdır.

Bir önceki varlık olmasaydı bir sonraki şeyin vücud bulması olanaksızdı. Dolayısıyla ona vücudun bağışlanması da düşünülemezdi. Yani Allahın tekvini iradesine mazhar olamazdı. Zira Allahın tekvini iradesi sadece olanaklı olan şeylere taalluk eder. Öyleyse varlıkların imkan aleminde üstlendikleri görev icat etmek değil başka şeylerin vücut bulmasını olanaklı duruma getirmektir. Başka bir beyanla vücut bulan her şey sonraki şeyler için mukaddime olmak ve vücud bulmalarını olanaklı kılmaktır. Mukaddime olmadan zil-mukaddimenin gerçekleşmesi imkansızdır. Bir örnekle konuyu biraz daha açalım.

“Tek olan varlıktan ancak tek varlık sudur eder” felsefi kaidesine göre Allahın varlığıyle vücut nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olan tek bir varlık vardır. Oda akli evveldir. Dolayısıyla Allahın tekvini iradesi ona vücut verir. Akli evelin yaratılmasıyla birkaç şey daha vücud nurundan yararlanma kabiliyetini kazanır. Akli evvelin yaratılmasıyla bu kabiliyeti kazananlara da, Allah tarafından vücud verilir. Yani ikinci akıl ve onunla bereber vücut bulma kabiliyetini kazanmış olan şeyler, faal olan Allahın tekvini iradesine mazhar olur, dolayısıyla onlarda vücud bulurlar.

Ikinci aklın vücud bulmasıyla üçüncü akıl ve başka şeyler olanaklı hale gelir. Böylece bu durum bizim işinde yaşadığımız varlıklara kadar devam ede geldi ve sonuna dek de devam edecektir. Elbette bunun anlamı şu değildir ki, her kabiliyetin meydana gelmesiyle Allahın tekvini iradesi yeniden devreye geçer. Belki bunun anlamı şudur ki; Allahın emri bir tanedir. Bizim emrimiz bir anlık bakış gibi tek olmaktan başka bir şey değildir[32]. (kamer, 50). Dolayısıyla Allahın tekvini iradesi bir defasında devreye geçer, artık bir zincirleme şeklinde olanaklı hale gelen her şeye taalluk eder. Nerede ve ne zaman kabiliyetler meydana gelirse devrede olan Allahın iradesi hemen ona taalluk eder ve ona vücud bağışlar. Bu durum tecerrüd aleminde defi olarak gerçekleşir. Madde aleminde ise tedrici ve zamanla gerçekleşir.

Başka bir beyanla filozoflar imkan alemini, “akıllar alemi”, “missal alemi” ve madde alemi olmak üzere üş kısma ayırmış, akıllar alemini missal ilemi için mukaddime, alemi misalı da madde alemi için mukaddime olduğunu söylemişler. Buna binaen akiller alemi missal alemini, missal alemi madde alemini olanaklı kılmıştır. Yani eğer akıllar alemi olmamış olsaydı masal aleminin yaratılması imkansız, missal alemi olmasaydı madde alemi olanaksız olurdu. Dolayısıyla hiç birisi vücud bulmazdı. Ama akiller alemi Allahın varlıyğıyla mümkün olduğu için ona vücud verilmemesi Allahın hikmetine tersdir. Ona vücud verildikten sonra diğerleri olaklı hale geldi dolaysıyla onlara da vücudun verilmesi ilahi hikmetin muktazasıdır. Alemi maddenin yaratılmasıyla insanın yaratılması olanaklı oldu, insanın yaratılmasıyla cennet ve cehenemin yaratılması mümkün hale geldi. Dolayısıyla onlarda yaratıldılar. Insan yaratılmasaydı cehennem ve cennetin vücut bulmaları imkansıdı. Zira cennet ile cehhennem insanların (özgür iradeye sahip olan varlıkların) ammelleri doğrultusunda anlam kazanırlar. Insanlar olmasaydılar cennet ve cehennem anlamsız olurdu, anlamsız olan varlıkların yaratılmaktan Allahu taala münezehdir. 

Konunun daha kolay anlaşılması ve konumuzla olan irtibatının netleşmesi için başka bir beyan getirebiliriz. Şöyle ki; Bütün varlıkların yaratılışını külli ve cüzi olmak üzere iki merhalede değerlendirebiliriz.

Birinci merhale: Varlıklar küllü olarak tahlil edildiğinde üç çeşit varlıkların varlığı tasavur edilmesi mümkündür. Meleküt (mücerred valıklar), mülk (maddi varlıklar) ve insan (ikisinden terkip edilmiş varlık). Ilk olarak meleküt alemi vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olduğu için Allahu taala kendisine vücut verdi. Meleküt aleminin vücut bulması, mülk aleminin vücut bulmasını olanaklı kıldı, ikisi birlikte insan denen varlığın (özgür iradeye sahip olan varlık) vücud bulmasını olanaklı kıldı. Dolayısıyla Allahın tekvini iradesi onlara taalluk etti ve onlara vücud bağışladı. Bu merhalede gürüldüğü gibi kabiliyetler ve Allahın tekvini iradesi söz konusudur. Bu iki faktör dışında başka bir faktür söz konusu değildir.

Ikinci merhale: Bu merhalede ise insan (özgür iradeye sahip olan varlığı) denen varlığı tasavvur eder tahlile tabi tutulur. Insan tahlil edildiğinde insanın yaratılmasıyla insanın iradeside devreye girer. Insanın iradesinin devreye girmesi ve faal olmasıyla yeni şeyler vücud nurundan yararlanma kabiliyetini kazanır. Bu şeyler iki kısımdır. Bir kısmı insanın zatı (meleküti ve mülki) için zararlıdır. Mülki (maddi) boyutuna faydalı da olabilir zararlı da. Bir diğer kısmı, insanın zatı (her iki boyutu) için faydalıdır. Burada insanın iradesi neye taalluk ederse o mümkün hale gelir, dolayısıyla Allahın tekvini iradesi de ona taalluk eder ve onu icad eder. Ancak Allahu taala insanlara lütuf etmiş onların seçimi gerçeklerşmeden ve özgür iradeleri faal olmadan önce teşrii iradesiyle onlara yol gösterir onları hidayet eder.

Şöyle ki; Onları, yapacakları seçimleriyle nelerin mümkün hale geleceğinden haberdar etmiş ve onlardan kendi iradeleriyle kendilerine faydalı olan şeyleri mümkün hale getirmelerini istemiştir. Yani onlara, siz kendi iradelerinizle cehennemi de mümkün kılabilirsiniz, cennetide. Başka bir tabirle onlara şunu bildirmiştir ki; Siz kendi iradenizi en yüce şeylere taalluk ederek sizde saklı olan istidadları bil file döndererek en yüce mertebelere çıkmanızı mümkün kılabildiğiniz gibi, kendi iradenizi en alçak şeylere taaluk ederek sizde saklı olan istidadları körükleyerek en aşağı mertebelere düşmenizi de mümkün kılabilirsiniz. Onları bu durumdan haberdar ederek onları özgür iradeleriyle baş başa bırakır. Artık kendileri kendi iradelerini hangi yöne faal ederlerse Allahın tekvini iradesi de o yönde faal olur ve onları muradlarına ulaştırır. Ahireti isterlerse ahireti, dünyayı isterlerse dünyayı kendilerine verir.

Her kim acil (peşin) olanı (dünyayı) dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları meşkurdur. (yani karşılığı veririz).[33]

Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.[34]

Bu merhalede insanın özgür iradesiyle beraber Allahın teşrii ve tekvini iradeside devrededir. Allahın teşrii iradesi yol göstericilik yapar. İnsanın iradesi seçer, Allahın tekvini iradesi icad eder. İnsanın iradesi taalluk ettiği şeyler kendisinin faydasına olması mümkün olduğu gibi, kendisine zararlıda olabilir. Allahın teşrii iradesinin taalluk ettiği şeylere taalluk ederse kendisine faydalıdır. Allahın teşrii iradesinin taalluk etmediği şeylere taalluk ederse kendisine zararlıdır. Dolayısıyla insanın iradesi faal olmadan yani insanın kendisi, seçimini yapmadan Allahın teşrii iradesi devreye geçerek ona yol göstericilik yapar ve onu yapacağı seçiminin akibetinden haberdar eder. böylece ona hüccetini tamamlar. müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.(nisa 165)

 Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler Yahut "Daha önce babalarımız Allah a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onların izinden gittik). Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?" dememeniz için (sizleri şahit tutttuk). İnsanların seçimi gerçekleştikten sonra ilahi tekvini irade devreye geçer ve irade ettiklerini gerçekleştirir. Doğrudur Allahın tekvini iradesi olamadan onlar hiçbir şey yapamazlar. Ancak tekvini iradesinin devreye geçmemesi ilahi hikmete tesdir.

Görüldüğü gibi bu açıklama ne Allahın yaratıcı oluşuna bir halel getirmediği gibi varlıkların varlık aleminde tememen etkisiz olduklarınada reddetmiyor. Işte bu cebr ve tafvizin ortasıdır. Şimdi konuyu insanın yaratılış hikmetiyle irtibatlandıralım. 

İnsanın yaratılış hikmeti

Önce genel anlamda varlıkların yaratılış hikmetini, daha sonra has insanın yaratılış hikmetini ele alırız. Bir açıdan varlıkları tasavvur ederek zihnimizde incelediğimizde varlığı zatından kaynaklanan ve varlığı zatından kaynaklanmayan olmak üzere iki tür varlığın varolduğu tasavvur edilir. Felsefede varlığı kendi zatından kaynaklanan varlığa vacibü’l-vücud/zorunlu varlık, varlığı zatından kaynaklanmayan varlığa da mümkünü’l-vücud/olanaklı varlık denilmektedir.

Zorunlu varlık varlığı kendi zatından kaynaklanmaktadır. Yani vücud bulmak noktasında kendi zatından başka farz edilen hiçbir şeye ihtiyaç duymuyor. Zatı tek başına tasavvur edildiğinde var olmasının gerekli olduğu ve vücudu kendisinden selb edilmesi tanakuza neden olan varlıktır. Başka bir değişle vücud bağlamında başkasına borçlu olmayan varlıktır. Bu varlık türü bütün kemal sıfatlarına sahiptir. Felsefi deyişle vacibü’l-vücud, bütün cihetleriyle vaciptir. Yani zorunlu olan varlık bütün cihetleriyle zorunludur, hiçbir cihette kendi zatından başka hiçbir şeye ihtiyaç duymuyor. Başka bir deyişle bütün kemali sıfatlara sahip olma noktasında mutlak bağımsızdır. Zira bir tek cihette kendisinden başka bir şeye bağımlı olması, bağlı olduğu cihette muhtaçtır, dolayısıyla vacip olamaz. Özetle varlığı zorunlu olan varlık var olma noktasında zorunlu olduğu ve zatından başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadığı gibi bütün cemali ve celali sıfatlara sahip olma noktasında da zorunlu ve zatından başka hiçbir şeye muhtaç değildir.

Varlığı zatından kaynaklanmayan ikinci varlık türü zatı itibarıyla her şeyden soyut olarak tek başına tasavvur edildiğinde vücud bulma ve vücud bulmama bakımından musavi derecededir. Yani zihinde tasavvur edilen bu şey dış âlemde vücud bulmak için başka bir şeye muhtaç olduğu gibi, dış âlemde yok olması için de başka bir şeye muhtaçtır. Başka bir deyişle hem varlığı başkasından kaynaklanmaktadır hem yokluğu. Dolayısıyla bu türden olan varlık dış âlemde vücud bulması mümkün olduğu halde, vücud bulmamış ise, illeti vücud bulmasını istemediğindendir. Yani zatından değil, bilakis başkasından kaynaklanmaktadır.

Hakeza eğer dış âlemde vücud bulmuş ise, illeti vücud bulmasını istediği içindir. Yani vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olduğundan dolayı başkası tarafından kendisine vücud bağışlanmış, oda vücud sahnesine çıkmıştır. Bu türden olan şeyler vücud bulma noktasında kendisinden kaynaklanan bir cihetin varolduğu anlaşıldığı gibi, başkasından kaynaklanan bir cihetin de varolduğu anlaşılmaktadır. Kendisinden kaynaklanan cihet, onun olanaklı olması, başkasından kaynaklanan cihet ise, başkasının istemesidir. Zira olanaklı olmamış olsaydı var olamazdı. Aynı şekilde başkası onun var olmasını istememiş olsaydı vücud bulması olanaklı olduğu halde var olamayacaktı. Zira yokluğu istenilmişti. 

Anlaşılan şu ki, ikinci türden olan varlığın bağlı olduğu illet (özne) o kadar güçlüdür ki ikinci türden olan varlık, onun varlığını irade ederse var, yokluğunu irade ederse yok oluvermektedir. Bu denli güçlü olan şey yukarıda hakkında konuştuğumuz birinci tür yani zorunlu varlık dışında başka bir varlık olamaz. Zira mantıksal olarak düşünüldüğünde yukarıda farz edilen “zorunlu varlık” ve “olanaklı varlık” dışında üçüncü bir tür varlık farz edilemez. Bu konu hem mantıkta hem de felsefede ispatlanılarak özetle şöyle denilmektedir: Özne ve yüklemden oluşan bir önermenin yüklemi, “mevcud = varolma” olursa bu önerme ile yüklem arasındaki ilişki değerlendirildiğinde yüklemde yer alan “mevcudtur” yüklemi özne için ya zorunludur ya olanaklıdır. Zorunlu olması da iki yönlüdür. Ya onun müspet tarafı zorunludur veya menfi tarafı zorunludur.

Olanaklıya “mümkünü’l-vücüd veya olanaklı varlık”. Zorunlunun birinci yönüne “vacibü’l-vücüd ve zorunlu varlık”  zorunlunun ikinci yönüne “mumteniü’l-vücüd ve olanaksız varlık” dinilmektedir. Mumteniü’l-vücud, vücud olmadığından dolayı kendiliğinden konumuzun dışında kalır. Dolayısıyla diğer iki şık kalır. birisi varlığı zorunlu olan varlıktır. Diğeri varlığı mümkün olan varlıktır. Yani ya varlığı zatından kaynaklanan bir varlık türüdür veya varlığını başkasından ödünç almış varlık türüdür. Dolayısıyla ikinci türden olan varlık hem vücud bulma noktasında hem de yok olma noktasında birinci türden olan varlığa yani vacibü’ll-vücud’a bağlıdır. Yani Allah’ın iradesine bağlıdır Allah varlığını irade ederse var yokluğunu irade ederse yok oluverir. “ Bir şeyi dilediği zaman O’nun emri ona sadece ol demektir (o’da ) hemen oluverir.” (Yasin 82).

Şimdi sorulması gereken soru şudur; vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olan bir şeye vücudu vermek mi başta Cevad ve Rahman sıfatları olmak üzere tüm kemal sıfatlarına sahip olan vacibü’l-vücud denilen varlığın makamına yakışır, yoksa vücudu vermemek mı? Başka bir deyişle bir şey dış alemde varolma kabiliyetini taşıdığı halde dış alemde vücud bulup vücud nurundan yaralanması mı kemal sıfatlarından sayılmaktadır, yoksa vücud nurundan mahrum bırakılması mı?

Bu sorunun cevabını “Varlık” ve “yokluk” kavramlarını birbiriyle mukayese ettiğimizde açığa çıkar. Şöyle ki; bu iki kavram dikkatlice incelendiğinde vücut kavramı olumlu bir anlam taşımakta, dolayısıyla kemal, yokluk kavramı olumsuz anlam taşımakta, dolayısıyla noksanlıktır. Yukarıda da değindiği üzere hemen hemen bütün filozoflar şer meselesini tahlil ederlerken şerrin bir nevi yokluk anlamında olduğunu söylemişlerdir. Zira eğer bir eylem şer olarak algılanıyorsa, bu o eylemin yok etme yönünde olduğundan dolayıdır. Bu nedenle özetle şer yoklukla, hayır da varlıkla örtüşüyor.

Mantıksal olarak yokluk şer ve varlık kemal sıfatlarından sayılınca, zihinde tasavvur edilip dış âlemde vücud bulma ve vücud bulmama noktasında eşit dereceye sahip olan bir şeye vücud vermemek akla ters olduğu açıktır. Zira yokluk karanlığından çıkma kabiliyetine sahip olan bir şeye vücud vermemek, öncelikle Cevat ve Rahman sıfatları olmak üzere bütün kemal sıfatlarına sahip olan vacibü’l-vücud denilen varlığın konumuna tersdir. Aynı zamanda çelişkidir. Yani bütün kemal sıfatlarına sahip olan Allah, var olma kabiliyetini taşıyıp tasavvur edilen her şeye vücud vererek yaratması, vücud vermeyerek vücud nurundan mahrum bırakıp yaratmamasından daha mantıklıdır. Aksi takdirde kemal sıfatlarına sahip değildir. Dolayısıyla vücudtan yararlanma kabiliyetini taşıyıp tasavvur edilen her şeyin yaratılması yaratılmamasından daha mantıklı olduğu gibi, hak taala bazında düşünüldüğünde zatından kaynaklanan bir zorunluluktur.

Bu zorunluluk bir taraftan Allah’ın zatıyla, diğer taraftan da tasavvur edilen şeyin kendi zatıyla irtibatlıdır. Allah’ın zatıyla irtibatlı olan taraf, O’nun Cevad ve Rahman olmak üzere tüm kemal sıfatlarına sahip olmasıdır. Tasavvur edilen şeyle irtibatlı olan taraf da, onun vücuttan yararlanma kabiliyetine sahip olmasıdır. Bu iki özellik bir arada bulunduğu vakit vücuttan yararlanma kabiliyetine sahip olduğu halde vücuttan mahrum bırakılması mantıksız olduğu gibi bir çelişkidir. Zira bütün kemal sıtlarına sahip olan vacibul vücudu kabul edipte vücuda ihtiyacı olanlara vücudu bağışlaması birbiriyle bağdaşmıyor. Bu nedenle vücud bulma ve bulmama noktasında eşit dereceye sahip olup tasavvur edilen her şeye vücudun verilmesi daha mantıklı olduğu gibi, kemalı ifade eden bir zorunluluktur da.

Şimdi insan denen varlığı inceleyelim. İnsan yukarıda açıklanan varlık türlerinden hangi tür varlıktandır? Varlığı kendi zatından kaynaklanıp kendi zatı dışında farz edilen hiçbir şeye ihtiyaç duymayan vacibü’l-vücud ve zorunlu varlık türünden bir varlık mıdır? Yoksa hem varlığı ve vücud bulma noktasında hem yokluğu ve yok olma noktasında zatı dışında başka bir varlığa muhtaç, dolayısıyla mümkünü’l-vücud ve olanaklı varlık türünden midir?  Yukarıda anlatıldığı gibi birinci türden olmuş olsa, zatı itibarıyla zatı dışında farz edilen hiçbir şeye - ne vücud bulma noktasında ne de vücudunu devam ettirme noktasında- ihtiyaç duymaması gerekirdi. Ölmemesi, yatmaması, kalkmaması, çalışmaması, yememesi, içmemesi vb. şeyleri yapmaması gerekirdi. İkinci tür varlıktan olmuş olsa, vücud bulma noktasında başkasına ihtiyaç duyduğu gibi, vücudunu devam ettirme noktasında da başkasına muhtaçtır.

Var olan realite insan denen varlık ikinci türden bir varlık olduğunu saptamaktadır. Yani insan varlık noktasında olanaklı bir varlıktır. Vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olduğu gibi, yokluk zulmeti ve karanlığında kalma kabiliyetini de taşımaktadır. Dolayısıyla sadece vücud bulma ve yok olma noktasında değil, bilakis varlığını sürdürme noktasında da başkasına bağlıdır. Biz insanlar olarak madde aleminde yer aldığımız için insanı şekillendiren iki boyuttan maddi boyutunun nelere bağlı olduğunu açık bir şekilde his ediyoruz. Dolaysıyla gece gündüz demeden bedenimizin bağlı olduğu maddi şeylerin arkasından koşuyoruz. Ama insanı teşkil eden diğer meleküti boyutunun bağlı olduğu şeyi açık bir şekilde his etmiyoruz. Bunun nedeni, bedensel ihtiyaçlarına fazladan dalıp ruhani boyutundan gafil kalmasıdır. Başka bir deyişle insan maddi alemde yaşadığı için maddesel ihtiyaçları pratik ama manevi ihtiyaçları ise yetiseldir. Eğer insan, aklına danışır ve insanın bedensel boyutunun bağlı olduğu nesneler hakkında bir değerlendirme yapıp tahlil ederse, onların da insanın kendisi gibi ikinci tür varlıktan olduğunu, dolaysıyla onların da insan gibi kendi zatları dışında nihayet itibarıyla birinci tür varlığa borçlu olduğunu açık bir şekilde derk edebilir.

Her halükarda anlasak da anlamasak da teveccüh etsek de etmesek de şu nokta kesindir ki insan denen varlık olanaklı bir varlıktır. Yani vücuttan yararlanma kabiliyetine sahip olduğu gibi yokluk karanlığında kalma kabiliyetine de sahiptir. Yani her iki taraftan herhangi birisi fiiliyat bulunma noktasında birinci tür yani vacib’ul-vücud denen varlığın istemesine bağlıdır. O hangi tarafı istese o taraf gerçekleşir. Yokluğunu istese yok, varlığını istese varlığı tahakkuk bulur.

Şimdi asıl konuya ve asıl sorunun cevabını bulma safhasına geldik. Vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olan insan, yaratılmalımıdır, yaratılmamalı mıdır? Bir taraftan vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip bir şey söz konusudur. Diğer taraftan cevad ve rahman başta olmak üzere bütün kemal sıfatlarına sahip olan Vacib’ul-vücud denilen bir varlık söz konusurdur. Bu varlığın konumuna yakışan şey nedir? Vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olan şeye (insana) vücud vermesi midir? Yoksa onu, yokluk karanlığında bırakması mıdır? Yukarıda da işaret edildiği gibi varlık hayır, yokluk ise şer anlamında olduğu düşünüldüğünde, sorunun cevabı açıktır. Yani insanın yaratılması bir zorunluluktur.

Yani Allahı tanımlama ve onun hikmeti bağlamında varlıkları tahlil ettiğimizde insan olmak üzere mümkün olan bütün varlıkların yaratılması bir zorunlulıktur. Elbette yanlış anlaşılmasın buradaki zorunluluk kemalı ifade eden zorunluluktur, noksanlık ve güçzüzlüğü ifade eden zorunluluk değildir. Genel anlamda zorunluluk ve mecburiyet iki kısımdır. Onun bir kısmı olumluluğu ve kemalı, bir diğer kısmı ise olumsuz ve noksanlığı ifade eder. Zira kemalı ifade eden zorunluluk Allahın zatının sahip olduğu kemaldan kaynaklanmaktadır. Başka birisinin dayatması anlamında değildir. Noksanlığı ve güçsülüğü ifade eden zorunluluk zatdan değil, başkasının dayatması anlamındadır. Allahu talanın varlıkları yaratması başkası tarafından mecbur kılındığı için değil, bilakis onun başta cevad ve rahman olmak üzere bütün kemal sıfatlarına sahip olduğu içindir.

Dolayısıyla vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip, insan olmak üzere her şeye vücut vermesi bir gereklilik ve zorunluluktur. Ama bu gereklilik ve zorunluluk başkası tarafından Allaha dayatılmış anlamında değil, bilakis zatının mutlak ve tüm kemal sıfatlarına sahip oluşundan kaynaklanılmaktadır. Zira bu zorunluluğun tersi yani vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olan şeylere vücudun verilimemesi noksanlıktır. Allahı, Allah olmaktan çıkarır. Çünkü var olan kabiliyetleri fiiliyete geçirmemek noksanlıktır. Noksanlıkta Allahın zatıyla bağdaşmıyor. Dolayısıyla vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olan her şey, sahip olduğu kabiliyete uygun bir şeklde vücudun verilmesi bir kemaldır, noksanlık değildir. Bu nedenle iradesiz olarak yaratılma kabiliyetine sahip olan varlıklar iradesiz, iradeli olarak yaratılma kabiliyetine sahip olanlarıda iradeli olarak yaratılması gerekir. İrade kabiliyetine sahip olmayanları irade sahibi olarak yaratılmasını temenni etmek akılsızlık olduğu gibi, irade sahibi olanları da iradesiz olarak yaratılmasını temenni etmek akılsızlıktır. Dolayısıyla neden taşlar iradeli ve neden insanlar iradesiz, neden hayvanlar şuurlu ve neden insanlar şuursuz yaratılmadı? Şeklindeki sorular aklın ve mantıkın çerçevesi dışında kalır.

Sonuç olarak insanın yaratıliş hikmeti, bir taraftan Allah’ın zatından kaynaklanmakta, bir taraftan da insanın kendi zatından kaynaklanmaktadır. Allah’ın zatından kaynaklanması, O’nun mutlak ve bütün kemal sıfatlarına sahip bir varlık olması, insanın zatından kaynaklanması da, onun vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olmasıdır. Dolyasıyla insan niçin yaratıldı sorusunun sorulmasının ne kadar yersiz olduğu açık bir şekilde ortadadır.

İnsanın Yaratılış Hedefi

Yukarıda kısaca tanımlanan Allahı ve iradaye sahip bir insanın vücud nurundan yararlanma kabiliyetini göz önünde bulundurduğumuzda insanın yaratılmasının hikmetli olduğunu anladık. Yani insan olmak üzere tüm mümkün olan varlıkların yaratılması hakkında niçin yaratıldılar sorusunun hiçbir yeri olmadığı açık bir şekilde ortaya konuldu. Yani Allahı yukarıdaki tanımla tanıdıktan sonra her halu karda başta insan olmak üzere mümkün olan diğer bütün varlıklar yaratılmalıdır neticesinin alınması tabiidir. Yaratılması hikmete dayalı olan insan yaratıldıktan sonra kendisinde saklı olan yetilerden haberdar edip onlardan yararlanıp en yüce mertebelere çıkmasını istemek mı mantıklıdır, yoksa kendisine saklı olan yetilerden haberdar etmeyerek o yetilerin körüklemesiyle en aşağı derecelere düşmesini istemek mı mantıklıdır? İşte bu sorunun cevabını vermekle insanın yaratılış hedefi belirlenecektir.

Yukarıda da işaret edildi ki, değerli bir varlık olması insanın kendisinin istemesiyledir. Allahın tekvini iradesiyle değildir. Zira Allahın tekvini iradesi kabiliyetlere taaluk edeceğini söylemiştik. İnsanın değerli bir varlık olabilmesi için insanın kendisi istemesi gerekir. İnsan istemediği halde insanın değerli bir varlık olması imkansızdır. Zira özgür iradenin olmadığı yerde değer diye bir şey söz konusu değildir. Hikmet doğrultusunda yaratılan insan ya kendisinde saklı olan yetilerden yararlanarak onu yüceltecek mesire girecek veya kendisinde saklı olan yetilere yararlanmayıp onu alçattacak bir mesir üzerinde yer alacak. İnsan bu tercihini yapmadan Allahın teşrii iradesi devreye geçer onu ikaz eder ve ona, kendinde saklı olan yetileri filiyata geçirerek seni değerli kılacak, seni yücelere götürecek ve seni hakla tanıştıracak yola girmesini istiyor ve bunun tersindende onu sakındırıyor. İşte bu doğrultuda Allahu taala peygamberleri gönderdi.

Ey ehl-i kitap! Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada size elçimiz geldi. Gerçekleri size açıklıyor ki (kıyamette): "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi" demiyesiniz. İşte size müjdeleyici ve uyarıcı gelmiştir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir[35]. (maide 19). Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler[36]. (sebe 28). Biz seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Her millet için mutlaka bir uyarıcı (peygamber) bulunmuştur.[37] (fatır, 25).

Dolayısıyla hikmet doğrultusunda yaratılan insanlar kendi seçenekleriyle varlık aleminde yerlerini tayin edecekler. Ancak onlar kendi yerlerini tayin etmeden önce Allahu taala teşrii iradesiyle onlara şunu bildirdi; siz varlık alemdinde en yüce varlıklar da olabilirsiniz, en değersiz varlıklarda olabilirsiniz. En yüce varlıkların yeri cennettir, bunun yolu hakkı tanıyıp yani beni tanımak ve bana ibadet etmektir. En değersiz varlıkların yeri de cehennemdir, bunun yoluda hakkı yani beni inkar ve gönderdiğim resüllere karşı çıkmaktır. Benim sizden istediğim ise yüce olmanızdır. Ama siz hangisini isterseniz, yani siz hangisini mümkün hale getirirseniz size onu veririm. Yani ilahi tekvini irade sizin irade ettiğiniz maksada taalluk eder onu gerçekleştirir. Ahireti isterseniz ahireti, yani cennete ulaştırırım. Dünyayı isterseniz dünyayı veririm. Artık ahirerette yeriniz cehennemdir. Zira dünyada yararlı ve temiz gördükleri şeyleri çalıştığınız oranında sizlere verdim. Ahiret içinde bir şey bırakmadınız. Zira ahirete inanmadınız ta onun için bir azık toplayasınız. 

İnkâr edenler ateşe arzolunacakları gün (onlara şöyle denir): Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz[38]. (ahkaf, 20). Onların bu inkarlarına neden olan temel etken, kendilerine verilmiş olan bilgi edinme araçlardan yararlanmadıklarıdır.

Andolsun ki, onlara da size vermediğimiz kudret ve serveti vermiştik. Kendilerine kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri kendilerine bir fayda sağlamadı. Zira bile bile Allah ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Alay edip durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi[39]. (ahkaf, 26).

Hulasa hikmet doğrultusunda yaratılan insanın yaratılışından yücelmesi istenilmektedir alçaltılması değil. Yani Allahın has rahmetinden yararlanmaları ve cennete gitmeleri istenilmektedir. Cehenneme gitmeleri değil. Allame Tabatabai değimiyle yaratılan insandan istenilen heder “topraktan olan bir varlığın semavi olan bir varlığa tebdil olunmasıdır”[40]. Artık bunun gerçekleşmesi insanın istemesine bağlıdır. Kendisi istemese bunun gerçekleşmesi imkansızdır.

Hulasa insanın yaratılışı vücuddan yararlanma kabiliyetine sahip olduğu hikmetine dayanmaktadır. Onun yaratılış hedefide mümkün olan bir varlığın kendisi için mümkün olan en yüce derecye varmasıdır. Bu gerçekleşmiyorsa insanın kendisinden kaynaklanmaktadeır. Başkasından değil. Bu gerçekleşmiyor diye insanlar yaratılmasaydı denilmesi de hikmete tersdir. Zira yüce mertebelere çıkan insanları haklarından mahrum bırakmaktır.

Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.(nisa 165) 

 

Murat Aydoğdu

Kaynak

[1] وَأَن لَّيْسَ لِلْإِنسَانِ إِلَّا مَا سَعَى necm, 39.

[1] وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَى قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِن قَالَ بَلَى وَلَكِن لِّيَطْمَئِنَّ قَلْبِي قَالَ فَخُذْ أَرْبَعَةً مِّنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ إِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلَى كُلِّ جَبَلٍ مِّنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْتِينَكَ سَعْيًا وَاعْلَمْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ Bakare, 260.

[2] فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا رَكِبَا فِي السَّفِينَةِ خَرَقَهَا قَالَ أَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ أَهْلَهَا لَقَدْ جِئْتَ شَيْئًا إِمْرًا  قَالَ أَلَمْ أَقُلْ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًاقَالَ لَا تُؤَاخِذْنِي بِمَا نَسِيتُ وَلَا تُرْهِقْنِي مِنْ أَمْرِي عُسْرًا    فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا لَقِيَا غُلَامًا فَقَتَلَهُ قَالَ أَقَتَلْتَ نَفْسًا زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍ لَّقَدْ جِئْتَ شَيْئًا نُّكْرًا قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكَ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِي صَبْرًا قَالَ إِن سَأَلْتُكَ عَن شَيْءٍ بَعْدَهَا فَلَا تُصَاحِبْنِي قَدْ بَلَغْتَ مِن لَّدُنِّي عُذْرًا فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا أَتَيَا أَهْلَ قَرْيَةٍ اسْتَطْعَمَا أَهْلَهَا فَأَبَوْا أَن يُضَيِّفُوهُمَا فَوَجَدَا فِيهَا جِدَارًا يُرِيدُ أَنْ يَنقَضَّ فَأَقَامَهُ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَاتَّخَذْتَ عَلَيْهِ أَجْرًا قَالَ هَذَا فِرَاقُ بَيْنِي وَبَيْنِكَ سَأُنَبِّئُكَ بِتَأْوِيلِ مَا لَمْ تَسْتَطِع عَّلَيْهِ صَبْرًا أَمَّا السَّفِينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاكِينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَأَرَدتُّ أَنْ أَعِيبَهَا وَكَانَ وَرَاءهُم مَّلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَفِينَةٍ غَصْبًا وَأَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ أَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَشِينَا أَن يُرْهِقَهُمَا طُغْيَانًا وَكُفْرًا فَأَرَدْنَا أَن يُبْدِلَهُمَا رَبُّهُمَا خَيْرًا مِّنْهُ زَكَاةً وَأَقْرَبَ رُحْمًا وَأَمَّا الْجِدَارُ فَكَانَ لِغُلَامَيْنِ يَتِيمَيْنِ فِي الْمَدِينَةِ وَكَانَ تَحْتَهُ كَنزٌ لَّهُمَا وَكَانَ أَبُوهُمَا صَالِحًا فَأَرَادَ رَبُّكَ أَنْ يَبْلُغَا أَشُدَّهُمَا وَيَسْتَخْرِجَا كَنزَهُمَا رَحْمَةً مِّن رَّبِّكَ وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ أَمْرِي ذَلِكَ تَأْوِيلُ مَا لَمْ تَسْطِع عَّلَيْهِ صَبْرًا

[3] وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاء وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا بَاطِلًا ذَلِكَ ظَنُّ الَّذِينَ كَفَرُوا فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ كَفَرُوا مِنَ النَّارِ Sad 27.

[4] الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَىَ جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ Ali imran 191.

[5] وَهُوَ الَّذِي خَلَق السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاء لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلاً وَلَئِن قُلْتَ إِنَّكُم مَّبْعُوثُونَ مِن بَعْدِ الْمَوْتِ لَيَقُولَنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنْ هَذَا إِلاَّ سِحْرٌ مُّبِينٌ Hud, 7.

[6] يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

[7] يَا أَيُّهَا النَّاسُ كُلُواْ مِمَّا فِي الأَرْضِ حَلاَلاً طَيِّباً وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ

[8] وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِين َوْ تَقُولُواْ إِنَّمَا أَشْرَكَ آبَاؤُنَا مِن قَبْلُ وَكُنَّا ذُرِّيَّةً مِّن بَعْدِهِمْ أَفَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ الْمُبْطِلُونَ

[9] وَامْتَازُوا الْيَوْمَ أَيُّهَا الْمُجْرِمُون َأَلَمْ أَعْهَدْ إِلَيْكُمْ يَا بَنِي آدَمَ أَن لَّا تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِين ٌوَأَنْ اعْبُدُونِي هَذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ

[10] وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

[11] وَسِيقَ الَّذِينَ كَفَرُوا إِلَى جَهَنَّمَ زُمَرًا حَتَّى إِذَا جَاؤُوهَا فُتِحَتْ أَبْوَابُهَا وَقَالَ لَهُمْ خَزَنَتُهَا أَلَمْ يَأْتِكُمْ رُسُلٌ مِّنكُمْ يَتْلُونَ عَلَيْكُمْ آيَاتِ رَبِّكُمْ وَيُنذِرُونَكُمْ لِقَاء يَوْمِكُمْ هَذَا قَالُوا بَلَى وَلَكِنْ حَقَّتْ كَلِمَةُ الْعَذَابِ عَلَى الْكَافِرِينَ

[12] وَلَوْ شَاء رَبُّكَ لآمَنَ مَن فِي الأَرْضِ كُلُّهُمْ جَمِيعًا أَفَأَنتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتَّى يَكُونُواْ مُؤْمِنِينَ

[13] وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا أَشْرَكُواْ وَمَا جَعَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا وَمَا أَنتَ عَلَيْهِم بِوَكِيلٍ

[14] لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

[15] مَن كَانَ يُرِيدُ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا نُوَفِّ إِلَيْهِمْ أَعْمَالَهُمْ فِيهَا وَهُمْ فِيهَا لاَ يُبْخَسُون َأُوْلَئِكَ الَّذِينَ لَيْسَ لَهُمْ فِي الآخِرَةِ إِلاَّ النَّارُ وَحَبِطَ مَا صَنَعُواْ فِيهَا وَبَاطِلٌ مَّا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

[16] مَّن كَانَ يُرِيدُ الْعَاجِلَةَ عَجَّلْنَا لَهُ فِيهَا مَا نَشَاء لِمَن نُّرِيدُ ثُمَّ جَعَلْنَا لَهُ جَهَنَّمَ يَصْلاهَا مَذْمُومًا مَّدْحُورًا  وَمَنْ أَرَادَ الآخِرَةَ وَسَعَى لَهَا سَعْيَهَا وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَأُولَئِكَ كَانَ سَعْيُهُم مَّشْكُورًا

[17] تُرِيدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللّهُ يُرِيدُ الآخِرَةَ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

[18]  وَقَالَ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ لَوْ شَاء اللّهُ مَا عَبَدْنَا مِن دُونِهِ مِن شَيْءٍ نَّحْنُ وَلا آبَاؤُنَا وَلاَ حَرَّمْنَا مِن دُونِهِ مِن شَيْءٍ كَذَلِكَ فَعَلَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ فَهَلْ عَلَى الرُّسُلِ إِلاَّ الْبَلاغُ الْمُبِينُ

[19]سَيَقُولُ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ لَوْ شَاء اللّهُ مَا أَشْرَكْنَا وَلاَ آبَاؤُنَا وَلاَ حَرَّمْنَا مِن شَيْءٍ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِم حَتَّى ذَاقُواْ بَأْسَنَا قُلْ هَلْ عِندَكُم مِّنْ عِلْمٍ فَتُخْرِجُوهُ لَنَا إِن تَتَّبِعُونَ إِلاَّ الظَّنَّ وَإِنْ أَنتُمْ إَلاَّ تَخْرُصُونَ

[20]   İbni Kesir Balmi Bahura hakkında şöyle yazıyor: İbni Asakir; Balam-i Bahura,  Allah’ın büyük ismini (ism-i Azamı) bilen sonunda dininden sıyrılan bir kimsedir diyor. Muhammed bin İshak bin Yesar Salim (ebu en-Nadr) den şöyle nakl ediyor: Musa (a) Şamın Kan’an bölgesine vardığında Bal’am kavmi ona gelerek şöyle dedi: İşte Musa İsrail oğullarıyla gelip bizimle savaşıp bizi memleketimizden çıkarıp İsrail oğullarını oraya yerleştirmek istiyor. Biz senin kavmiyiz! Bizim başka evimiz yoktur. Sen ise duası kabul edilen bir kimsesin. Bu tepeye çık Rabbinden onların aleyhine dua et. Bal’am onlara; veyl sizlere olsun! O Allahın nebisidir. Onunla birlikte melekler ve mümin insanlar vardır. Ben nasıl gidip onların aleyhine dua edebilirim! Oysa benim Allah hakkında bildiklerimi siz bilmiyorsunuz dedi. Onlar; başka bir evimiz yoktur. Onu duygulandırarak fitneye götürmekte ısrar ettiler. Sonuçta onların dediğini kabul ederek fitneye gitti. Kendi merkebine (eşeğine) binip İsrail oğullarının ordusunu görebilecek bir tepeye çıkmak istedi. O tepeye “Husban” tepesi denilmektedir. Bal’am o tepeye çıkma süreci içerisinde merkebi diz çökerek gitmek istemediğinden dolayı birkaç kere ondan inip onu muztarib hale sokuncaya kadar sopalamış. merkep kalkıp gitmek zorunda kalmış. Merkeb kalkıp biraz yürümüş tekrar çökmüş gitmek istememiş. O tekrar inip onu sopalamış. Merkebi gitmeye zorlatmış. Merkeb de  kalkıp gitmek zorunda kalmış. Bu durum Allah Bal’amın aleyhine hüccet tamamlansın diye o merkebe konuşma iznini verinceye kadar devam etmiş. Merkebe konuşma izni verince merkep Bal’ama; yazıklar olsun sana ey Bal’am! Nereye gidiyorsun? Önümde meleklerin var olup beni engellediğin görmüyor musun? Sen kendisiyle beraber müminlerin bulunduğu nebinin aleyhine dua etmek için oraya (tepeye) çıkacak mısın? Diyor. Bal’am bu merkebin dediklerine aldırış etmeden onu sopalıyor. merkebin bu sözlerine aldırış etmeyince Allah merkebi serbest bırakıyor. Merkeb onu “Husban” tepesine çıkarıyor. Orada Musa ve Musa’nın ordusu karşısına çıkıp onların aleyhine dua etmeye başlıyor. Ancak onların alayhine dua ederken Allah onun dilini kendi kavmi aleyhine dönderiyor. Kendi kavmin lehine yaptığı dualarıda Musa ve Musa’nın ordusunun lehine dönderüyor. Onun kavmi bu durumu görünce; ey Bal’am ne yaptığının farkında mısın?. Sen onların aleyhine bizim lehimize dua etmen gerekirken tam tersini yapıyorsun dediler. Bal’am onlara; bu benim elimde değildir. Allah bana karşı galip gelmiş dedi. Dilini, göğsünün üzerine gelecek kadar ağzından çıkardı ve kavmine şöyle dedi; artık şimdi hem dünyam gitti hem ahiretim. Benim hilelere başvuracak dışında başka bir çarem kalmadı. Şimdi onlara karşı bir tuzak kurcam diyerek şöyle devam etti; kadınlarınızı süsleyin ve onlara bazı ticari  eşyasını verin gönderin gitsinler askerlerin içinde satsınlar. Onlara; sizinle kötü ilişkide bulunmak isteyen herhangi bir asker olursa, onu geri çevirmeyin diye emirde bulunun. Zira onlardan birisi bu kötü ilişkide (zinada) bulunursa siz oların şerrinden emin kalırsınız. Onlarda onun dediğine amel ettiler bu işi gerçekleştirdiler. Böylece kadınlar kendilerini süsleyip ticaret eşyasını alıp Musa’nın ordusunun içine gittiler. Kenan kabilesinden Kesba isminde bir kadının güzelliği Musa’nın ordusundan önemli bir şahıs olan Zemri bin Şel’um’un dikkatini üzerine çekti. Oda onun yanına varıp elinden tutup Musa’nın yanına vararak şöyle dedi. Sanırım şimdi bu kadın sana haramdır diyeceksin? Musa (a) evet! O kadın sana haramdır ona yaklaşma dedi.  Şel’um; Allah’a yemin ederim bu konuda sana itaat etmeyecm diye cevap vererek kadını aldı kendi çadırına çekildi ve onula kötü ilişkilerde bulundu. Allahu taala Şel’um’un yaptığı bu kötü iş den dolayı İsrail oğulları üzerine taun hastalığını bir bela olarak gönderdi…

işte Bal’ami Bahura Hakkında yukarıdaki ayetler nazil oldu. (İbni Kesir, Tefsiri,  ilgili ayetin tefsirine bkz.). Bu olayda da birçok dersler vardır.

[21] اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ  zümer (39) 62.

[22] قُلْ مَن رَّبُّ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ قُلِ اللّهُ قُلْ أَفَاتَّخَذْتُم مِّن دُونِهِ أَوْلِيَاء لاَ يَمْلِكُونَ لِأَنفُسِهِمْ نَفْعًا وَلاَ ضَرًّا قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَمْ هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ أَمْ جَعَلُواْ لِلّهِ شُرَكَاء خَلَقُواْ كَخَلْقِهِ فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْ قُلِ اللّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ  Rad (13) 16.

[23] ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبُّكُمْ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ لَّا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ  mümin, (40) 62.

[24] فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللّهَ رَمَى وَلِيُبْلِيَ الْمُؤْمِنِينَ مِنْهُ بَلاء حَسَناً إِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ  Enfal,  (8) 17.

[25] ذَلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمْ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ فَاعْبُدُوهُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ   Anan (6) 102.

[26] وَاتَّقُواْ يَوْمًا تُرْجَعُونَ فِيهِ إِلَى اللّهِ ثُمَّ تُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَّا كَسَبَتْ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ  Bakara (2) 281.

[27] فَكَيْفَ إِذَا جَمَعْنَاهُمْ لِيَوْمٍ لاَّ رَيْبَ فِيهِ وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَّا كَسَبَتْ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ  Ali imran (3) 25.

[28] وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاء وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا بَاطِلًا ذَلِكَ ظَنُّ الَّذِينَ كَفَرُوا فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ كَفَرُوا مِنَ النَّارِ Sad (38) 27.

[29] الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَىَ جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ Ali imran, (3) 191. 

[30] El-mizan, Farsça tercümesi, Musevi Hemedani, c. 17, s. 579-581.

[31] تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَلَكِن لاَّ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا İsra (17) 44.

[32] وَمَا أَمْرُنَا إِلَّا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ

 

[33] مَّن كَانَ يُرِيدُ الْعَاجِلَةَ عَجَّلْنَا لَهُ فِيهَا مَا نَشَاء لِمَن نُّرِيدُ ثُمَّ جَعَلْنَا لَهُ جَهَنَّمَ يَصْلاهَا مَذْمُومًا مَّدْحُورًا و َمَنْ أَرَادَ الآخِرَةَ وَسَعَى لَهَا سَعْيَهَا وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَأُولَئِكَ كَانَ سَعْيُهُم مَّشْكُورًا      isra (17) 18-19. 

[34]مَن كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الْآخِرَةِ نَزِدْ لَهُ فِي حَرْثِهِ وَمَن كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الدُّنْيَا نُؤتِهِ مِنْهَا وَمَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِن نَّصِيبٍ Şura (42) 20.

[35] يَا أَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَاءكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ عَلَى فَتْرَةٍ مِّنَ الرُّسُلِ أَن تَقُولُواْ مَا جَاءنَا مِن بَشِيرٍ وَلاَ نَذِيرٍ فَقَدْ جَاءكُم بَشِيرٌ وَنَذِيرٌ وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

[36] وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

[37] إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَإِن مِّنْ أُمَّةٍ إِلَّا خلَا فِيهَا نَذِيرٌ

[38] وَيَوْمَ يُعْرَضُ الَّذِينَ كَفَرُوا عَلَى النَّارِ أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُم بِهَا فَالْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنتُمْ تَسْتَكْبِرُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَبِمَا كُنتُمْ تَفْسُقُونَ

[39] وَلَقَدْ مَكَّنَّاهُمْ فِيمَا إِن مَّكَّنَّاكُمْ فِيهِ وَجَعَلْنَا لَهُمْ سَمْعًا وَأَبْصَارًا وَأَفْئِدَةً فَمَا أَغْنَى عَنْهُمْ سَمْعُهُمْ وَلَا أَبْصَارُهُمْ وَلَا أَفْئِدَتُهُم مِّن شَيْءٍ إِذْ كَانُوا يَجْحَدُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَحَاقَ بِهِم مَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُون

[40] Tefsiri el-mizan, Farsça tercümesi, c. 8. s. 54.



Yeni yorum ekle